Kafamızdaki Çocuk
Kemal İnal
Meşhur
hikâyedir; Victoria dönemi İngiliz muhafazakârlığını aratmayan sıkıcı bir atmosfer
içindeki, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı Viyana’sında Doktor Sigmund Freud,
bir yandan o mühim kitaplarını yazarken, öte yandan kliniğinde yani
muayenehanesinde maişet gereği psikiyatrik/psikolojik hastalarına bakmaktadır.
Bir gün alımlı bir kadın gelir, Freud’a dert yanar, aslında çare sorar; ne
yapmalı ki çocuğunun hayatı “normal” olsun?
Kötümser Freud cevap verir: “Ne yaparsanız yapın, sonuç hep kötü
olacaktır.”
Kadının
tepkisini bilmiyoruz ama bu tavrı garipsiyoruz muhtemelen. Rousseau’dan bu yana
genel tavır, çocukta doğal iyi bir itki görmek. Hıristiyanlık ise uzun
yüzyıllar ilk günahtan (the original sin)
kaynaklı şeytani bir itki gördü çocukta, çözümü elbette vaftizdi; ama
sonrasında da günahlar işlenmeliydi ki dine ve kiliseye ihtiyaç olsun. Kilise
çözümü dinde bulurken, Rousseau doğada gördü-doğal eğitim; daha sonra Fransız
Devrimcileri eğer çocuk “yurttaş” olursa, ulusun geleceğinin iyi olacağına
hükmetti. Aslında ulus-devlet geleneği, savaşkan Sparta’yı model alıyordu;
merkezi eğitim ve yetiştirme, sert ve gürbüz evlatlar yetiştirmek için. Bir dolu modern eğitim müfredatları ve ders
kitapları, hatta yöntem ve teknikleri “ağaç yaşken eğilir” misali çocuğu
şekillendirdi. Şimdi gelenek, modern kalıplar altında tekrarlanıyor. Elbette bilim
imdada yetişti; pediatri, psikoloji ve psikiyatri kuruldu, en son 19. yüzyıldan
itibaren romantik edebiyatın çocuk kahramanlarını (Pollyanna, Heidi vb; bizde
ise Ayşecik, Ömercik vb) izledik, bu güleç yüzlü akım insanları optimist bir
gelenek içinde düzelteceğini umdu.
Bu tavır
Avrupalı liberallere ilham verdi, kamusal eğitim geliştirildi ama Marx, ondan
önce de ütopyacı sosyalistler kapitalizm altında insafsız biçimde çalıştırılan
çocuklara dikkat çektiler. Fourier, Owen ve Saint-Simon zenginleri ikna ederek
çiftlikler, hatta Owen örneğinde olduğu gibi, kolektif fabrikalar satın alarak
insanlığı ve çocukluğu kurtarmaya çalıştılar. Sovyet eğitim sisteminde daha
ileri gidildi, kolektif üretim birimlerinde (solhoz ve kolhoz) çocuklara bakan
okul, kreş gibi birimlerde her şeyin üretim artışı ve verimine endekslendiği
sosyalist eğitimle çocuk sorunu halledilmeye çalışıldı.
Uzatmayayım;
sonuç Freud’a göre felaket idi-ödip kompleksi. Freud’dan feyz alan Lacan, kendi
psikanalizinde evrensel bir model geliştirdi, çocuğun yola nasıl getirildiğine
ilişkin. Şöyle: Her çocuk, hayatında üç büyük yıkım (katastrofi mi demeli?)
veya şok yaşar. İlki, anne karnından dışarı atılmakla başlar (bebekler o yüzden
mi ağlar? Her şaplak yiyen ağlamaz), ekmek elden-su gölden anne karnında keyif
çatan bebek, dışarı atılınca ilk şoku yaşar zira anne karnı güvenlidir,
sıcaktır ve samimidir; bu dünyaya da ait değildir. İkincisi, memeden
kesilmedir, meme sadece süt vermez aynı zamanda sağlıklı besin salgılar,
beslenme güvendir, anne sıcaklığı, hatta temastır. O yüzden bebekler anne
sütünden ayrılmak istemezler. (bizim modern analar bunu meme uçlarına acı biber
vb sürerek halletmeye çalışırlar-biyolojiden biberon temelli moderniteye geçiş).
Üçüncüsü ise, çocuğun sosyalleşmesi yani toplum hayatına girebilmesi için
kurallar imparatorluğuna boyun eğmesidir, Lacan’ın ifadesiyle Büyük Öteki’nin
(kültür, kurumlar vb.) hükmünü okumaya başlamasıdır. Çocuk, anne-babayla
yaşadığı cinsellik kokan eğlenceli oyunu (ödip kompleksi) terk etmelidir;
“normal” hayat ensestin yasak olduğunu, toplumda egemen iktidarlara boyun eğmek
gerektiğini, en azından evde anne-babaya itaat etmek lazım geldiğini
öğrenmelidir. İnatçı, bencil, şımarık, kendine dönük ve şiddet sever çocuğun
yola getirilmesinde elbette kritik figür anne değil, baba olur.
“Babanın
yasası” hükmünü okur: Ey çocuk! Bir toplum içinde yaşamak istiyorsan, normali
yani normları öğrenmek zorundasın. Öğrenir, öğrendikçe yola gelir, yaşken
eğildikçe, yetişkinlikte kamburu çıkar; Freud’a göre kambur, habire
bastırılanlardır, yani ulaşamadığımız amaçlar, arzular vb habire bastırılır,
bilinçaltına (dışına mıydı yoksa?) atılır ama orası da barut fıçısı gibidir;
zaman zaman patlar, yani bastırılan geri döner, dil sürçmelerinde, şakalarda,
cinnet anlarında, en çok da rüyalarda. Kötümserliğin doruğu.
Viyana’da
ziyaret ettiğim Freud’un müze-evinde en çok ilgimi çeken, metal divan ve
Freud’un evin iki odası arasında yer alan karanlık “düşünme odası” olmuştu.
Demiştim kendi kendime, Freud bu karanlık düşünme odasında kala kala kötümser
şeyler düşündü ve yazdı; karanlıktan aydınlık çıkmazdı. Öyle midir, değil
midir? Zor soru bu. Freud’a hak vermeliyiz mi? Üzerinde düşünmeye değer bir
soru. Buradan itibaren şöyle gidelim: Geçmişten bu yana biz, yani ebeveyn,
çocuklarımızı çok sevdiğimizi söyler, buna inanırız da. Burada sorun yok;
“altın top”tur çocuk, evimizde habire çocukla oynar dururuz (zaman zaman şut
çekeriz) fakat nasıl? Burada sermaye kavramı işimize yarayabilir.
Fransız
sosyolog Pierre Bourdieu der ki, dört tip sermaye iş başındadır: ekonomik (para),
kültürel (bilgi), toplumsal (ağ türü ilişkiler), sembolik (prestij, unvan vb.).
Şimdi, daha çok (h)isterik orta sınıf ailelerde ebeveyn, çocukları konusunda
hemen bir savaşa başlarlar: Daha hamileyken klasik müzik dinletmekten gideceği
okula, kaç yaşında hangi yiyecekleri yemesine, hangi oyuncakla evin hangi
bölümünde kaç derece sıcaklıkta oynayacağına dair bir dolu proje, plan yani
“proje çocuk” hikayesi. Böyle böyle çocuk, yukarıdaki dört sermaye gereği bir
yatırıma, hatta metaya, üretici güce dönüştürülür. Neden? Elbette bir sürü
neden var ama ilki, Bourdieu’nün dediği gibi, sınıfın konum, kültür ve
değerlerinin yeniden üretilmesi (reproduction
teorisi). Üst ve orta sınıflar kendi sınıf değerlerini kendi çocukları
üzerinde(n) yeniden üretebilme işini ciddiye alırlar, zira işin ucunda büyük
bir sermaye birikimi söz konusudur. O yüzden profesyonelce çalışırlar. “Zengin
bebeler”in planlı büyümesi, genelde profesyonellere devredilir. Profesyonel
öğretmen olduğu kadar eve gelip giden kodamanın aile içinde bıraktığı “zengin
hava” da olur; elbette bu burjuva çocuk yetiştirme amacı beklendiği gibi
nihayetlenmeyebilir. Misal, Marx’ın ailesi de burjuva idi ve eve gelip giden
kodaman ve entelektüeller Marx’ın gelişimine entelektüel bakımdan katkıda
bulundu ama süreç başka türlü işledi, Marx kendi sınıfına ihanet etti. İyi de
etti mi?
Şöyle bir
çevremize bakalım; hemen her aile çocuğunu okutmak ister. Kimse çocuğunun
sadece “okunmuş” olmasını istemez, bir de “okumuş” olması yeğdir. O yüzden
fakir de çocuğuna yatırım yapar zengin de. Fakat kırılma, sermayenin eşitsiz
dağılımında yatar; gerçi fakirin, ezilenin çocuğu için büyük umutlar yoktur, onun
devlet kapısında bir iş bulması yeterlidir. Fakat zengin ebeveynin gözü hiçbir
zaman devlet kapısındaki işte olmaz; güzel çocuklar özel sektörde olmalı. Fakir
ana-baba çocuğuna son derece şefkatli yaklaşır. Burjuva, çocuğunu piyasanın
gerektirdiği bilgi ve becerileri edinmesi ve sınıfa özgü bir formaliteyi
(tercihen mühendislik üzerine İngilizce işletme masteri) yerine getirmesi için
okutur.
İki tür
ailenin de ortak amaçları yok değildir; mürüvvetini görmek, torun-torba sahibi
olmak vb. Fakat burada da sermayenin miktarı ve bileşimi bunun nasıl olacağını
belirler. Burjuva ailelerde çocuk “mantık evliliği”ne kurban gidebilir; ama en
kötüsü, burjuva çocukları hep aynı mekânları paylaştıkları için “burjuvazi-içi
evlilik” yaparlar. Garibanın çocuğu da kendine yakışanı duygularıyla bulur;
davul bile dengi dengine. Kimi sokakta görerek kimi de ana-babasını gönderip
gördürerek-görücü usulü. Ama bu kalıp da aşılmaya başlandı artık.
Tüm bu
aşamalar, yani çocuk doğurma, yetiştirme, eğitme, evlendirme aslında fasit bir
dairedir. Sınıfa göre belirlenir-son tahlilde; meritokrasiyi üfürenlere göre
elbette kapitalist bir toplumda birey bilgisi, becerisi, çalışkanlığı ile
sıyrılabilir; ama sıyrılan sayısı çok azdır ve fakir kalabalığın içinden
sıyrılmak için de ilk şart, kendi sınıfının değerlerinden sıyrılmaktır. İnanç
ve norm budur. Örneğin, Ayşecik, Ömercik gibi dramlardaki çocuk kahramanların
yeşil gözlü, sarı saçlı olmasını yadırgar mıyız ya da yerli bir TV dizisinde
porselen dişli köylü kızını; hayır yadırgamayız; külkedisi, beyaz atlı prens vb.
bütün bunlar, popüler kültür meselesi. Yani, sınıf atlamak için bazı şeyleri
değiştirmek gerekir, değerlerden tipinize değin. Ömercik, Rousseau’nun doğal
iyisi olarak bize fakirin de güzel olacağını söyler ama tabii filmlerde-her
halükarda hayatın ritmik bir esası vardır.
Basitçe,
hayatımız kültürel kalıplar içinde sınıfsal ilişkilere göre belirlenir ama
ideoloji aynası bizi başka türlü gösterebilir; kabaca, yalan söyleyebilir-diktatörlüğün
demokrasi olduğu gibi. Köylü bir çocuğun güzel olması bir beklentidir ama
gerçekte o çocuk yaşadığı yere benzer-köylü kızında porselen diş görmek bizi fantezilere
sürükleyebilir ama gerçekte yaşadığımız şey başkadır; nasıl bir hayat
yaşıyorsak ona göre bilinç edinir, ona göre düşünürüz. Köylü tarlasını düşünür,
uzaya dair metafizik yapmaz. Bir köylü, işçi veya esnaf ailesi için
yetiştireceği çocuğun ileride depremin nedeni olarak yer altındaki fayların
(kırıkların) yapısı değildir öncelikle bilmesi gereken; öncelik, “hayırlı
evlat” olmaktır. O yüzden, fakir-gariban ebeveyn, çocuğunu önce hacı-hocada
“okunmuş” eder, sonra da “okumuş”. Fakir için genelde iki dünya da önemlidir. Bir
kez daha, nasıl yaşıyorsak öyle düşünürüz. Bir örnek; burjuva eğitim sistemi
ikiye ayrılır kabaca; üst ve orta sınıf aileler için verilen eğitimde
sorgulama, kritik, değerlendirme, rasyonalize etme esastır; 1970’lerin orasında
yazan Samuel Bowles ve Herbert Gintis Schoolling
in Capitalist America’da söylerler bunu. Şunu da: daha az, sınırlı eğitim
alan fakir yani işçi aile çocuklarına ise norm olarak dakiklik, kurallara uyma,
itaat etme vb öğretilir ki, bu tam da bu çocukların ileride olacakları şey
(üretim hattında, yani fabrikada işçi olmak) için gerekir. Erkenden uyum
meselesi. Paul Willis buna işçiliği öğrenmek der (learning to labour). Aslında bu farklı eğitim tarzları öğrencinin diline
de yansır-dil ya avantaj ya da dezavantajdır: İşçi, köylü, gecekondulu çocuklar
okula çok sınırlı, popüler, sokak ağzına yakışan bir konuşma koduyla (restricted speech code) gelirler,
diğerleri ise alabildiğine zengin, eğitimli, sofistike bir kodla (elaborated code of speech) gelirler,
Basil Bernstein’a göre. O yüzden ikincisi, öğretmeni hemen anlar; diğeri de
genelde öğretmeni dinlerken anlamakta sıkıntı çekebilir. Bu, tarzlar
farklılaşması elbette ailede(n) başlar: fakir anne diyelim telefonda konuşurken
odadaki oğlu gürültü yapıyorsa, anne telefon konuşmasını yapmakta zorlandığında
gürültü yapan oğluna bir terlik fırlatır, çocuğu kabaca susturur. Bu bir
eğitimdir ama dilde zenginleşmeye yol açmaz zira dilsel iletişimi başlatmaz,
bilakis anında kapatır ya da okul eğitimine ters bir dilsel kültürü üretir.
Terliği yiyen çocuk, annesi ile terlik arasında bağlantı kurarak dayak
felsefesini öğrenmiş olur, hatta ileride o dayaklar sayesinde “adam” olduğuna
bile inanabilir. Öteki anne ne yapar peki? Ahizeyi eliyle kapatır, karşı tarafa
sesin gitmeyeceğine emin olduktan sonra oğluna veya kızına şöyle der: “Çocuğum
bak, sen gürültü yaptığın için telefon konuşmasını yapmakta güçlü çekiyorum.”
Bu bir rasyonalizasyondur, determinist veya pozitivist bir neden-sonuç
ilişkisini çağrıştırır. O yüzden, orta ve üst sınıf çocuklar okuldaki yarışa
bir sıfır önde başlarlar-ilk yaptıkları şey, eğer varsa, şiveyi standart
değişke adına terk etmektir.
Demek ki,
biz çocuğumuzu kafamıza göre yetiştirmiyoruz; aslında kafamızla yetiştiriyoruz
ama yoksul aile, yetiştirme esnasında çocuğuna kafa atarken, zengin aile kafa
katıyor. Fakat neoliberal kapitalizmle birlikte, elbette popüler kültürün,
akademik değerlerin, kitle medyasının gelişmesiyle birlikte yoksul ailelerde de
bir değişim başlamadı değil. Sınıf atlamak gayesi neredeyse evrensel bir “tepi-k”
haline geldi. Ama alttaki için elbette; yukarıdaki zaten o sınıfın içinde.
Alttaki üsttekini elinden geldiğince sıkıştırmaya çalışıyor, üstteki habire
yeni çıtalar, yeni rekorlar, yeni kısıtlamalar, yeni performans ve
standartlarla mevcudu korumaya çalışıyor (yarış, yani kaçma-kovalamaca
süreklidir; mekansal bir metafor kullanırsak, Bahçelievler’den Konutkent’e,
Ümitköy’e kaçan burjuvaziye orada da rahat yok; misal modifiye hacı muratlar,
Sincan’dan gelip orada da tur atıyorlar-taciz mi?.)
Alttaki bazen
birdenbire tonla para sahibi olabilir-türedi zenginlik. Fakat parayı çabucak
kazansanız da orta/üst sınıf kültürel değerler hemen kazanılamıyor. O yüzden
burjuvazi, kapitalist sınıf içinde paranın, Bourdieu’nün diliyle ekonomik
sermayenin yanına diğer sermaye türlerinin yeni değişkelerini ekleyerek sınıf
içi giriş-çıkışları kontrol etmeye çalışır. Para kısa zamanda kazanılabilir ama
bir Ekspresyonizm ile Empresyonizm arasındaki farkı öğrenmek için çocuğu ta en
başından eğitmek gerekir. Alt sınıflarda ise ilk elde edilmesi gereken sermaye,
ekonomik olanıdır; diğerlerinin aciliyeti yoktur. Annesinin küçük Louis Althusser’e
sokakta (Cezayir’de) “pis“ yerli çocuklarla oynamamasını söylerken derdi
elbette sadece temizlik değildi; etnik kökenle de beslenen bir sınıf ayrımıydı
gözettiği. Herkes sınıfını bilecek!
Bilmezseniz
ne olur? Diyelim, gecekondunuzu arsa karşılığı müteahite verdiniz, o da size
iki daire verdi. Pat diye zengin mahallesi Çukurambar’da zenginlerle aynı
apartmanda oturmaya başladınız. Ne olur? O apartmanda fiziki olarak yaşarsınız
ama sosyal olarak dışlanırsınız. Bu, sınıf ayrımının sert yüzüdür. Belki
apartmanın çocukları sitede zaman zaman karışık oynayabilirler ama sadece oyunda
olur bu. Sonrasında sınıfların çelik çekirdeği devreye girer. Bir mafya herifin
oğlunun her gün korumalarıyla paralı koleje gelip okuduğunu duymuştum; steril
ve histerik orta sınıf aileler hemen çocuklarını uyarmıştı: “o çocukla yüz-göz
olma.”
Toparlayalım:
Freud gibi/kadar kötümser değilim, Lacan gibi şokları abartmıyorum,
Althusser’in anası gibi kafayı yemem mümkün değil, Bourdieu gibi determinist/yasacı,
Gintis ve Bowles gibi yapısalcı bir yenidenüretim kuramcısı değilim; elbette
yapı var, önemli ve fakat irade de var, özgürlük isteği, değiştirme kapasitesi
de. Fakat binbir zenginliğin, farklılığın, iradenin, özgürlük eğiliminin olduğu
bir gerçeği de hesaba katarak proletarya sepetine her şeyin tıkıştırılmasının
da mümkün olmadığını düşünüyorum. Yani, kabaca, kapitalist sistem hükmünü okusa
bile, çocuklarımız okullarda sistemin gözünden kaçan şeyler yapabiliyorlar;
misal, tahtaya adını veya aşkının baş harflerini kazıyarak, tuvalette sigara
içerek, dersi kaynatarak sınıf içgüdüsünü harekete geçirebiliyor, hatta
politikleşip sistemle hesaplaşabiliyor. Okul, ne fabrika gibi otomatik işleyen
bir üretim tezgâhıdır ne de öğrenciler tek tornadan çıkmış ürünlerdir.
Bu noktada
gizli müfredat ters tepebiliyor. İnsan, nesne değil, öznedir, faildir. Aşağıdan tarih (history from below) her daim mümkün; inat ederek, itirazda
bulunarak, muhalefet ederek, anlamazdan gelerek, farklı anlayarak da gelişen
bir tavır oluşabiliyor çocukta. Goethe’nin Faust’ta
dediği gibi, teori gri ve fakat hayat yeşilse, o zaman pratik hükmünü başka
türlü okuyabilir. Rousseau’cu iyimserlik, çözümü uygarlıktan ötede doğada
bulmuştu, Lenin ise ileri modern üretimde, Atatürk modernleşmede. Üçü aslında birbirine
karşıt değil; ne kötümser ne de iyimser olmak zorundayız. Gerçeklik zaten
kendini net değil, çoğu zaman karışık, sentez ve girift biçimde sunar.
Bir ayna
sizi ya olduğunuz gibi gösterir ya da yamuk. Bazen her iki biçimde de;
karışık, artık aynada ne gördüğünüze
bağlı bu. Bazı aynalar sizi örneğin incecik gösterir. Yamuk ya da düzgün, ayna
ideolojidir ama aynalar bilimin verilerine göre üretilir (cam, sır kaplama
vb.). Elimizde her şeyin sırrını ortaya dökecek gizemli bir alet yok ama
deneyerek, sınayarak doğruyu yanlıştan ayırma becerimiz var; bilim hala en
büyük imkânımız. Çocuklarımızı mutlak anlamda sadece ne ideolojiye göre ne de
bilimsel esaslar çerçevesinde yetiştirebiliriz.
Asıl sorun,
kafamızdaki çocuk imajı ile karşımızdaki canlı-kanlı çocuğımuz arasındaki farkı
görüp bu farkın nedenlerini anlamaktır. Çocuğunuz, ebeveyn olarak, her
baktığınızda sadece kendinizi görebileceğiniz bir ayna değildir.
Yorumlar
Yorum Gönder