Pazarlanan İsyan: Karşı kültür




Kemal İnal

Kapitalizmin, yarattığı kitle toplumunda arzuları gıdıklayıp sınırsız bir tüketimi körükleyerek hedonist bireyler ürettiği malum. Çoğulcu, çeşitli ve farklı olarak lanse edilen postmodern kapitalist toplumda, şirketler inanılmaz hızda çalışarak insanlara ayrıcalıklı olabileceklerini hissedeceklerini iddia ettiği yaşam tarzları ve maddeler satıyorlar. Müzik, giyim, saç biçimi, takı, kozmetikler, yemek, tatil, çeşitli duruş ve tarzlar; kültüre ilişkin hemen her şey maddi ürünlerle birlikte durmaksızın pazarlanıyor. Yeni birer türbe veya tapınak haline gelen AVM tipi çarşılarda insanlar tükettikçe midelerinin yanı sıra ruhlarının açlıklarını da dindirdiklerini düşünüyorlar. Bu kapitalist kültüre karşı on yıllardır bir isyanı ateşlediğini iddia eden “karşı kültür”ün (counter culture) kapitalizme kültür üzerinden karşı çıkış gerekçeleri, yöntemi ve uygulamaları da bir hayli tartışıldı son zamanlarda.  



Joseph Heath ve Andrew Potter’ın İsyan Pazarlanıyor. Kültür Niçin Parazitlenemez? (Ayrıntı, 2012, çev. Tamer Tosun) adlı kitabı bu tartışmayı inanılmaz bir derinlik, nesnellik ve muhalif bir tavırda yapıyor. Yazarların ana tezi şu: Karşı kültür, kapitalizmin kültürel boyutta yarattığı genelde tüketimle ilgili sorunları yanlış teşhis ediyor; öyle yaptığı için de kapitalizmi yıkamıyor ama sadece parazitliyor. Parazitleme [1], karşı kültürün temel hedefidir. Şöyle ki, kapitalizmle muazzam bir ideoloji haline gelen tüketimcilik kültürüne olan inancı kırmak için mesajı tersine çevirerek ve onun propagandasının yapıldığı kanalları engelleyerek kültürü parazitlemektir. 


Amaç, tüketime başkaldırı yoluyla sistemi çökertmek. Ama karşı kültürün isyanı, yazarların da ifade ettiği gibi, hiçbir şeyi değiştiremedi, çünkü yaslandığı toplum teorisi yanlıştı. Kültür parazitlenemez, çünkü kültür ya da sistem diye kendi başına bir şey yok. Karşı kültürel teori, sistemin sadece bireyin bastırılmasıyla düzenin sağladığına inanır ve fakat hazzın doğası gereği anarşik, ele avuca sığmaz, yabanıl olduğunu iddia ederek bu düzenin bireylerde yaygın yabancılaşma, mutsuzluk ve nevroza neden olduğunu ileri sürer. Öyleyse çözüm, kendiliğinden haz yaratma kapasitemizi geri kazanmada yatmaktadır. “Bunun yolu da çok şekilli sapkın tavırlar, sanat performansları, modern ilkelcilik ve algıyı geliştiren maddeler gibi farklı tecrübelerden geçer. Karşı kültürel analizde sıradan eğlenme esas yıkıcı eylem olarak görünmeye başlar. Hedonizm devrimci bir doktrine dönüştürülür” (s. 19-20).


Kimdir karşı kültürel isyancılar? Liste oldukça uzun ya da kabarık: Anarşistler, kültür paraziyetleyenler, küreselleşme karşıtı aktivistler, şehir çevrecileri, anti-kapitalist solcular, toprağa dönüşçü hippiler, şebekelere bağlanmadan yaşayanlar (otonomlar), hackerler, slow food hareketi, derin ekoloji taraftarları, eşcinsel hareket vd.

Karşı oldukları şeyler de oldukça uzun bir listeye sahip: 1) Arabalar: Çevreyi kirletir, tüketimciliği pompalar. 2) Tüketim malları: Yapay ihtiyaçlar yaratır. 3) Alışveriş merkezleri: Sürü psikolojisini güçlendirir. 4) Teknoloji: Zihin kavrayışımızı kısıtlayarak sistemli bir şekilde özgürlüğün, haysiyetin ve insan özerkliğinin altını oyar; toplumu atomize eder, benlikleri parçalara ayırır; özelleşmiş bilgiye, uzmanlığa ve akılcı/verimli çözümlere bel bağlamaya yol açar. 5) Kitle toplumu: Benzer tüketimcilik eğilimlerini kamçılar. 6) Kurumlar: Otoriteye bağlanmayı ve konformizmi yeniden üretir.   


Heath ve Potter’a göre karşı kültürün yanılgısı şudur: Onlar tüm politikaların kültüre dayandığını ve bütün soysal adaletsizliğin bastırıcı konformizme dayandığı fikrini savunarak alışagelmiş toplumsal normları ihlal eden her eylemin politik olarak radikal (yıkıcı) olduğuna inandılar. Öyle olunca da radikal (yıkıcı) diye görülen eylemleri (gerilla tiyatrosu kurmak, bir grupta çalışmak, avangard sanat yapmak, uyuşturucu kullanmak, çılgın seks yapmak vs.) geleneksel sol politikalardan daha eğlenceli gördüler. Yani, ana inançları, kültürel direniş eylemlerinin önemli politik içerimleri olduğudur.   

Oysa Heath ve Potter’a göre bu tür karşı kültür isyanları, kapitalizmi zayıflatmak bir yana, canlandırdı. Bundan dolayı “bizim” yapmamız gereken, sosyal adalet meselesini karşı kültürel eleştirinin elinden almaktır. Alınmalı çünkü karşı kültür, radikal politik düşüncenin temeli olarak sosyalizmin yerine geçti neredeyse.            


Tüketim kültürünü parazitleyenler

Peki, kim bu kapitalist tüketim kültürünü parazitleyenler? Liste oldukça geniş. Örneğin, Beat ya da Hippiler. İlk kuşak hippiler, 1950’lerde karşı kültürel çıkışlarını giyim vs üzerinden ifade ettiler; saç uzatmak, sakal bırakmak, takım elbise ve kravatı reddetmek, mini etek giymek, sütyen kullanmamak, makyaj yapmaktan vazgeçmek gibi. Oysa Heath ve Potter’a göre, bu giyim tarzı ve malzemeler çok geçmeden kapitalizm tarafından içerildi; bunlar reklamlarda ve vitrin mankenlerinin üzerinde kullanılmaya başlandı. Yani sistem, hippileri kurulu düzene bir tehdit olmak şöyle dursun, bir pazarlama fırsatı olarak kullandı. Oysa hippiler ve diğer karşı kültürel isyancılar, bu yaptıklarının sisteme karşı radikal bir meydan okuma olduğuna inanmışlardı. Yani sistem bu isyan formunu mesele etmedi hiç. Çünkü Heath ve Potter’a göre, “Sistem ilk olarak “devrimci” bağlamın içini boşaltıp, sembollerine el koyarak ve sonra meta olarak kitlelere geri satarak direnişi “asimile” etmeye çalışır” (s. 45).   


Beat ya da Hippilerin yanı sıra Boomer’lar[2] da 1960’larda kapitalist dünyanın maddiyatçılığını terk edip bireysel özgürlüğe dayalı yeni bir dünya kurmak istediler. Yippiler ise atipik eylemlerle dikkat çekmeye çalıştılar. Örneğin, 1968’de Demokratların başkan belirleme toplantısını basıp bir domuzu aday gösterdiler; Chicago su şebekesine LSD attılar vs. Bu listeye kitabın yazarları daha birçok grubu (Martin Luther sivil haklar hareketi, Harley Davidson motosikletçileri ve özgürlük bisikletçileri, 1980’lerdeki Punk, Ufoculuk, antik uzay tanrıları teorisi, Druid ayinleri, Atlantis aramaları, teosofi, Scientology, Rosicrucianism gibi) ekler.


Karşı kültürün isyancıları üzerlerinde taşıdıkları simgelerle (aşk kolyesi, bir çengelli iğne, bir ayakkabı markası, yırtık kot, Maori dövmesi, bir vücut küpesi vs.) kendi aralarında ortak bir dil ve iletişim sistemi yarattılar. Sigara içmek, mini etek, bikini, eroin, alternatif müzikler (caz, rock, punk, reggae, rap), dövme, koltukaltı kıllar, grafiti, surf yapma, scooter, piercing, ince kravat, sütyen takmama, eşcinsellik, esrar, yırtık giysiler, saç jölesi, Kızılderili saçı, Afrikalı saçı, doğum kontrolü, postmodernizm, ekoseli pantolon, organik sebzeler, askeri botlar, ırklar arası cinsel ilişki, alternatif tıp, reiki terapisi, kristal şifa, mıknatıs terapisi, alternatif sporlar gibi oldukça geniş bir grup düşüncesi ve uygulamasıyla karşı karşıyayız. Karşı kültürel isyancılar belli bir mantık üzerinden değişik tipler ve tarzlar yaratmaya çalıştılar: Alternatif, cool, otantik gibi. Alternatif, cool (çeşitli şekillerde huzursuz, alternatif ve havalı olarak ifade edilen kültürel bir duruş)  ve otantik olsa da, karşı kültürün eylem ve düşünceleri anaakım tarafından hemen içerildi. 




Örneğin “Cool modern ekonomiyi hareket ettiren ana güçlerden biridir. Cool tüketim kapitalizminin merkezi ideolojisi haline geldi” (s. 196). Çünkü tüm toplumsal mallar gibi cool olmak da değerini başkalarıyla karşılaştırmaktan alır (s.198).  Sonuç olarak düzen tarafından içerilen cool, sosyal bir kurum haline geldi (s.201). Kurumlaşmaya ve kurumlara karşı çıkan karşı kültürel isyancılar ürettikleri hemen her şeyin kapitalist piyasalarda bir meta haline gelmesini önleyemediler. Bir başka, öteki, bozulmamış, saf dünyayı ya da yaşam tarzını gösteren otantiklik bile piyasanın etkilerinden kaçamadı.  

Karşı kültürel isyancılara göre otantik nesneler, geleneksel yani ticari değeri olmayan bir amaçla, doğal malzemelerle yapılmaktadır. Oysa modern hayatın seri üretimi kesinlikle otantik değildir ve yabancılaşmıştır; haliyle otantiklik modern öncesi hayatın bir niteliği olarak görülmüştür. Oysa Heath ve Potter’a göre cool gibi otantik de konumsal bir mal haline geldi. Yani otantik nesne, başka birçok insan tarafından elde edilince “kültürel sermaye” (Bourdieu) haline dönüşür; yani otantik de metalaşır.      
   


Karşı kültürü savunan ya da yeniden üreten No Logo gibi kitaplar, Adbuster gibi dergiler, Amerikan Güzeli gibi filmler, sözde tüketimcilik karşıtıdırlar ama onu takviye etmekten başka bir şeye yol açmadılar. Çünkü tüketim toplumunun gerçek doğasını anlamayı beceremedikleri için tüketimcilikle konformizmi özdeş gördüler. Böylece on yıllardır piyasa güçlerini güdüleyen şeyin, konformizm değil, isyan olduğunu fark edemediler. Heath ve Potter’a göre karşı kültürel isyan, tüketimciliği artırmanın bir sonucu olmaktan ziyade ona fiilen katkıda olan bir faktör olabilir. Asıl sorun, problem yaratan konformizm değil, rekabetçi tüketimciliktir. Tüketici harcamalarını artıranlar, konformist değil, aykırı olanlardır. Herkes aykırı, farklı ve değişik olmak için başkalarından ayrılmaya çalışır; markalar tam da buna seslenir. İnsanlar kendilerine fark sağlayacağı için markalara bağlanarak tüketimde rekabetçi bir eğilimi beslerler. Ama markada da bir homojenlik vardır; üretimde bireysellik değil, kitle dikkate alınır. Marka dahi olsa mallar homojen olarak üretildiği için arzuların da homojen olması gerekir. Arzulardaki homojenleşmeyi sağlayan da, reklam sektörüdür. Bunun sonucu kaçınılmaz olarak kitle toplumudur: Arzu, istek, eğilim, düşünce ve davranışları birbirine benzeyen insanlardan oluşan bir toplum. İşte karşı kültürel isyancılara göre, tüketici söylenen yerden alışverişi yapmayı reddederek sistem aksatabilir. Tüketimi azaltabilmek için üretime katılımımızı azaltmamız gerekir.


Ama gerçekte olan bu değildir. Bu noktada Heath ve Potter, Veblen’in görüşlerine başvururlar. Veblen’e göre tüketim toplumuyla ilgili asıl sorun, “ihtiyaçlarımızın yapay olması değil, üretilen mallara içkin özelliklerinden ziyade göreli başarı işaretleri olarak rollerine göre değer biçilmesidir” (s.121). Zenginleşme arttığında, önce temel mallarda (temiz su, sağlıklı gıda, nitelikli barınak vs.) bir tüketim artışı olur ama hemen sonrasında insanlar daha gösterişli mallar satın almaya başlarlar. Çünkü bu mallar toplumda statü işaretleri olarak işlev görür. Ama Veblen, statü işareti işlevi gören mallara yatırıma bir israf olarak bakar. Bu tüketim, birilerinin yararına iken diğerlerinin zararına olur. Heath ve Potter’a göre tüketim kararları uzun süreli bir mutluluk artışı yaratmasa da tüketicilerin aptal, akıldışı ve beyni yıkanmış olarak görülmesi yanlıştır. Onlar sadece kolektif bir eylem problemine takılmışlardır. Ama elbette tüketiciler arasındaki rekabet, statü peşinde koşanları ve toplumsal konumunu yükseltmeye çalışanları sınırlar. 

      
Karşı kültürün teorisyenleri

Karşı kültürün teorisyenlerinin listesi oldukça uzun. Birkaç örnek vermek gerekirse; Rousseau, Aydınlanma dönemi radikalleri, Anarşistler, Freud, Marcuse, Guy Debord. Karşı kültür teorisyenleri genel olarak, işçi sınıfının büyük bir hayal kırıklığı yarattığını, kapitalizmin devrimci yıkılışını sağlamaktan ziyade ücretler ve sağlık yardımı gibi kazanç artışlarıyla ilgilendiğini; haliyle işçilerin devrim için değil, reform için oy kullandıklarını ileri sürerek işçi sınıfından umudu kesmişlerdi. 1950’lerden itibaren kapitalist sistemin propagandasını yapan reklamlar, tüketimciliği yaratarak işçi sınıfına daha iyi bir dünyada yaşayabileceği mesajını verdi. Çalışan sınıf reklam bombardımanına tutuldu ve beyinler mutluluk fikriyle yıkandı. Öyle olunca, tüm kültürün bir ideoloji sistemi olacağı düşünüldü. Tüketimcilik de bireysellik, yaratıcılık ve özgürlüğün ancak konformizmle kazanılabileceği mesajını yaydı. İşte karşı kültür teorisyenlerine göre asıl kaçılması gereken şey, konformizmdir ve bunu başarmak için de kültürü tamamıyla reddedip özgürlük ve bireyselliğe dayanan bir karşı kültür oluşturmak gerekir.


Karşı kültürün teorik temellerinden biri, Freud’dur. Freud, uygarlığın kurulabilmesinin büyük ölçüde cinsel isteklerimizin bastırılmasına dayandığını açıklamıştı. Uygarlık içgüdüsel doğamızı bastırıyordu. Yani kültür, bir bastırma şeklidir. İd (ilkel benlik) sürekli kendini en olmadık şekillerde ortaya koymaya çalışırken ego (benlik-kültürel/toplumsal denetim) buna karşı koyarak bir bastırmaya yol açıyordu. Böylece en ilkel arzularımız çekip gitmek ya da yok edilmek yerine sadece bastırılıyordu. Bastırmanın yerine yüceltme de söz konusu olabiliyordu. O halde, karşı kültürcülere göre, tam bir baskı unsuru olan toplum ve kültürün baskılarından kaçmak için bütün sistemden çıkmamız gerekiyordu. Freud’dan etkilenen Herbert Marcuse de, insan doğasının saldırgan olduğunu (Hobbes: İnsan insanın kurdudur), hem ölüm içgüdümüz hem de öldürme arzumuzun olduğunu ama toplumun bizi bu içgüdülerimizi bastırmaya zorladığını ileri sürdü. 



Karşı kültür terimi ilk olarak Theodore Roszak tarafından 1969’da kullanıldı. Roszak’a göre karşı kültürün ilgilendiği şey, baskı altındaki insanların psişik özgürleşmesidir. Fakat bu oldukça zor, zira işçiler, tüketim mallarının bolluğundan etkilenmekte ve böylece ruhlarını satmaktadırlar. Haliyle gerçek sınıf çıkarlarının nerede olduğunu, tüketim malları onları uyuşturdukları için görememektedirler. Bu bağlamda Roszak, Mayıs 1968’de öğrencilerin işçilerle ittifak kurmaya çalışmasını eleştirdi. Çünkü artık işçiler, sistemin nimetlerine bağlandıkları için güvenilmez bir müttefiktir.   

          
Karşı Kültür teorisyenlerinin kendilerine temel aldıkları filozofların başında Antonio Gramsci geliyordu. Gramsci, kapitalizmin işçiler üzerindeki hegemonyasını yanlış bilinç üretip bunu kuvvetlendirerek yaptığını, bu yüzden burjuva ideolojisinin bir biçimini yansıtan tüm burjuva kültürünün (kitap, müzik, resim vs.) çöpe atılıp yeni bir kültür yaratılması gerektiğini savundu. Gramsci’nin yaşadığı dönemde kapitalizm, kitleleri kendi hedefleri doğrultusunda harekete geçirmek için faşizmi ve kitle toplumunu harekete geçirmişti. Modern totaliter devletler, tiransal bir güç haline getirdikleri kitle toplumu ile fanatizm ve konformizmi yeniden üretip beslemede medyayı çok etkin içimde kullandılar. Karşı kültürel teorisyenlere göre kitle toplumu, “yazılı-görsel medya ve grup düşüncesinin piçi” (s.35) idi. Ve bu piçten kurtulmak gerekiyordu.    
    

Karşı kültürel isyanın bir başka teorisyeni olan Guy Debord, Gösteri Toplumu adlı kitabında, içinde yaşadığımız dünyanın gerçek bir dünya olmadığını, çünkü tüketimci kapitalizmin her otantik insan deneyimini alıp bir metaya çevirdiğini, sonra da reklamcılık ve kitle medyası aracılığıyla bize sattığını, haliyle insan hayatının, her parçası kendi iç mantığıyla idare edilen ve sembollerle temsil sisteminden başka bir şey olmayan bir “gösteri”ye (bir imaj haline gelecek derecede birikmiş sermaye) çevirdiğini iddia etti. O halde bu gösteri toplumundan kurtulabilmek için yapılması gereken, Debord’a göre, eski tarz sınıf devrimciliği değil, arzunun bilinci ve bilinç arzusu, yani sistemin empoze ettiği ihtiyaçlardan bağımsız biçimde kendi hazzımızın kaynaklarını keşfetmektir. Debord’a göre yapmamız gereken, bütün kültür ve toplumun kötü bir rüya gördüğünü kabul edip bu rüyayı tümden reddetmek. O halde, geleneksel politik aktivizm faydasızdır. Bunun yerine insanları gösterinin etkisinden kurtarmak gerekir. Bunun için de sembolik direniş eylemleri yapılmalı, kavramsal tutarsızlık üretilmelidir. Mesele, kültürel direniştir.   
     
   
Bu kültürel direniş vurgusuna karşın olan şey, büyük ölçüde yeni tür bir bütünleşmedir. Kitabın yazarları, karşı kültürün, kapitalist kültürü parazitleyeceğim derken birer kapitalist tüketim birimine, hatta girişimciye dönüştüğünü ileri sürerler. Örneğin, karşı kültürel isyancılar tarafından kullanılan esrar ve LSD böylesi bir sonuç üretti. Bu iki uyuşturucunun yaygın kullanımı, toplumun tüm sorunlarını çözebilirdi karşı kültürel isyancılara göre. Bunları kullanmakla jeopolitikayı etkileyebilir, savaşları ortadan kaldırabilir, yoksulluğu çözebilir ve bir “barış, aşk ve anlayış” dünyası kurulabilirdi. Haliyle bu uyuşturucularla zihnin özgürleşebileceğine inandılar. Oysa ortaya çıkan şey, Hollanda gibi ülkelerde devletin uyuşturucu kullanmak isteyenlere açtıkları resmi mekânlardır. Daha kötüsü, kapitalistler, uyuşturucuyu çok ciddi bir meta haline çevirdiler. Bu metanın kullanılması, doğrudan piyasayla bütünleşmeyi ifade eder.   


Karşı kültüre göre eğitim nasıl olmalı?

Heath ve Potter’a göre birçok bakımdan karşı kültür için toplumsal devrim, sadece eğitim devrimiydi. Britanya’daki Summerhill’den Berkeley ve birçok yerde pıtrak gibi biten “özgür üniversite”ye değin birçok uygulamada ya da uygulamayla eğitim sistemindeki bir değişikliğin bilinçte değişim yaratacağı ileri sürüldü. Bu çerçevede anti-üniversite gibi anti- çevrecilik, anti-aile, anti-tiyatro gibi akımlar belirdi. 



Karşı kültürün eğitime ilişkin görüşleri en etkili olarak Ivan Illich’in Okulsuz Toplum’unda dile getirildi. Illich’e göre kitle toplumunun bütün özelliklerini içinde barındıran okul eleştirisi önemliydi. Toplumun okulsuzlaştırılması çağrısı, aslında toplumun bürokrasi, profesyoneller ve kurumlardan arındırılmasından başka bir anlam ifade etmiyordu. Manipulatif olan kurumlar (okul dahil) bürokratik, konformist ve kitle toplumunun hizmetindedirler. Oysa kurumlar şenlendirilmeliydi; şen kurumlar, bireysel özgürlük ve kendiliğindenlik tarzıyla farklıdırlar. Polis, askeriye, büyük şirketler, hapishane ve hastanelere karşı şen kurumlar (telefon ağı, posta, kamu taşımacılığı, kamu marketleri vs.) yer almalıdır. Heath ve Potter’a göre aslında Illich “Ağ Toplumu” denilen gelişmeyi öngördü ve “daha sonra internete doğru gidecek olan özgürleşme savlarının çoğunu kabaca çizdi” (s.185).


Illich, okulları en kötü kurum olarak almıştı, çünkü “Okullar kiliselerden, erişimi kontrol eden birkaç kişinin elindeki anahtarla bilgiyi ölçülü dozlarda kitlelere dağıtarak kutsal ve dünyevi, bilgi ve cehalet arasında keskin bir ayrım yapan kilise gibidir” (s. 185). Illich’e göre kitle toplumunun her kurumu bireyi belli bir tarzda epey bir şekillendirir fakat okullar, daha derin ve sistematik olarak köleleştirir. Her şeyin standardını koyan okullar, kurumların kurumlarıdır, çünkü öğrencinin geri kalan hayatını hangi kurumda geçireceğini belirler. Ve de öğrencide kitle toplumunun ürünlerinin tüketilmesi için hayat boyu bağımlılık yaratır. O halde zorunlu eğitimin amacı, çocukları köleleştirmektir. Çünkü okul, öğrencileri bir hayat boyu itaat ve konformizme hazırlar. Okul üniforması da buna hizmet eder. Bu yüzden karşı kültürel isyancılar, uzun süre okul üniformasına karşı çıktılar fakat 1990’larda okul üniforması toplumcu siyasi sol arasında makul bir destek bulmaya başladı. Çünkü gerek okul içi şiddet artışından gerekse marka takıntısının yarattığı lüks ekonomisinin yaygınlaşmasından dolayı öğrenciler arasında rekabetçi tüketimcilikte bir patlama yaşandı. Haliyle bu rekabet öğrenciler üzerinde büyük bir sosyal baskı oluşturdu. Böylece pek çok insan devlet okullarında zorunlu tutulan üniformaların en kolay çözüm yolu olacağını düşünmeye başladı. Okul üniformasının birçok faydasının (öğrencinin kendine olan güvenini artıracağı, stres ve baskıyı azaltacağı, öğrencileri üretken okul dışı faaliyetlere yönelteceği vs.) olacağı düşünüldü.


Karşı kültürel isyancılara göre, çeşitli markalar üzerinden ifade bulan tüketimciliği aşabilmek için çocuklara serbest kıyafeti değil birörnek kıyafeti önermek gerekir. Eğer giysiler üzerinden gelişen rekabeti kaldırabilirsek, rekabetin en ciddi ve zararlı formlarının birinden de kurtulmuş oluruz. Bu, üniformanın özgürleştirici erdemlerinden biridir.      

Sonuç    
İsyan Pazarlanıyor adlı kitap, kapitalizmle değil ama onun hayaletiyle ya da gölgesiyle savaşan etkisiz bir toplumsal hareketin açmazlarını anlatıyor bize. Modern toplumun kurumlarından bunalıp tüm sorunu kültürde bulan ve fakat kapitalizmin altyapısına yönelik hiçbir ciddi programı olmayan, politika geliştiremeyen ve ciddi sonuçlar üretecek eylemler yapmayan karşı kültürel isyanın yaptığı şey, isyanı pazarlamak. İsyan, karşı kültürel isyancıları arasında sisteme radikal bir yanıt olmak bir yana, ciddi bir toplumsal muhalefet bile olamayacak derecede hafif ve yüzeysel. Aslında karşı kültürel isyancıların bir şeye isyan ettikleri de yok; yaptıkları şey, kapitalizmin yarattığı ağrıları dindirmek. Bu amaçla kaçış Batı içinde olduğu gibi dışın(d)a da gerçekleşmiştir. 

Yaptıkları şey, Ötekini aramak. Ötekini aradılar da; Vahşi Batı, Afrika içleri, Doğu, bozulmanın olmadığı yerlerdir. Otantik, alternatif, cool vs sadece oralarda olabilir. O halde suçlu medeniyettir. Medenileşmemiş kültürleri, ezoterik dinleri, hatta antik tarihi anlamak, incelemek lazım. “Vahşi soylu”nun peşinden gitmeli. Saf ötekine bir dönüş arzusu. Çünkü karşı kültürler, Batıda yaşayan bizlerden daha ruhani oldukları için özgürleşmek için en iyi yolun, Doğu tipi bir yaşam tarzı kurmak olduğuna inanırlar. Doğu, bireyi bütünlükle çatışma içinde olmayan bir varlık olarak görürken Batı, insan doğasına kötümser yaklaşır. Batıda maddiyatçılık, zihin ve beden ikiliği, mekanik evren, akılcılık, teknolojik ilerleme, atomistik bireyler varken Doğuda maneviyatçılık, zihin ve beden bütünlüğü, organik evren, bilinçlilik, ruhsal gelişim, cemaatçilik vardır. Uğruna isyan edilen şeyler bunlar ama asıl mesele, Doğu diye bir şeyin artık kalmadığıdır. Kapitalizmin girmediği, istila etmediği bölge kalmadı. Kapitalizmle, kapitalizmden kaçılarak mücadele edilemez. Karşı kültürel isyan, bir kaçış ideolojisine yaslanmaktadır.         


[1] Parazitleme (jam), elektronik dalgaları parazitleyerek telekomünikasyon dalgalarını engelleyen “jammer” cihazıyla ilişkilendirilebilir.     
[2] II. Dünya Savaşı sonrası Bebek Patlaması denilen 1943-1960 arasında doğanlar. 

Yorumlar