Yaratıcı Çocuk
Son yıllarda yaratıcılık moda oldu.
Artık kaliteli bir şeyden bahsettiğimizde, yaratıcı yönüne dikkat çekip duruyoruz: Yaratıcı eğitim, yaratıcı beyin, yaratıcı ilişki, yaratıcı antrenör, yaratıcı sanatçı...
Yaratıcılıkta sanki sihirli bir şey var. Kolayca bilemeyeceğimiz, hatta anlayamayacağımız bir sır. Belki de insanüstü bir şey.
İnsanı kendine çeken, alabildiğine ilginç, bambaşka bir durum...
Genelde yaratıcılığı insana yakıştırırız. O yüzden yaratıcı bir hayvandan pek bahsetmeyiz. Ya da yaratıcı bir evden, makineden. Yaratıcılık, insana özgü. Çünkü yaratıcılıkta beynin işlemesine bağlı olarak zihnin yeni, farklı, güzel, kaliteli bir şey üretmesi söz konusu.
Yaratıcılıkta pozitif bir şey olduğunu düşündüğümüz için yaratıcı beyinlere prim veririz. Bütün büyük sanatçılar yaratıcı idi, çünkü yeni bir şey yaratmışlardı. Ya da Einstein; fizikte yeni bir kurama imza atmıştı. Picasso kübik resimde bir idol olmuştu. Maradona yaratıcı bir futbolcuydu çünkü herkesten farklı oynuyor, sonuç alıyordu. Şık çalım, kıvrak bilek hareketleri, ani dripling, estetik hareketler...
Aslında her şey bir yaratıdır; makine, eşya, evler vb. Ama yaratıcılık dediğimizde, bambaşka bir şey kast ederiz. O güne değin tarihte görülmeyen bir şeyden. Yepyeni, sıfır kilometre bir şey. Egzantrik, atipik, çok farklı bir şey.
***
Yaratıcılığı neden isteriz acaba? Gerçekten ister miyiz? Genelde anne-babalar çocuklarının yaratıcı olmasına kızmazlar, eğer aile bütçesine, çevreye, insanlara zarar vermiyorlarsa. Tersi durumda çocuk anne-babasından şamar yer.
Bizde çoğu ebeveyn için çocuğun yaratıcılığı-eğer varsa-bir işe veya şeye yaramalı. Mümkünse para kazandırmalı ya da ün; en azından hayatı kolaylaştıracak bir işlevi olmalı bu yaratıcılığın. Yani yaratıcılık boş yere olmamalı; boşa zaman geçirmemeli çocuk, aile bütçesini boşa harcamamalı.
Buna "işlevsel yaratıcılık" diyebiliriz. Genelde piyasanın, okulların, bilim dünyasının prim verdiği yaratıcılık, karşılığı olan bir yaratıcılıktır. Böylesi bir yaratıcılık elbette kuru bir ilhamla gerçekleşmez; çok çalışmayı, bir yığın deney yapmayı, çoğu zaman hayal kurmayı gerektirir.
***
Ülkemizde ilk kez 2004 Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in Türkiye eğitim sisteminde devrim dediği bir müfredat değişikliği yapılmıştı. Buna göre, eskinin Pavlov'un köpeği gibi klasik koşullandırmaya dayalı "Davranışçı" öğrenme yerine yerine "İnşacılık" getirilmişti. İnşa yani kurma veya oluşturma, İngilizcesi ile construction.
Bu yeni felsefe öğrenciyi merkeze almıştı: "Öğrenci Merkezli Eğitim". Yani çocuk aktif, fail veya özne olacak; ezber, mot a mot, düz öğrenme bitecek, öğrenci öğretmen karşısında pasif olmayacaktı. Yani yaparak öğrenme (learning by doing) John Dewey'nin deyimiyle.
***
Bunun için de öğretmen mümkünse geri planda, rehber konumunda duracak, sadece yönlendirme yapacaktı. Merkezde öğrenci olduğuna göre, öğrencinin çeşitli becerileri öğrenerek yaratıcı olması sağlanacaktı. Burada "proje" ve "performans" ödevleri devreye sokulmuştu. Kağıt, metal, plastik gibi çeşitli malzemeler kullanılarak öğrenci çeşitli kombinezonlar oluşturacak, hem hayal dünyası ve tasarım gücü gelişecek hem de el becerileri artacaktı. Performansta ise çocuk daha çok derslik ortamında herhangi bir alanda (müzik, web tasarımı vb.) yeteneğini sergileyecekti.
***
Malum, çocuğu fazladan birkaç soru daha çözsün veya daha yüksek not alsın diye genelde projeler veliler tarafından yapıldı. Öğrencinin aklı, "nitelikli" okullara giriş sınavlarında sorulan sorulan soruların nasıl çözüleceği ile ilgiliydi; yoksa proje ve performans ile değil.
Çoktan seçmeli standart testler, bir sınav olarak bu yaratıcı etkinliklerin yani proje ve performansların geliştirilmesini engelledi. Bu, fiili bir durum.
Ama bir de bir zihinsel durum var, zihniyet. Bizim kültürümüzde yeni bir şey yapan pek sevilmez, ne de alkışlanır. Yeni bir şey, genelde düzeni bozan tekinsiz, tehlikeli bir şey olarak görülür. "Otur oturduğun yerde, anan-baban nasıl yapmışsa, sen de öyle yap!" Bir gelenek vardır, taa eskiden beri gelen. Ona uy, onu sürdür, ona inan...
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar; onuncu köyde ise ne olacağı belli değil... On birinci köy ise menzil dışı...
***
Fakat son yıllarda teknolojinin hızlı değişmesi, bizim de yediden yetmişe bu teknolojiye uyum sağlama çabamız, yeniye, haliyle yaratıcılığa bakışımızı değiştirdi. Şöyle bir kentlere bakın; "toplu konut" yerine "rezidanslar"da oturmak istiyoruz; çok meşgul bir iş adamı gibi sürekli "online" haldeyiz, cep telefonsuz yapamıyoruz. Her şeyin son modeline sahip olmak istiyoruz, refahımız ideolojimizden daha önemli. Konfor için eski alışkanlıklarımızdan vazgeçmeye hazırız. Yaratıcı şeylere ilgimiz artmış durumda; bienaller, müzeler, gösteriler, fuarlar vb sürekli ziyaret ettiğimiz yerler. Okul binalarımız da okullarımız da giderek modernleşiyor; "akıllı okul"dan bahsediyoruz, "kodlama eğitimi" diyoruz, "sanayi 4.0"dan bahsediyoruz...
***
İyi de bütün bu resmin ortasında neden yaratıcı ürünler üretemiyoruz hala. AR-GE'ye az mı harcıyoruz? Evet. Eğitimde ezbere hala bağımlıyız? Evet. Uzatmadan, pek de yaratıcı bir toplum değiliz. Bunu değiştirmek için çok çabaladığımız da söylenemez. Biçimsel olarak uyarlandığımız bir son model hayat var ama içerik olarak orada bizim ürettiğimiz bir şey yok. Bu bir devlet politikası ama zihniyet kodları kültürün derinliklerinde. "Yaratıcılık Allah'a mahsustur" deyip bu kavramı kullanmayan en az 50 milyon insan var Türkiye'de. O yüzden "Evrim Teorisi" pek hoşumuza gitmiyor; gitmediği için müfredatların dışına attık, "cihat"ı ekledik. İmam-Hatip okullarıyla küresel rekabete dayanabileceğimizi düşünüyoruz.
***
Bu resmi nasıl değiştirebiliriz? İlk akla gelen hemen eğitim oluyor. Eğitim bunu yapabilir mi? Elbette yapabilir ama eğitimi insanlar üretir. İnsanın düşüncesini, eğilimlerini, alışkanlıklarını değiştirmeden onu nasıl eğitebiliriz ki!?
Devletin rol ve sorumlulukları belli: Bütçe, yatırım, demokrasi, yenilik, reform, kadro vb. Fakat anne-babaların yapacağı bir şeyler yok mu? Aile denilen özel kurumda anne-baba çocuğunu yaratıcı bir şekilde yetiştirmede ilk adımı atamaz mı?
***
Elbette atabilir ama ne yapmalılar? Hemen akla oyun falan gelir; satranç gibi ya da matematiği verimli biçimde öğreten teknikler. Akıl oyunları vb. Fakat bunlar aslında zekayı işlevsel açıdan geliştiren şeyler. Birilerinin paket program olarak hazırladığı oyun, formül, işlem falan öğretilir burada. Yaratıcı bir şey yok bunda.
***
Kuşkusuz yaratıcılık, sıfırdan bir şey üretmek değildir. Yaratıcılık, dolan bir bardağa akan son damladır; o son damla, nihai üründür, başarıdır, yaratının kendisidir. Bardağı doldurmak rutin bir işlem olabilir ama o son damla önemli; fazla olursa bardaktan taşar su, az olursa bardağı doldurmaz.
***
Aslında çoğu anne-babaya, çocuğunuz yaratıcı mı olmalı, yoksa işe yarar bir zekaya mı sahip olmalı diye sorsanız, herhalde zekadan yana tavır alır. Zekada işe yarar bir pratiklik bulunur: Pratik ve hızlı biçimde problem çözen zekidir ama ilginç bir heykel yapan zeki değildir. Mühendis zekidir ama sanatçı değil. Zeka işe yarar bir şey yaratırsa, el üstünde tutulur. Bu genel bir durum.
Anne-babalar çocuklarını yaratıcı kılmak için çok şey yapacak durumda değiller elbette. Böyle bir şey için bütçe lazım, uygun mekan gerekir vb. Fakat yakından bakıldığında hiç de öyle değil. Mesela bazı müzik aletleri çok pahalı değildir; çocuk odasında resim çizebilir, evin balkonunda bazı basit deneyler yapabilir, varsa çatı katı veya bodrum basit bir laboratuvara dönüştürülebilir.
***
Fakat yaratıcılık için çocuğa ortam, bütçe ve imkan sağlamadan daha önemli şeyler var. En önemlisi de, anne-babanın çocuğunu tanımasıdır. Potansiyelini keşfedebilmesidir. Yeteneklerini görüp takdir edebilmesidir. Bunlar bir şekilde okulda ya da daha sonraki iş hayatında muhtemelen ortaya çıkacak veya keşfedilecektir. Fakat bunun daha evde, evvel fark edilmesi veya keşfedilmesi daha önemlidir. Bu, o çocuğun hangi okula gideceğini, ne tür bir eğitim alacağını belirlemede erkenden yardımcı olur.
O yüzden anne-babaların çocuklarını iyi izlemeleri gerekir. Onları yaratıcı kılacak ortam ve imkanları mümkün olduğunda evde veya yakın çevrede oluşturmalılar.
***
Peki yöntem ne olmalı? Gerek evde gerekse okulda. Güney Kore ile Finlandiya eğitim sistemleri PISA'da hep ilk sıralarda yer alıyorlar. Aslında, bu başarıda iki ülkenin uyguladığı yöntemler çok farklı. Finlandiya'da temelde öğrenci bireysel olarak rekabet veya yarışma olmadan, standart test sınavları kullanılmadan öğrenmeye ve yaratıcılığa itiliyor; Güney Kore'de ise grup veya ekip çalışmasına dayalı öğrenme genelde aşırı rekabet, standart sınav ve aşırı disipline dayalı olarak gerçekleşiyor. Ama yöntemler farklı olsa da, ikisinde de öğrenme çok verimli, yaratıcı beyin üretimi son derece faal. Bunu iki ülkenin teknolojideki önemli markalarından anlıyoruz. Nokia (Finlandiya) veya Samsung (Güney Kore).
***
Aslında yaratıcılıkta bireysel bir şey var; güdü, eğilim, inanç, hırs, hedefe kenetlenme vb. Fakat birey hiç bir zaman yalnız değildir, herkes toplumsal bir insandır. Başkalarını ayna olarak kullanıp kendinin ne olduğunu anlayabilir. Türkiye'ye en uygun yöntem bu bireysel yönleri grup/ekip çalışması içinde geliştirmektir. Bu bizim için çok da iyi olur çünkü biz ekip halinde çalışmak konusunda pek de iyi değiliz, her ne kadar kolektif bir kültürel gelenekten geliyoruz olsak da. 1950 sonrası içine girdiğimiz kapitalizm bizde bir tür yırtıcı, bencil, çıkarcı, çevreyi kirleten, sömüren, kendini düşünen bir birey tipi yarattı. İşte asıl hedef, bu insan tipini değiştirmek olmalı.
Yorumlar
Yorum Gönder