Bir Fenomen olarak Kemalettin Tuğcu

                  

Kemal İnal


Kemalettin Tuğcu Türkiye tarihinde vasatlığın ötesinde, sıra dışı bir yazar olarak fenomen seviyesine ulaşmış velüt bir edebiyatçıydı. Çok okunması, kitaplarının baskı üzerine baskı yapmasından ziyade Tuğcu’yu fenomen düzeyine çıkaran nokta, naif dil, yazılarındaki samimiyeti, güzel ve iyi bir dünyanın edebi alan üzerinden de kurulabileceğine olan inancının ülkede birçok kişinin dikkatini çekmesiydi. Seslendiği asıl kesim olan “gariban”, “yoksul”, “örselenmiş” çocuklara yaklaşımı elbette dramatik, çoğu zaman didaktik ve naif idi; çocuğu romantik saflığın zirvesine yükselterek onda mutlak bir iyiliği, bozulmamış saflığı buluyordu. Yetişkin dünyasının hızlı modernleşmeyle birlikte içine girdiği kültürel uyumsuzluğu aşamayacağına olan görüşüne karşın çocuklarda çözüm kabilinden bir potansiyel görüyordu.


Çocuklar, yetişkinlerin bozulmuşluklarının tersine, evliya misali girdikleri toplumsal hayatta çıkarcı, ahlaksız, namussuz yetişkinlere öncelikle kendi saflıklarıyla doğru yolu gösteriyorlardı. Düzeltici, ıslah edici, doğru yola getirici bir güç vehmedilen çocuklar, bozulmamış doğayı temsilen bozulmuş bir medeniyete dikkat çekmek bakımından aslında tipik bir kurtarıcı payesi taşıdılar. Bu anlamda Tuğcu, Türkiye çocuk edebiyatında naif romantizmin zirvesidir. Bütün “hamasi” duyguların resmigeçit yaptığı kitaplarında ağlamak, okuru ağlamaya yöneltmek Aristo’nun trajik eserleri izleyerek sanatsal arınmaya gönderme yapan Katarsisi imliyordu bir bakıma. Yetişkin dünyasının türlü sorun ve kirlerinden arınmak için projektörlerini çevirdiği çocuk dünyasının saflığı öncelikle, hızlı kentleşme, kapitalistleşme ve modernleşme sürecinde değer yitimine (Durkheimcı anlamda anomi)  karşı bir “yenidünya”yı simgeliyordu.


Tuğcu’nun kitaplarında trajedi, Antik Yunan geleneğinin birebir izdüşümü olmasa da, yaşanan toplumsal sorunlarda insanlığı vicdan (muhasebesine) davet etmek bakımından bir tür “hümanist muhafazakarlık”a davetiye kabilinden olmak üzere soruna çocuk üzerinden bir çözüm reçetesinin ön aşamasını gösteriyordu. Eğer trajedi varsa, bu belli bir toplumsal sorunun (hırsızlık, boşanma, dilendirme, evlatlık verme, ayrılık vb.) kendini gösterdiği derin bir çelişkiden dolayıydı. Tuğcu’nun kitaplarını okuyup duygulanan, ağlayan, vah vah eden, okurken gözyaşlarını mendille silen okur tipi Türkiye bakımından tipiktir. Ağlamayı seven bir kültürümüz var, çok acı çektiğimiz içindir belki. Tuğcu bizi ağlatarak soruna odaklarken bir bakıma bu ağlak kültürü de yeniden üretiyordu. Nasıl hemen hemen aynı dönemlerde Kerime Nadir naif platonik aşklar yüzünden yetişkin okuru ağlattıysa, Tuğcu da merkezinde çocukların olduğu türlü trajedilerle öncelikle çocuk ve genç okurları duygulandırdı. İki yazar da içimize, kalplerimize, vicdanlarımıza seslendi; geçip gitmekte olan o eski gelenekler, “ağır zamanlar”, “derin ilişki temelli dünyalar” kopup elimizden gider, yerini son derece bireyci ve çıkarcı bir kapitalist dünya alırken aslında yeni nesnel ilişkiler karşısında eski öznelliklerin yaşadığı derin kaos, anomi ve uçurumları resmetti. Son derece bireyci, çıkarcı ve acımasız bir dünya kurulurken naif bir şekilde merhametten bahseden Tuğcu, aslında bir biçimde yitip giden feodal dönem ve ilişkilerin simgesi olan Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırması gibi artık modern ilişkilerin ortasında iyice zayıflayan vicdan ve insancıllığa sesleniyordu.


Fakat onun düşmanı ne sistem, ne kişiler ne de devlet, üst sınıflar veya şirketlerdi. O, geçip giden güzel bir dünyanın özlemi içinde bizi kendimize döndürmek üzere derin ruhumuza sesleniyordu. Bedensel (maddi) hazların ele geçirdiği günümüz (Tuğcu dönemi) şehirli insanın giderek unuttuğu, önemsemediği, ayaklar altına aldığı değerler, kayıp bir dünyayı imliyordu. Gerek Cervantes’in gerekse de Tuğcu’nun kahramanları kaybetmeye mahkûmdular, zira devir değişiyor, ilişkiler yenileniyor, yeni değerler sökün ediyor, insanlar da başka türlü kılıklara bürünmeyi bir erdem sanıyordu. Yeni tanrılar (para, piyasa, mal/meta, tüketim, lüks, şöhret vs.) insanın önünde secde ettiği büyülü gerçeklikler, fetişler kılığına girerken elbette bütün bunları belli bir tip insan üreterek yapıyordu. Tuğcu değişen (kötü) zamanların tüm sorumluluğunu kötücül insana yüklemişti ama unuttuğu şeylerin başında, bu kötülüğün sistemik yapısının sorgulanmasıydı. O yüzden Tuğcu, naif bir yazarlığın ötesine geçip nesnel bir edebi gerçeklik yaratmada başarısız oldu.      

                
Tuğcu’nun işlevselliği

Tuğcu sadece kitap yazan, edebiyat dünyasında bir yazar olarak yer alan ortalama bir insan değildi. Yazdığı çok sayıda kitabıyla çocuklara okumayı sevdiren, onları kitaba yaklaştıran, kitabı edebi bir nesne olmanın ötesine taşıyan bir yazardı. Okur üretme makinesi olan Tuğcu aynı zamanda çocukta belli duyguları şekillendiren ya da üreten biriydi; bu bakından kitap üzerinden hayali bir dünya yaratmak Tuğcu için belli bir sosyal dünya yaratmakla eş anlamlıydı. Tuğcu, insan vicdanına seslenirdi öncelikle; vicdan yani olaylar karşısında hümanist tutum alma tavrı bir bakıma iyilikler üzerine temellenen sosyal bir dünyanın kurulabileceğine olan inanç demekti. Vicdanın yeniden üretimi nasıl olacaktı peki?


Tuğcu bunu kitaplarıyla üretmeyi denedi; hep de ikili karşıtlıklar temelinde: üvey anneye karşı öz anne, paraya karşı maneviyat, hıza karşı yavaşlık, yoğunluğa karşı sadelik… Aslında Tuğcu’nun işlevselliği, gündelik hayat gözlemlerinden kalkarak sosyal sorunları belirleyebilmesi, onları edebi bir dil içinde çeşitli olgu, bağlantı, tasarım ve kahramanlar üzerinden edebileştirmesidir. Bütün bunları yaparken “ağır”, “edebi kült” yazar olmak gayesiyle yapmamış olabilir ama bu tavrı bile onu popülerleştirmeye yetti.  


Tuğcu’nun popülerliği ile işlevselliği arasındaki orantı doğru yönlüdür. Fakat popülerlikte kendini hâkim kılan tanınma, önemseme, hatırlama, bir başkasına önerme, bir yazar üzerinden elde edilen edebi hazzı nihayetinde piyasa dilinden bir işlevselliğe tercüme etmiştir. Bu bakımdan Tuğcu, piyasa ilişkileri içinden bize seslenen bir yazar olmanın ötesine geçip edebi bir kült olma raddesine çıkamadı. Çok-satar olmak, Amerikan yayıncılık dilinde bir bakıma reklam, tanıtım ve halkla ilişkilerle birlikte yürüyen bir süreci gösterir. Elbette Tuğcu’nun döneminde yayıncılık bugünkü kadar piyasalaşmamıştı ama yine de bir yazarın piyasada tutunması, yani çok okunması, öncelikle bir meta olarak kitabın daha fazla üretilmesi ile eş anlamlıydı. Belki Tuğcu kapitalist bir kafaya sahip değildi, kitaplarından çok da fazla para kazanmamış olabilir ama yayıncılık dünyasında popülerlik ile meta ilişkileri arasında uçurum yoktur. Bilakis yakınlık vardır ve popülerlik, edebi dilin günün egemen norm, moda ve trendleri içinden konuşmayı gerektirir. Bu anlamda Tuğcu, çelişik bir bağlamda durur: hem popülerlik bağlamında günün normlarını yeniden üretti (hatırlayalım, o dönemler ağlak Türk filmlerinin ortalığı kasıp kavurduğu yıllardı) hem de bir tür avangard olmaya soyundu. Avangardın, modern yıkıcılığının tarihsel seyri iyi bilinir; yirminci yüzyıl başlarında modern olana başkaldırı, bir bakıma ütopyacı bir arayışı da içeriyordu. Sürrealizm, Kübizm, Konstrüktivizm, Dadaizm gibi nice akımda sanatçılar, modern işlevselliğe karşı yıkıcılığı ön plana çıkarmışlardı. Oysa Tuğcu’da bir şeyleri yıkan değil, yıkılan, geçip giden, özlenilen tarihsel bir takım şeylerin, geleneklerin ardından bir hüzün, vicdan azabı ve yırtınma vardır.


Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlanan kapitalist modernleşme sadece maddi hayatı değiştirmiyordu. Fakat duruş, norm, değerler ve gelenekleri de değiştiriyordu. Köyden kente göç, kent merkezli sanayileşme, şehirci tutum ve vaziyet alışlar yeni bir birey tipinin doğuşunu gösteriyordu. Cinsellik ile özgürlük arasında kurulan ilişkiler-ki Mayıs 68’de doruğa çıkmıştır-öncelikle aile kurumunun, baba ile anne arasındaki ilişkilerin, aile içindeki çocukların bağımlı (paternalist) konumunun sorgulanmasına yol açmıştır. Bu hızlı maddi ve manevi değişimlere 1950 sonrasında Menderes’in Demokrat Parti iktidarı altında maddi kalkınma alanında liberalizm ile manevi alanda koyu bir dindarlığa dönüşle yanıt vermeye çalıştı. Bir yandan her mahallede bir milyoner yaratma sevdası yaratıldı, öte yandan muhafazakâr değerler yeniden ve fakat sadece din üzerinden tanımlandı. Öyle olunca da, otomobil, TV, buzdolabı gibi dönemin “lüks” temel tüketim maddeleriyle örnek gösterilen Amerikan çekirdek aile modelini destekleyen Hollywood sineması ile “tüketici birey” tipi yaratılmaya çalışıldı; aynı zamanda, öte yandan, kanaatkâr, “bir lokma bir hırka” felsefesini yeniden üreten bir “asr-ı saadet” nostaljisini gösteren maddi pratikler (ibadet, fitre-zekât, türbe ziyaretleri vs) öne çıkarıldı. Ortaya çıkan şey, hangi değerlerin peşinden gidileceğini bilemeyen anomik bir insan türü oldu. Bu toplumsal-değersel kriz, son sürat kapitalistleşmekle birlikte hızla da otoriterleşen Türkiye’nin askeri darbe dönemlerine girmesi, silahlı-politik gençlik hareketlerinin ortaya çıkması, melodram sinemasının üremesi, Batı özentili yeni bir eğlence ve sanat kültürünün uç vermesi ve nihayetinde ikili çatışmaların (sol-sağ, asker-sivil, kentli-köylü, laik-dindar vs.) ortaya çıkmasıydı.


İşte Tuğcu bütün bu değişen, dönüşen maddi gerçeklik içinde(n) yazdı. Neden öncelikle çocuklara seslendi peki?

Tuğcu’nun çocukları       

Tuğcu’nun çocukları merkeze almasında, edebi bir tema olarak çocuk dünyasını saflaştırıp edebileştirmesinde, geleneksel geniş ailenin çözülmesi ve modern çekirdek ailenin kurulmasının çok önemli bir yeri vardır. Geniş ailede yaşa dayalı hiyerarşide baş konumda oturan büyükbaba (dede) artık “zavallı” biridir Tuğcu’da, zira artık otorite yaş ile değil bilgi, beceri ve yetenek ile ölçülüyordu. Dede veya nine artık modern çekirdek aile için bir yük, sığıntı, işlevsiz biridir; onu bekleyen modern bir kurumdur (bakımevi, huzurevi vs.), çekirdek aile değil. Boşanmalar artmaktadır zira kadın, artık kendini annelikle sınırlamamakta, bir meslek ve kazancın güveni ve imkânıyla kariyere odaklanmakta, annelik kadar kadınlığını düşünmek ve yaşamak istemektedir. Sonuç, artan boşanma oranları, “üvey anne” kurumudur. “Analık” veya “üvey anne” artık bir sendromdur, kapitalizmin anomik ilişkilerinin yarattığı bir sendrom. Babanın alkolik olması, evin rızkının “alem”lerde harcanması, flörtün görücü usulü bastırıp bir norm haline gelmesi, özgür cinsel ilişki, kadınlar arası yeni sosyallikler (konken partisi veya gün düzenleme), moda sektörünün giyimi işlevsellikten çıkarıp haz kaynağına dönüştürmesi gibi bir yığın dönüşüm elbette aile kurumunu yeniden şekillendirdi. Bu dönüşümler sancısız olamazdı; sosyal bir maliyeti olmalıydı. Oldu da; boşanmalar, terk edilen çocuklar, ödenmeyen nafakalar, analıklar, atayı evden dışarı atmalar artarken bir tür sosyal çözülme ile birlikte bir tür de yeni bir toplum oluşuyordu. Ama henüz tam kentleşmemiş, kır kökenli, geleneksel ağlak kültürünü terk edememiş bir kent ortamında geleneksel acı kaynaklı haz kültürünün hala canlı olduğu da bir gerçekti. O yüzden mendille izlenen “Türk filmi”nin dayandığı temel hep aile oldu; aşk, aldatma, terk etme, çocuklarını yüz üstü bırakma hep aile kurumu eksenli ortaya çıkan sorunlar olarak işlendi. “İyi” çocuk, “kötü” yetişkinin karşısında konumlandırıldı. Çocuk duyarlıdır, patetiktir, kırılgandır, saftır, bozulmamıştır, kısaca doğaldır, doğanın bağrıdır. Yetişkin, Rousseau’nun düşüncesindeki her şeyi bozan sözde uygarlığın bozguncusudur; mülkiyet, para, piyasa, bencillik gibi kavramların öteki adıdır. Tuğcu için sorunun kaynağı, yitip giden güzel değerlerdir, ama neden yitip gittiği asla değildir. O yüzden Tuğcu’nun naif kişiliği projektörünü elbette yetişkinlere değil çocuklara yöneltecekti.


Can Kozanoğlu’na göre edebiyat yapmadan 260 roman yazmış Tuğcu; sanırım dünya rekoru bu. Kanımca onun ustalığı, sayıda değil, edebiyat yapmadan roman yazmasında. Eğer edebiyat yapsaydı, bu kadar çok satabilir miydi? Satamazdı, zira edebiyatın baş tacı edildiği bir toplumun içinde(n) yazmamıştı Tuğcu. O yüzden sevildi, edebi imgelerin ardına sığınmadan belki de çevresinde gördüğü “bozulmuş” şeyleri yazdı. Bu gerçekliği birebir yansıtan bir bakış mıydı? Belki de. Ama galiba tam da öyle değildi; zira nesnel gerçeklik ile öznel deneyim arasında bir mutlak örtüşmeden bahsetmek ne kadar mümkünse, Tuğcu da o derece gerçekliğe bağlı kaldı. Fakat ihtimaldir ki, çoğu kitabında abarttı, olmayacak hazin hikâyeler yarattı (ya da uydurdu) çünkü efsanelerin, masalların, ninnilerin, bilmecelerin, hikâyelerin içinden süzülüp gelen bir yazar olarak toplumun bam telini biliyordu. Bu acıydı; acıyı melodramik bir dille temsil etmesi, onu güçlü bir edebiyatçı yapmadı belki ama bir fenomen düzeyine çıkardı.


Daha o dönem “içimizdeki çocuk” felsefesinin baş temsilcisi olmuştu. O çocuk elbette bir idealdi, idealize edilmiş bir gerçeklikti ama toplumda hiçbir karşılığının olmadığı da söylenemezdi. O yüzden yetişkinler de çocuklar da aynı ilgiyle, aynı ağlamaklı tutumla okudular onu. Onun romanında resmigeçit yapan çocuklar (yetim çocuklar, sakat kalan çocuklar, terk edilen çocuklar, küçük yaşta çalışmak zorunda kalan çocuklar, hasta çocuklar, çaresiz çocuklar vs.) ta yüreğimize dokundu. Ama bize hep umut oldu, zira çocuklar iyiydi ve tarihte hep iyiler kazanmıştı. 1950’lerden itibaren “happy end” ideolojisi sinema diliyle tüm dünyaya ihraç edilirken kimin kazanacağı daha oyunun (savaş, politika, roman, sinema, spor vs.) başında belli ediliyordu; oyunda kim çok acı çekiyorsa, kim dışlanıp hor görülüyorsa, kim işkence görüyorsa, o kazanacaktı. Oyun, kurgu, norm bu yöndeydi; seyirci izlediği oyun sonucu Aristocu Katarsis’e maruz kalmalı ki sistem yeniden üretilebilsin. Brecht’in epik tiyatrosu yabancılaştırma efektiyle bu tarza karşı koyarken bir tür ütopist avangardın sözcülüğünü yapmıştı. Bizi sarsan, “hey kendine gel, bu sadece bir film, aç gözlerini, çevrende şöyle şöyle haksızlıklar oluyor” dedirten bir tarzla Tuğcu’nun işi olabilir miydi?


Olamazdı, olmadı da. Çünkü Tuğcu’nun bir ütopyası yoktu, sadece naif bir dille bizi iyi olmaya çağırmıştı. İyilik de bozulmamış çocukta saklıydı; mesele de o iyiliği bulup çıkarmadaydı. Bu haliyle Tuğcu “Türk romantizmi”nin edebi zirvelerinden biridir. Şöyle yazmış Mevlâna İdris Zengin: “Köprü altındaki bir çocuk, küçük bir çırak, kötü kalpli bir üvey anne, köşkün şımarık çocuğu, evden kaçan ve pazarda büfecilik yapan serseri ruhlu ama iyi kalpli ufaklık… ve sonunda hep iyilerin kazandığı bir solukluk romanların yazarı artık yok.” Farklı mekân, ilişki, dönem, rol, meslek altında değişmeyen tek şey, Tuğcu için, çocuğun yüreğindeki saklı iyiliktir. Tuğcu’nun romanlarının gizli öznesi, “doğal çocuk”tur. Doğada, ormanda çeşitli tarihlerde bulunan, hayvanlar tarafından büyütüldüğü inanılan çocuklar misali, Tuğcu’nun çocukları öncelikle toplumun değil, doğanın çocuklarıdır. O çocuklar iyi şeyler yaptıkları için değil, iyi oldukları için kahramandırlar. O yüzden Tuğcu için iyilik, fiili bir şey olmaktan önce verili bir şey, doğal bir öz, değişmez bir gerçekliktir. Yeniden üretilmesi, bireye bağlıdır, sisteme değil. Hayat kötü olabilir, fiili, pratik haliyle ama öz hep iyidir. Tuğcu bir arkeolog veya madenci gibi doğanın bağrında saklı kalan o özü eşip çıkarıp önümüze koydu durdu. İşte o öz gerçek kimliğimizdi, bir zamanlar yitirdiğimiz saflığımız, romantik duruşumuzdu.


Sonuç

Tuğcu, romanlarında yetim, öksüz, isimsiz, kırılgan, anonim çocuk kahramanlarıyla bize bir şeyler anlatmaya çalıştı. Her şeyden önce iyi, güzel ve saf şeylere yönlendirdi bizi, bilhassa çocuk kahramanlarıyla. Duygu ve duyarlılık, onu yönlendiren iki içkin faktördü. Selim İleri’nin dediği gibi: “Kemalettin Tuğcu’nun eserlerine baktığımızda fevkalade yoğun bir duyarlılık görüyoruz. Topluma dönüp baktığımız vakit, en çok acı çeken kitlenin yoksul kesim olduğunu gördüğümüz gibi. Bu ikisi zannediyoruz yoğun duyarlılık potansiyeliyle Kemalettin Tuğcu’yu o tarz mahallelere, o tarz insanlara itmiştir.” Evet, öncelikle yoksullardan bahsetti; belki Batılı kült yazarlar gibi edebi bir yüceliğe erişemedi ama bizi bize anlatarak bir fenomen oldu. Türkiye edebiyatı onun şahsında naif duyarlılığın şahikasına erişti. Ne kahramanlarını ne de okurlarını sömürdü; duygusallık ve duyarlılık haddi yüksekti fakat bu ikisini okur avlamada kullanmış sayılmaz. Belki de gördüğü, sezdiği, duyduğu, hissettiği gibi yazdı. Bu onu fenomen olmaya iterken edebi listelerin dışında da bıraktı. Çoğu “yüksek” edebiyatçı onu aşağıladı, ucuzlukla suçladı, kitaplarıyla dalga geçti.


Bitirirken ilginç bir alıntı yapalım Dr. Tacettin Şimşek’ten:

    “Kahramanlarını ezilen, horlanan, yoksul, kimsesiz çocuklar arasından seçen; ilginç kurguları ile merak uyandıran; kahramanlarla özdeşleşmeyi sağladığı için kolay okunan metinler kaleme alan Kemalettin Tuğcu, uzun süre tartışılan bir isimdir. Eleştiriler, melodram niteliğindeki romanların çocuk okurun psikolojisi üzerinde olumsuz etkiler yaptığı/yapacağı doğrultusundadır. Buna karşı, roman kahramanlarının zorlukları yenmek için gösterdikleri çaba, sergiledikleri azim ve irade ile sonunda hak ettikleri başarı ve mutluluğu yakalamaları romanların eğitici yönü olarak değerlendirilebilir. Yoksul ve kimsesiz kahramanların okuyucuda acıma duygusu uyandırdığı ve çocuk okurun çevresine daha duyarlı olarak bakmasını sağladığı da söylenebilir. Tuğcu, eserlerinde çocuğu aşağılayan insanlara yönelik toplumsal eleştirilerde de bulunur.”

Son söz olarak; çocuğu ve çocukluğu en derininde hissetti. Öyle olmasaydı, o naif romanlar başka nasıl yazılabilirdi ki!?


             




Yorumlar