Proje Çocuk
20. yüzyılda çocuk yetiştirmek,
giderek “uzmanlık” gerektiren bir
alana dönüştü.
Önce pedagoji, sonra psikoloji,
ardından pediatri gibi bilim dalları hala “ideal çocuk yetiştirme” sistemleri üzerine çalışıyor.
Geçmişte Rousseau ile başlayan modern bir eğilim vardı, çocuğun en iyi nasıl
yetiştirileceği üzerine. Rousseau, bir yetişkin olarak kurgu karakteri Emile’de
yüzlerce sayfa yazdı…
Hem bir filozof hem de bir baba
gibi.
Sonuç: Emile, benim tasarladığım gibi biri olacak dedi.
Rousseau, Locke, Kant ve daha pek çok filozof, ideal çocuk
yetiştirme üzerine kafa yordu.
Pek çok da formül verdiler ama hayat
çok hızlı akıyor…
Artık teknolojik gelişmelere
yetişemiyoruz. Eğitim, iş hayatı, spor, sanat dünyası vb hemen her alanda hız
ve rekabet had safhada. Geride kalmak, yarış dışı kalmak demek oluyor.
Klasmana girememek, elemeyi
geçememek, seçilememek, başaramamak, tasnif edilmemek, ıskartaya çıkarılmak…
Artık anne-babaların çoğu için kâbus
bu.
Yaşam tarzları çeşitleniyorken,
hızlı küreselleşme sürecinde hangi değeri, hangi kuralı, hangi normu kendimize
dayanak yapacağımızı çoğu zaman bilemez hale geliyoruz. Kısaca, hızlı değişim
sürecinde şaşkın, çaresiz ve hasta durumdayız çoğu zaman.
Bilim dallarının bugün söylediği,
yarın işe yaramaz hale gelebiliyor.
Hayat çok “dinamik” ama kitaplardaki formüller pek “statik”.
Birkaç günde bir yeni teknolojik
buluş gerçekleştirilir, değişik fikirler ortaya çıkar, aitipik sanat tarzları
sökün eder, farklı eğitim modelleri tartışılırken çocuklarımıza bilmem kaç yıl
önce yazılmış müfredatları, ders kitaplarını, geleneksel öğretim yöntemlerini
dayatıyoruz.
Biz müfredatlarımıza cihat konusunu ekler, evrimi çıkarırken bazı ülkeler
müfredatları kaldırıp öğretmeni özerk kılıyor. Tektip müfredat, tektip ders
kitabı, tektip öğretmen, tektip bina, tektip öğretim materyali, tektip insan
modeli…
Küreselleşmeyle birlikte
çokdilli, çokkültürlü, çokkimlikli şeyler ve insanlar dünyasında yaşarken bize
dayatılan “tek”li şeyler; hepsi de birbirinin kopyası, tekrarı olan şeyler…
Kitle içinde erimek ile sürü
içinde aynı davranışı göstermek arasında gidip gelmemiz isteniyor…
Bu zor durumda pusulamız ne
olmalı?
Çıkış var mı?
“Kesinlikler”i mi aramalıyız çocuk yetiştirirken?
Yoksa “risk” mi almalıyız?
Veya “olasılıklar” üzerinden mi gitmeliyiz?
Kesinlik: Dingin liman!
Risk: Dalgalı deniz!
Olasılık: Beklenmeyen gemi!
***
Artık çok zor koşullarda çocuk
doğuruyor ve yetiştirmeye çalışıyoruz. Onca imkâna rağmen. Peki, nasıl ve neye
göre yetiştireceğiz? Her uzmanın verdiği yanıt farklı. Medya kafamızı
karıştırıyor, internet çöp bilgilerle dolu, sosyal medya tam bir şaklabanlıklar
dünyası…
Kimi geleneği baz al diyor, kimi
de teknolojik rasyonaliteyi.
Dine dönelim diyen de var, dinden
uzak durup modern takılalım diye ısrar eden de.
Ama asıl kırılma, ev sonrası
sosyal yaşamla başlıyor.
Her anne-baba için çocuğu evde “sevgi kaynağı” ama evin dışındaki hayatta
başarılı olması gereken bir “nesne”.
Evde yanı başımızda, dizimizin
dibinde uslu bir evlat olsun, dışarı çıkınca acımasız bir yarışmacı olsun!
Ev için duygusal bir varlık,
dışarısı için bir proje.
Çocuğumuzu evde bir çocuk gibi
sevelim ama dışarıda yarışçı, rekabetçi, atılgan olsun; hakkını yedirmesin, hiç
geride kalmasın, hep ileride, mümkünse en başta olsun…
Hakları değil, ödevleri
olan bir çocuğumuz olsun istiyoruz.
Uslu, terbiyeli, ödevlerini
zamanında yapan, mümkünse anne-babasına benzeyen bir proje-çocuk…
Çocuğum benden daha fazla
yükselsin, prestijli bir mesleği olsun, çok para kazansın, ünlü biri olsun ama
karakter ve kişilik olarak benim gibi olsun.
Bana benzesin, kafamdaki projeye
uysun, dediklerimin dışına çıkmasın, modelimden sapmasın, harcadığım para ve
emeğe değsin...
Böyle bir şey olabilir mi?
***
Viyana’lı psikolog Sigmund Freud’un bir gün kliniğine bir kadın gelir. Kadın çocuğundan
yakınır. Israrla sorar: “Çocuğumu nasıl yetiştirsem de, iyi olsa?” Çocuğunun şımarıklığından yakınan anne
karşısında Freud karamsardır; ne yaparsa yapsın, kadının çocuğunu iyi
yetiştirmede başarısız olacağını söyler.
O kadar mı çaresiziz?
Bunca karamsarlık niye?
Çocuğun tembelliği, şımarıklığı,
dağınıklığı…
Peki, bunlar bir felaket midir?
Hayır.
Kim hayatında bir kez olsun
tembel, şımarık, dağınık olmadı ki!?
***
Bu zorlu modern hayatın içinde “düzgün” çocuk yetiştirmek mümkün değil
mi?
“Düzgün” tehlikeli bir kavram;
kime göre düzgün, neye göre düzgün, hangi ortam ve koşullara göre düzgün? Düzgü
yani norm! Kimin normu, neye göre norm(al)?
***
Hayat eskisi gibi değil. Temiz
bir çevreye sahip değiliz örneğin. Doğal yiyecek bulmak zor, şehir hayatı çok
hızlı ve stresli, rekabet acımasız, iş bulmak güç.
Hormonlu yiyecekler, kirli hava,
kalıplaşmış eğitim, yarış atına çevrilen öğrenciler, doğadan uzakta bir yaşam,
teknolojik müptelalık, sanallaşan hayat, periyodik mutsuzluklar, hayattan zevk
alamamak…
David Elkind’in deyimiyle, bu şartlarda “acele ettirilen çocukluk” ile karşı karşıyayız.
Anne-baba, çocuğunun hemen her
şeyde hızlı olmasını istiyor: Elbisesini giyerken de, matematik problemini
çözerken de, akıl oyunlarında skor yaparken de... Tuhaf bir acelecilik
içindeyiz. Hedef için sürekli tetikteyiz. Acele edersek eğer, hızlanırız. Hızlı
gideriz. Madalya hep hızlıya verilir zira.
Başarısızlık, asıl düşman; nereden, nasıl, ne zaman saldıracağı
belli olmayan bir düşman…
Bir şeylere, bir yerlere
yetişmeye çalışıyoruz. İnanılmaz bir tempo içindeyiz.
Bu tempoya güç yettirmek de çok
zor. Zaten yettiremediğimiz için stresten obeziteye, kuşak çatışmasından
kültürel boşluğa değin bir dolu sorun yaşıyor çocuklarımız. Yavaşlık, anne-babalar için neredeyse
bir kâbus. Yavaş mı öğreniyor, kâbus. Yavaş mı koşuyor, kâbus. Yavaş mı yemek
yiyor, kâbus. Kâbus mu görüyor, kâbus.
Çocuğumuzun kapasitesi belli,
hiçbir zaman yetişkinlere ayak uyduramaz.
Sonuçta “akıllı küçük” değil, başka ve fakat ucube bir gerçeklikle karşı
karşıya kalıyoruz.
Ya da iletişim bilimci Neil Postman’ın ifadesiyle, ortaya çıkan
bir tür “yetişkin-çocuk” ile. Veya “çocuk-yetişkin”.
Yani büyümüş de küçülmüş bir
varlık. Veya küçükken bile büyük gibi görünen biri. Hemen büyüsünler, yani
çabucak başarılı olsunlar… Büyükler gibi akıl yürütsünler ama büyüklerin
haklarına sahip olmasınlar.
Daha kötüsü, pek çok ebeveynin
çocuğunu rasyonel yetiştirmek adına bir proje gibi görmesi…
***
Ne için proje?
Elbette, başarı için.
Başarı derken,
“kaliteli okul”
“yüksek notlar”
“değerli diploma”
“prestijli meslek”
“lüks hayat”
“kolay yaşam”
***
Bütün bunlar maddi getiriler. İçinde hiç “manevi” bir şey yok. Değer, norm,
ahlak, dayanışma, insanlık vb. Hemen her anne-babanın ilk hedefi, çocuğunu,
rasyonel ve verimli bir proje olarak “üretmek”
ve “işletmek”.
Proje derken elbette bir yatırım, girdi-çıktı hesabı,
maliyet vb söz konusu. Bilanço çıkarılırken, çocuğun duygusal gelişimi değil
de, girebildiği veya giremediği okul/lar dikkate alınır.
“Sana özel öğretmen tuttuk, dershaneye bir ton para
harcadık, kurslara gönderdik, bir dediğini iki etmedik… ama bu notlar da ne
böyle?!”
Çocuk doğar, hemen sağlıklı olması için önlemler alınır,
sonra “en kaliteli” kreş, anaokulu,
ilk ve ortaokul, lise, üniversite vb seçilir; sonra meslek, iş, çalışma, eş
seçme, torun sahibi olma.
Bu döngü otomatiğe bağlanır. Çoğu anne-baba, bir an durup ne
yaptığını düşünmez; döngünün içine girer, davranışları otomatikleşir, başka
herkes gibi yapmayı güvenli bulur. Bu akılcı kalıbın içinde tuhaf bir “sürü” zihniyeti ve davranışı var.
Çoğu anne-baba için çocuğu, kendilerinin gerçekleşmiş veya
gerçekleşmemiş hedeflerinin bir projesi olmalıdır.
***
Peki, insan bir proje olabilir
mi?
Bir inşaatın projesinden
bahsedebiliriz, bir makineden, deneyden, kitaptan vb. Bir nesne üzerinde plan,
tasarı, proje, uygulama vb yapmak kolay. Fakat çocuk, bir insandır. Nesne
değil. Onu projelendirirken, tıpkı bir köprü tasarlar gibi planlayabilir miyiz?
Yoğun bir akılcı plan içinde çocuk yetiştirebilir miyiz? Nesne bile
planlarımızdan saparken, bir duygu, eğilim, inanç, yeti yumağı olan çocuk hayli
hayli sapar. Böyle durumlarda anne-baba için sorumlu çocuğudur, sistem değil.
Sisteme posta koymak zor ama
çocuğu azarlamak kolay, ondan hesap sormak işimize de gelir; nasıl olsa, onun
üzerinde “hakkımız” var değil mi?
Bütün bu akılcı planların içinde
çocuğumuzun hayatı nerede?
Duyguları, inançları,
beklentileri, eğilimleri, özlemleri, hayalleri, oyunları, tembellikleri,
arkadaşlıkları, tatilleri, yetenekleri, yapıp-etmek istediği bir dolu şey…
Nereye düşüyor bütün bunlar?
Mesela çocuğumuzun hangi oyunu,
hangi oyuncakla, ne kadar, ne tür bir ortamda, ne için oynaması gerektiğini
tasarlamak, çocuğun oyundan zevk almasını engellemez mi? Çoğu anne-baba
yatırımlarını, çocuğunun insan olarak gelişimine yönlendirmez ve fakat zekâsı
gelişsin diye yapar; kurslar, dershaneler, özel öğretmenler, teknik
formasyonlar, yaz kampları, milimetrik ölçümler, zekâ testleri…
Çocuk değil, “zeki çocuk”…
Akıl değil, zekâ.
Akılda bir toplumsallık vardır
az-çok, oysa zekâ daha işlemsel bir şey. Mesela IQ ile zekâmız ölçülür, aklımız
değil. Matematikte zeki olabilirsiniz, ama toplumsal dünyada tam bir aptalı
oynamak zorunda kalabilirsiniz.
Zekâ sistemin yüklediği bir şey
gibi; akıl ise şeytanın avukatına benzer…
***
Proje.
Akılcı bir tasarı.
Fakat hayatımız kimi zaman
tasarlamadığımız gibi gitmez.
Riskler, tesadüfler, olasılıklar,
beklenmedik gelişmeler, şanssızlıklar, sorunlar, atipik sonuçlar mümkün.
Bunlarla karşılaşan isterik, hırslı ve rekabetçi anne-baba, sabah akşam “nerede
hata yaptım da bütün bunlar başıma geldi?” diye sorar durur.
Oysa belki de asıl hayat burada
akıyor.
Sistem çocuğunuzu rutinlerin
içine hapsetmenizi ister hep. Otomatikleşen rutinler: problem çöz, sınavlara
gir, kaliteli okul kazan, değerli bir diploma edin, bol kazançlı bir iş sahibi
ol, kendine benzeyen bir kadınla evlen ve kendin gibi bir çocuğun olsun.
Ortalama, otomatik, rutin hayat,
bu: Ama ruhsuz, insansız, duygu yoksulu bir hayat…
Belki de hayatı ilginç ve
yaşanılır kılan, aşırı bir “akılcı
düzen” değil, “sürprizler”dir.
Sürprizleri severiz;
beklemediğimiz bir misafirin çıkıp gelmesi, iki lafın belini kırmak böylece…
Kaotik bir hayat değil sözünü
ettiğim, ne de aşırı düzen.
Farklı, değişik, çeşitli, ilginç
şeyleri daha çok sevmez miyiz?
Matematik problemi çözmekten
yorulduğumuzda edebiyata sığınırız, spor yaparız, film seyrederiz, boş boş etrafa
bakınırız…
Zira hayatın zorunlulukları pek
de keyifli değildir.
Ödevleri yapmayı değil, boş
zamanı özleriz.
Belki de dolu dolu zamanı boş
zamanlarımızda geçiririz.
Bazen tembelliğin tadını hiçbir şey vermez.
***
Pek çok ebeveyn, çocuğunu aslında
tanımaz. Çünkü onu tanıyabilecek ne yeterli formasyonu ne de niyeti vardır.
Anne-babaların sırf “kaliteli” bir
okula girsin diye çocuklarını “yarış
atları”na çevirdikleri vakıa. Sırf çocuğumuz çevresindeki arkadaşlarından geride
kalmasın diyedir bu.
Çocuğumuzun kişiliği, karakteri,
yetenekleri ile değil, kazandığı okulun adını telaffuz ederek övünürüz.
Peki, sözde ileriye doğru
ittiğimiz çocuğumuz, “hangi ileriye
doğru” gidecek? Sırf sınav kazansın diye projelendirilen çocuk, hayatın bu
mükemmel döneminde neleri kaçırıyor acaba?
Iskaladığı nedir çocuğumuzun?
Belki de çocuklarımızı “rahat bırakmak” en iyisi.
***
Bir anne-baba çocuğuyla arkadaşı
gibi arkadaş olamaz, sevgilisi gibi sevgili olamaz, öğretmeni gibi öğretmeni olamaz…
En güzeli, çocuğu bir proje gibi
görmekten vazgeçip onunla birlikte yürümek; birlikte karar vermek. Ne önünde ne
de arkasında ve fakat yanında…
Yetişkin ile çocuk çok farklı
düşünür. Çocuğu çocuk yapan, kendisidir. Saf, kırılgan, samimi, dobra dünyasıdır.
Çocuğu anlamak için fazla
yorulmaya gerek yok.
Dinlemek ve konuşmak yeterli.
Elbette öneri getirmek
gerekebilir, yanlış gösterilebilir, gerekirse eleştiri yapılabilir, zararına
olan şeyler engellenebilir. Ama öneri, yanlış, eleştiri, zarar dediğimiz
şeylerin ne olduğunu çocuk da düşünmeli.
Çocuğumuzu özneleştirmek en
iyisi.
Onun bir kimliği var, hakları söz
konusu, kültürü farklı, dünyası değişik.
Bu kimlik, hak, kültür ve dünya
için bizim ona asgari standartlar sağlamamız yeterli. Gerisini o halleder.
Oysa çocuğu projelendirdiğimiz
zaman kafamızda bir model oluşturur, teorimize göre bir pratik çizeriz. Çocuğumuzun
hayatı ile kafamızdaki şablon, kalıp ve norm aynı olamaz.
“Ben annemden, babamdan böyle
gördüm; sen de benim gibi olacaksın!”
Çocuk akıp gitmek ister, siz ise
onun önüne bin bir bent örersiniz. Akışkanlığa karşı durgunluk niye?
Akacak su
yerinde durmaz…
***
Şöyle bitireyim:
Çocuk, ne yetişkindir ne de
uzaylı.
İkisinin arasında bir yerdedir.
Yani çocuğunuz ne size çok yakındır
ne de uzay kadar uzaktır.
Denge, ne kaotik bir şeydir ne de
aşırı düzen.
Bunun neden ve nasıl bir şey
olacağını bilmenin en güzel yolu, çocuğun çocuk olduğunu hiçbir zaman
unutmamaktır.
Projeleriniz
sizin, çocuğunuz kendinin olsun.
Yorumlar
Yorum Gönder