Kemal İnal[2]
Özet
Bu makale, 19. yüzyılın sonlarından
bu yana Türkiye’nin çocuk politikasını üç tarihsel uğrakta (Osmanlı, erken
Cumhuriyet ve AKP dönemi) belli süreklilik ve süreksizlikleri tespit etmek için
iki temel kavram altında ele almaktadır: “Terbiyeli çocuk” ve “dindar nesil”.
Buna göre makalede vurgulanan nokta, dönemlerin temel değerleri ve iktidar
odakları değişse de “terbiye” kavramında belli bir evrimsel sürekliliğin
olduğudur. Fakat aynı zamanda dönemler arasında belli kopuş ve süreksizlikler
de mevcuttur. Buna göre, terbiye kavramı geçmişten günümüze benzer veya aynı
kalıplar altında yeniden üretilmemektedir. Hem geleneksel hem de modern
anlamları bulunan terbiye, bir yandan toplumsal değerlerin temellerinden biri
oldu, öte yandan da devletin eğitim, nüfus vb bağlamında çocuk politikasını
oluşturan bir kalıp işlevi gördü. Terbiyeli çocuk veya dindar nesil yetiştirme
anlayışının altında da hep bir soy kaygısı güdüldü ama her dönemde devletin
ideal çocuk tasarımı yukarıdan belli bir resmi toplum mühendisliği pratiğinin önünü
açtı. Haliyle çocuğun yukarıdan kodlanıp tanımlanması onun kendi hak ve
özgürlüklerini kullanmasını engelledi. Bu, devletin çeşitli araçlarla yeniden
ürettiği terbiye anlayışının çocuk hakları açısından demokrasi ile çeliştiğini
göstermektedir.
Giriş ve Problem
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın (bilhassa 2010’dan
itibaren) kadınların kaç çocuk doğurması gerektiği yanı sıra kürtajın cinayet ve
sezaryenin kabul edilemez olduğunu belirtmesi, muhafazakâr aile modelini daha
çok önemsediğini söylemesi, dini eğitim veren İmam-Hatip Okullarını laik
okullara göre daha fazla önemsediğini sezdirmesi ve devlet okullarının asıl
görevinin İslami eğilimli dindar çocuk nesli yetiştirmek olduğunu açıklaması,
Türkiye’de son birkaç yıl içinde aile, kadın ve çocuk üzerinden bir kez daha
yoğun tartışmalar yaşanmasına neden oldu. Feminist, liberal ve laik kadın
örgütleri, Erdoğan’ın kadın aile ve çocuk politikasına şiddetle karşı çıkarken,
bazı kesimler (bilhassa sosyalist eğilimli eğitim sendikası Eğitim Sen, çeşitli
siyasal partiler, sivil toplum örgütleri) ise devletin laik okullarının İslami
eğilimli “dindar-kindar” bir çocuk modeli yetiştirmek gibi bir görevinin
olamayacağını savundular. Aslında devlet, kadın ve aile üzerinden dolayımlanan ve
merkezinde hep çocuk olan bu tartışma Osmanlıdan bu yana süregelen çok eski bir
tartışmanın (“çocuk nasıl ve kim tarafından ve hangi değerler çerçevesinde
yetiştirilmelidir?”) süregelen yeni biçiminden başka bir şey değil. Osmanlı
İmparatorluğu devlet adamları ve aydınları da 19. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren devletin gittikçe hızlanan çöküşünü durdurmak için eğitim, kadın ve
çocuk meselesinde modern kurum, araç ve yöntemlerin kullanılması gerektiğini
tartışmaya açtı ve bu konuda epey de yol aldı (Okay, 1998; Araz, 2013).[3]
İmparatorluğun çöküş döneminde Batılı emperyalist ülkelerine karşı direnişte
yeni bir nüfus politikası oluşturmak adına kadın ve çocuk yetiştirme işi tekrar
tekrar gündeme geldi, yeni bir modern çocuk yetiştirme politikasının hangi
temeller üzerinde yükselmesi gerektiğine dair bir dolu tartışma yapıldı,
kurumlar oluşturuldu, pratikler gerçekleştirildi, yayınlar çıkarıldı. Geç
Osmanlıdan başlayan nüfusu kontrol politikalarının kadın bedeni ve doğum
pratiklerine müdahaleyle kendini ele veren boyutları büyük ölçüde kadının
evliliği, çocuk doğurması ve kürtaj olması gibi konularda (Balsoy, 2015)
yoğunlaştı. Burada temel mesele, İmparatorluğun çöküşünü durdurmak için kadın
bedenine müdahale ve çocuğun şekillendirilmesi üzerinden yeni bir nesil yaratma
gereğine olan inancın pratiğe nasıl aktarılacağıydı. İmparatorluğun geleceğini
yeni bir ideal çocuk modeli üzerinden düşünen Osmanlı devlet adamları ve
aydınları gibi modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti kadroları da ‘yeni insan’
modelini büyük ölçüde ‘ideal çocuk modeli’ (İnal, 2014) üzerinden düşündüler.
Biri (Osmanlı) yoğunlukla İslami, diğeri (Türkiye) ise
başat olarak seküler değerler üzerine kurulan iki devlet arasında yaşananın tam
bir kopuş mu (devrim), yoksa belli süreklilikler içeren bir değişim mi (evrim)
olduğu oldukça tartışmalıdır. Radikal bir kopuş yaşandığını ileri süren sekülerizm
yanlısı sosyal bilimciler, Türkiye’nin Osmanlıyı devirip onun tüm kurumlarını
ortadan kaldırarak laik, Batılı ve bilime dayalı çağdaş bir toplum ve devlet
düzeni kurmaya çalıştığını ileri sürdüler (Berkes, 2016; Lewis, 1993). Bu
görüşe göre Osmanlının aksine Türkiye, bambaşka bir ülkedir ve süreklilikten
ziyade süreksizliği ifade eder. Diğer görüşe göre ise, Osmanlıdan kopuştan
ziyade birçok noktada süreklilik vardır. İkinci görüşe göre (Fortna, 2011) her
ne kadar Osmanlıya ait birçok kurum (medrese, Saltanat, Hilafet, Padişahlık,
kadılık vs.) Türkiye’de yerini bambaşka kurumlara (üniversite, Cumhuriyet,
batılı bir hukuk sistemi vs.) bıraktıysa da, birçok noktada (kadının ikincil
konumu, eğitimde sert disiplin, devletin ideal çocuk tasarımı vs.) bir
süreklilik vardır. O halde, iki dönem, devlet, toplum ve kültür arasında
süreklilikler kadar süreksizlikler bulmak mümkün.
Bu makalede, her iki dönemde de (Osmanlı/Cumhuriyet ve AKP
dönemi) devlet ve sivil kesimlerin ideal bir çocuk tasarımına dayanan çocuk
yetiştirme politikalarında birçok benzerliğin, haliyle sürekliliğin olduğu
ileri sürülmektedir. Bunu da daha çok, zaman zaman sınırları çocuk eğitimini
aşıp iktidarlarca (devletten aile reisine kadar) tüm toplumu adam etmeye değin
yükselen “terbiye” kavramı üzerinden kurmaktadır. Makalenin ana tezine göre,
İslam geleneği içinde çok güçlü kökleri olan “terbiye” anlayışı, gerek
geleneksel geç Osmanlı ile modern erken cumhuriyet Türkiye’sinde gerekse AKP
döneminde resmi ve gayri resmi çocuk yetiştirme politikalarının temelini teşkil
etti. Yani, ideal çocuk tasarımına dayanan çocuk politikasında kullanılan
benzer bir anlayışın (“çocuğu terbiye etmek”) her iki dönemde benimsenmesinden
kalkılarak geç Osmanlı/erken modern Türkiye ile AKP dönemleri (2002 sonrası) arasında
önemli bir sürekliliğin olduğu, bu konuda radikal bir devrimci kopuştan ziyade
geçmişin kültüründen yararlanmak adına bir evrimsel sürekliliğin bulunduğu vurgulandı.
Elbette bu, çocuk yetiştirmede gerek Osmanlı ve Cumhuriyet
gerekse bu ikisi ile AKP dönemi arasında tümden benzerliklerin olduğu ve hiçbir
değişimin yaşanmadığı anlamına gelmiyor. İlk iki dönem içinde de farklar var,
bu iki dönem ile AKP dönemi arasında da epey bir değişim söz konusudur. Nihayetinde,
Osmanlıda başat terbiye anlayışının temeli geleneksel kültür temelli bir din
anlayışı iken, Türkiye’de ise milliyetçiliğe dayalı modern kalıplar içinde seküler
bir yaşantı ve eğitimdir. AKP döneminin özelliği ise, gerek Osmanlı (dinsel terbiye)
gerekse Cumhuriyet (seküler eğitim) ile süreklilikleri korumasına karşın,
modern kalıplar içinde yeni bir ‘modern dindar çocuk’ modelinin inşası için
harekete geçmesidir. Birçok noktada ve çok sayıda biçimsel değişimin de
(mektep-okul, rahle-sıra, günlük giysi-forma, hoca-öğretmen ikili kavramlarında
simgelendiği gibi) yaşanmasına karşın dönemlerin hepsinde baskın olan nokta,
geleneksel anlayışların (terbiye, itaat, ezber, dayak vs.) yeni formlar altında
yeniden üretilmesi; devletin çocuk konusundaki politikasının demokratik
olmaktan ziyade tepeden belirlenen bir toplum mühendisliğine dayanmasıdır. Makalede
bilhassa, geçmişten günümüze Anadolu’da çocuğun, aşağıdan değil, hep yukarıdan
ideolojik olarak politik bir söylemin nesnesi olduğu iddia edilmektedir.
I-DEVLET VE ÇOCUK
1) Çocuk üzerine modern politik söylem
16. yüzyıldan itibaren modern eğitim-okul ile birlikte geleneksel
yetişkinlik dünyasından kovulurken (Ariès 1973, Postman 1982, Cunnigham 1995)
kendine ait yeni bir dünyaya (çocukluk) kavuşan çocuklar ve çocukluk, üst ve
orta sınıflarda daha rasyonel ve fakat artık daha yoğun bir şekilde hem eğitime
hem de gözetime tabi tutuldular. Rousseau’nun çocuk yetiştirmede bir devrim
noktası sayılabilecek pedagojik-ütopik yapıtı Emile (2011), “doğal çocuk modeli” üzerinden uygar eğitim ve
yetiştirme anlayışlarının eleştirisine girişirken dönemin Locke (1996) gibi diğer
birçok filozofu, çocukların uygarlığın elinde balmumu gibi şekil verilmesi
gereken varlıklar olduğunu ileri sürerek yetişkinlerin çocuklar üzerindeki
belirleyici rolünü onayladı. Orta ve üst sınıfların çocuğu değerli bir varlık
olarak gözeten yaklaşımları, bir yandan çocukluğu değerli kılabilecek bir
pratik içine sokarken, öte yandan onu belli hedef ve ideallerin
gerçekleşmesinin nesnesi yaptı. Çocuk üzerindeki yetişkin denetimini onaylayıp
çeşitli eğitim ve yetiştirme kalıpları içinde, toplumsal gelişmelere
(Aydınlanma, sanayileşme, kentleşme, yeni meslek ve işler için pratik bilgi
ihtiyacı vs.) göre rasyonel denetimi meşrulaştıran bir anlayış 1789 Fransız
Devrimi ile birlikte yeni bir siyasal anlayış başlattı. Fransız devrimcilerinin
yaratmaya çalıştıkları özne (yurttaş) olarak çocuk, bir yandan ulusun geleceği
adına değer kazanırken öte yandan da ulus-devletin çocuk üzerinde hemen her
türlü tasarrufunu onaylayan yeni bir söylemin (bilhassa Danton’un[4]
sözlerinde açığa çıkan, çocuğu mülki anlamda sahiplenici bir söylemin) nesnesi
haline getirildi. Bu yeni söylemde çocuk, siyasal anlamda özne olma yönelimli yurttaş
olarak görülse de, artık haklarından çok görevleriyle tanımlanmaya başlandı.
Çocuğun eskiye (ancien régime) göre epey
artan görevleri paternalizm denilen ataerkil bir ideoloji içinde ve fakat
seküler kalıplar altında tanımlandı. Tanrı, devlet adamları ve babaya mutlak
bir itaat ve sadakate dayanan paternalist anlayışta çocuk (Franklin, 1993),
daha çok çeşitli fiziksel, sosyal, ekonomik ve entelektüel yetersizlikler
çerçevesinde ele alındı. Bu yetersizlikleri aşmanın en emin yolunun da aile
içindeki geleneksel anlayıştan ziyade okul içindeki seküler veya geleneksel
eğitim olduğu vurgulandı. Çocuğun formal ve informal içerik ve biçimlerde yetişmesinin
yukarıdan aşağıya, tek yönlü ve hiyerarşik olarak düzenlenmesinde devletin
kendi iktidarını üretmek için sürekli kıldığı ve meşrulaştırdığı söylemle
çocukların devlet otoritesini içselleştirmeleri amaçlandı. Bu süreçte okulda
üretilen bilgi ile iktidar arasındaki hiyerarşik ilişki, öznenin (bu durumda
çocuğun) belli tarihsel söylemler ve pratikler yoluyla kurulmasına yol açtı.
İtaat ve sadakati vurgulayan resmi (ve gayri resmi) söylem, disiplin ve cezayı
devreye sokarak normlara uygun (normalleşmiş) bir özne üretmeye çalıştı. Burada
çocuk-öznenin üretiminde ve yeniden üretiminde çocuğun içine gireceği genel
kalıp (bu makalede öne sürüldüğü adıyla terbiye)
belirlenirken bazı daha özel sıfatlarla[5]
çocuğun yürümesi gereken ahlaki yol belirlenir. Devletin çocuk söylemini
ete-kemiğe büründüren, başta nüfus olmak üzere eğitim, spor, sanat, askerlik
gibi çeşitli alanları ilgilendiren politikaların devreye sokulmasında birçok
örgütlenme (okul, izcilik, paramiliter örgütler, spor-jimnastik dernekleri,
dinsel kuruluşlar), yukarıdan belirlenen genel eğitim anlayışının daha özel
uygulamalarını geliştirseler de, ana yönelim pek değişmedi. Devletten aileye
değin kurumlar, çocukların katı gözetim ve disiplin altında tutulmasını
sağlayan bir mimari yapı (Panopticon) gibi tasarlandı.
Bu haliyle, çocuğun ebeveyn ve aile üzerinden devlete
sadakatinin sağlanmasında belli mekanizmaların (din, ideoloji, okul, törenler,
oyun ve oyuncaklar, izcilik gibi gruplar vs.) devreye sokulmasına yön veren ana
çerçevede geçmişten bu yana teorik ve pratik anlamda çok az şey değişti.
Neredeyse geleneksel ve modern aile, kadın ve çocuk kalıpları, eğitim,
yetiştirme, beslenme vb üzerinden nesil yetiştirme işinde hep toplum mühendisliği
projelerinde gerek kadını gerekse çocuğu özne değil, nesne olarak ele aldı,
nesneleştirdi. Burada ister geleneksel kavramlar (terbiye gibi) isterse modern
kavramlarda (çocuk hakları) olsun, süreksizlikler kadar birçok süreklilik de
bulmak mümkün. Örneğin, Osmanlı ve Türkiye’nin çocuk politikası hala, çeşitli
modern varyasyonlarıyla birlikte bir tür “terbiye” anlayışı üzerine kurulmaya
devam edilmektedir. Terbiye, aile ve kadın üzerinden tanımlanan çocuğun
birtakım geleneksel değerleri içselleştirerek sisteme uyumlu hale gelmesini
ifade etmektedir. Osmanlıda terbiye, yetişkinliğe geçiş için bir tür eşik
bölgesi rolünü bilhassa dinsel davranış ve değerler üzerinden oynarken,
Cumhuriyet’te ise bu rolde başat kurum din değil, modern eğitim olmuş ve fakat
çocuğun haklarından ziyade görevlerine yapılan vurguda olduğu gibi çocuk,
modern hayatın işlevselliklerine hep belli bir farazi ideal yetişkin modeli
üzerinden sokulmaya çalışıldı. Haliyle nesnel gerçeklik içine öncelikle soyut
işlevsellikler (geçiş aşamaları, ritüel, tören, simgesel davranışlar vs.) ve
somut beklentiler (bilhassa Davranışçı Model bakımından okullarda uygulanan
davranış öğretme, davranış değiştirme vs.) içinde çocuk, sosyal mühendislik
politikalarının nesnesi konumunda çakılı kaldı.
II- TERBİYELİ ÇOCUK[6]
1)
İslam’ın
ve Osmanlının Terbiye Kavramı
Geç Osmanlı döneminde (19. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren) ülkede modern değişim ihtiyacını karşılayacak gelişmelere (modern
çocuk yetiştirme kitaplarının yayınlanması, modern eğitim kurumlarının açılması
vs) karşın çocuğun yetiştirilmesi büyük ölçüde terbiye kavramı üzerinden
şekillenmekteydi. Terbiye edici kurumların başında da din, devlet ve aile
geliyordu. Bu üç kurum arasında düşünsel bir süreklilik kurmak mümkün fakat
yine de aile, din ve devlet gibi kurumların kendini var ettiği kamusal alanın dışında
özel bir alanda yer almak bakımından belli bir mahremiyet hakkı, özelliği ve
mekânına sahipti. Öyle olsa bile, devlet ve dinin aileye olan müdahaleleri de
kaçınılmazdı. Araz’a göre her ne kadar devlet aile içi ilişkilere müdahale
etmekten kaçınsa da, kendisine başvurulduğunda ya da gerekli gördüğünde
müdahale etmekten çekinmemiştir (Araz, 2013: 21). Zira söz konusu olan, bir
ülkenin soyunu koruma ve sürdürme, geleceğini düşünme ve garanti altına alma
kaygısı idi. Bütün bu kaygının boşa çıkması için de çocuk yetiştirme ve hatta
aileye biçim verme görevi, terbiye felsefesi üzerinden gidiyordu. Bu bakımdan terbiye
sadece çocuğun formal eğitimini değil, hemen tüm informal etkinliklerini de
kapsamaktaydı. “Yetiştirmek”, “alıştırmak”, “cezalandırmak”, “cezayla eğitmek”
(Somel, 2010: 86) gibi anlamlara gelse de kavramın temelindeki anlayışı ifade
eden terim eğitim idi. Fakat bu eğitim, toplumdaki adab-ı muaşeret ile
birleşerek bireyin (en çok da terbiyenin nesnesi olan çocuğun) hemen bütün
düşünce ve davranışlarını belirliyordu. Bütün toplumsal düzenin kuruluşu bir
bakıma, toplumun, çocuktan başlayarak, en alttan en üste değin terbiye
edilmesinde anlam ve zemin buluyordu.
Çocuğun ebeveyni ile ilişiklerinden toplum içindeki
muaşeret kurallarına ve dini pratiklere değin tüm sosyal alanda olması gereken
her olumlu davranış ve düşünce terbiye kavramı içinde ifade ediliyordu. Araz’ın da ifade ettiği gibi, Osmanlılarda
çocuklar üzerine konuşur ve yazarken en sık kullanılan “edeb”[7]
ve “terbiye” kelimeleri oturma-kalkma
adabı, disiplin, çıraklık ve yetişmeyle ilgili her şeyi kapsardı (Araz, 100:
2013). Bu çocuk yetiştirme geleneğinin tek ve en güçlü belirleyici kurumu din, yani
Müslümanlıktı. Başta İslam peygamberi olmak üzere çeşitli din büyükleri ve âlimlerinin
yaşantıları üzerinden kalkılarak üretilen kutsal bir alan, çocuk terbiyesinin
kural, sınır, ödül ve ceza biçimlerini belirledi. Çocuklara ilişkin sorun ve
tasarruflarda baz alınan İslam hukuku, kadıların fetvalarına dayandırılırdı. Bu
anlamda eğitimin, gelenek üzerinden fetvalarla yürüyen bir kapsamı ve biçimi
söz konusuydu. Çocuğun eğitimli olması, öncelikle iyi bir mümin, yani Müslüman
olması anlamına geliyordu. Terbiye, elbette sadece çocukları değil ve fakat
yetişkinleri de içeriyordu; öncelikle İslami bilgi, değer ve davranışlar
üzerinden tanımlanan sosyal sorumlulukların toplumsal bakımdan ete-kemiğe
bürünmesi de demek olan terbiye, toplum içinde edepli bir şekilde yer almanın
öncelikli sınırı, işaret fişeği veya anlamlı göstergesiydi. Bu, çocuğun yetişkin
hayatına girebilmesi için geçmesi gereken birçok sınıra/eşiğe (okula kaydolma,
dinsel sosyalleşme, askerlik, evlilik vs.) işaret ederdi.
Çocuk terbiyesi üzerine yazılan kitaplarda terbiyenin en
önemli ilkesinin kutsallara ve büyüklere (Allah, Peygamber, Padişah, baba ve
diğer büyükler) kesin itaat olduğu vurgulandı. Bu itaat ilişkileri çocuğu
büyükler karşısında hakları oldukça sınırlı ve fakat ödevleri çok fazla olan
bir konuma yerleştiriyordu. Hak ve
ödevler de öncelikle ve neredeyse tümüyle İslamiyet’in kural ve değerlerine
göre tanımlanırdı. İslami kural ve değerleri öğrenmiş ve içselleştirmiş olan
büyükler (ülkede padişah, evde anne, evin dışında baba, okulda hoca, sokakta
bütün büyükler/yetişkinler) çocukları bir balmumu (Locke 1996) gibi
biçimlendirme hakkına sahiptiler. Çocuğun erken yaşlarda[8]
aldığı terbiyenin ilerideki yaşamını şekillendireceğine inanılırdı. Haliyle,
eğitimin amacı, kapsamı, içeriği ve biçimi büyük ölçüde terbiye anlayışına göre
şekillenirdi. Yani, kısacası terbiye öncelikle devlet (okul) ve ebeveyn (aile)
eliyle yürütülen bir sosyal mühendislik projesiydi.
Bu anlayışın cinsiyetçi yönü belirgindi. Osmanlıda çocuğun
öncelikle övünç kaynağı (psikolojik tatmin), soyun sürdürücüsü ve geleceğin
teminatı (sigorta) olmak bakımından bir anlamı vardı ama burada çocuktan kastın
öncelikle erkek çocuk[9]
olduğu belirtilmeli. Kızların yaşantısı, oldukça kısa süren bir ilkokul
eğitiminden sonra evde annesinin dizinin dibinde başlayan bir eviçi ve dışa
kapalı dişil bir terbiye sürecine dayanırdı.
Annenin kızına öğrettiği bütün şey, gelecekteki evliliğine ilişkin
şeylerdi. İlginçtir, bu cinsiyetçi anlayış Cumhuriyet döneminde tam anlamıyla
kırılamadı; onca kadın hak ve özgürlükleri, kızların eğitimi, işgücüne
katılımına rağmen. Peki, Osmanlı’da devletin ve ailenin, öncelikle ebeveynin
çocuğa bakış açısını belirleyen terbiye kavramına Cumhuriyet döneminde nasıl
bakıldı? Burada süreksizlikler kadar süreklilikler de bulmak mümkün. Bunu
karşılaştırmalı biçimde ele alabiliriz.
2-Osmanlı ve Cumhuriyet arasındaki süreklilikler
a)
Eğitim
Elbette “geleneksel” Osmanlı ile “modern” Türkiye’nin
eğitim sistemleri birçok bakımdan farklıydı. İlk olarak, Osmanlı eğitim sistemi büyük ölçüde dinsel değerlere
dayalı olarak programlandığı için seküler ve yeterince bilimsel nitelikte
değildi. Oysa Cumhuriyet Türkiye’sinde kendini karma eğitimle gösteren, kız
çocuklarının eğitimine önem veren, dini değerleri arka plana itip çağdaş yaşam ve
bilimsel değerleri (yurttaş olma, bilimsel öğretim vs.) öne çıkaran bir yapı
vardı. İkinci olarak, Osmanlı öğretim
sistemi Arapça-Farsça ağırlıklı olarak genelde sözlüydü ve öncelikle hafızaya,
ezber yöntemiyle hitap ediyordu. Türkiye’de ise tümüyle Latin alfabeli Türkçe
üzerinden verilen eğitim, din yerine, pratik faydalı bilgiler ve yeni şeyler
keşfetme üzerine kuruluyordu (Fortna, 2011).
Üçüncü olarak, Osmanlı eğitim
sisteminde tüm çocuklar için sadakat ve itaat figürü olan Padişah ve
İslamiyet’in yerini modern Türkiye’de Atatürk ve Türk milliyetçiliği almıştı. Bunun
anlamı, egemenliğin ilahi kattan seküler kata indirilmesiydi; merakın odağı,
ilahi gök değil, nesnel doğa ve seküler toplumsal değerler olmuştu. Değişimin
asıl temeli, eğitim sisteminin işlevselliğinin mantığı ve yönelimi üzerine
kurulmuştu. Osmanlıda terbiyeye dayalı eğitim sisteminin nihai hedefi, iyi bir
Müslüman yetiştirip onu ahrete hazırlamaktı. Bu hedefe ulaşmanın en simgesel
anı, ilk okuma pratiğinin (Kuranı okuyup anlayabilme) başarıyla
tamamlanmasıdır. Oysa bu ilk okuma anı modern Türkiye’de yerini seküler
nitelikli ders kitabına bıraktı. Osmanlıdaki soyut, ağır ve ezbere dayalı Kuran
okuma edimi modern Türkiye’de yerini daha pratik bir amaca bıraktı:
Cumhuriyetin işine yarayacak mesleki bilgisi olan ahlaklı insanlar yetiştirmek.
Bu yönüyle Cumhuriyet, çocuklarına dinsel bilgi ve değerler yerine, modern
davranışları temel alan soyut bir yurttaşlık ahlakını yerleştirmeye çalıştı.
Durkheim’ın (1956; 1973), modern toplumlarda toplumun bir minyatürü[10]
olarak tasarladığı okulu, dinin yerine modern ahlakın öğretildiği bir kurum
olarak görmesindeki düşüncenin Cumhuriyeti kuran kadroları[11]
etkilediği açıktır. Okul, modern toplumda bilim destekli yeni bir ahlakın
öğretildiği kurum olacak, aile[12]
de okulu destekleyici konumda bulunacaktı. Bu modern ahlak kavramının ulusal
bir yönü olduğu belirtilmelidir. Ziya Gökalp’in yeni bir ahlak (“yurt ahlakı”[13])
tasarımının Kemalist kadrolar, bilhassa Mustafa Kemal üzerindeki etkisi
önemlidir. Bu ahlakı verecek olan da “milli terbiye”dir. Bu “terbiye”nin
(eğitim) İslamiyet ile karşılaştırmasında şöyle demiş Mustafa Kemal 1924’de:
"Efendiler,
yeryüzünde üç yüz milyonu mütecaviz İslam vardır. Bunlar ana, baba, hoca terbiyesiyle, terbiye ve
ahlak almaktadırlar. Fakat maatteessüf hakikat-i
hadise şudur ki, bütün bu milyonlarca insan kitleleri şunun veya bunun esaret ve zillet zincirleri
altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve ahlak onlara
bu esaret zincirlerini kırabilecek meziyet-i insaniyeyi verememiştir, veremiyor. Çünkü hedef-i terbiyeleri
milli değildir.“ (İnan, 1991: 141)
Bu genel değişim veya süreksizlikler, farklılıklar, eğitim
örgütünü yukarıdan aşağıya olduğu gibi değiştirdi. Örneğin artık imam ve hoca[14]
denilen eğitici dinsel figürler yerine modern öğretmen (muallim/e) yer almış,
ders ve çocuk kitaplarında çocuklar modern batılı tarzlarda resmedilmeye başlanmıştır.
Osmanlının baskıcı, dayakçı, cahil, pratik bilgisi olmayan sarıklı hocasının
yerini öğrencilerine daha olumlu özellikleriyle yaklaşan ve baba yerine
geçebilen modern öğretmen almıştı. Evde
aile babasının yerine okulda devletin babası öğretmen[15]
gelmişti. Baba ile öğretmen arasındaki süreklilik genellikle onaylanan
kalıplarda yeniden üretildi. Sarıklı hocanın geldiği sınıf (Ulema)[16]
ile öğretmenin yetiştiği kurum (modern eğitim sistemi ve bürokrasi) arasında da
bir farklılaşma oluşmuştu. Ulema ile öğretmen arasında kurulan karşıtlık,
aslında onların yetişme biçimleri ve eğitildikleri okulları (medrese ve mektep)
akla getiriyordu. Yine, Osmanlıda caminin içinde yer alan veya uzantısı olan
Mektep’in geleneksel özelliklerinin[17]
aksine artık modern Türkiye’de Batılı tarzda bir eğitsel mekân düzenlemesi[18](okul,
üniversite) söz konusuydu. Bu farklılıklar, her iki dönemin değişimin dinamik
mantığının bir sonucu olan bazı çelişkilerle karşılaşmasına da engel olamadı.
Geç Osmanlıda (daha çok II. Abdülhamit döneminde) bir yandan dinsel değerlere
vurgu artarken, öte yandan modernleşmeye ve maddi ilerlemeye verilen önem arttı.
Benzer biçimde erken Cumhuriyet döneminde bir yandan dinde kendini gösteren
kötülüklerden[19]
bahsedilirken, öte yandan devlet denetimine alınmış bir din anlayışı ulusal
entegrasyonu sağlamada kimliğin bileşenlerinden biri olarak kullanıldı.
İmparatorluğun çöküş döneminde ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yöneticilere
sadakat (Osmanlıda Padişaha, Cumhuriyette Atatürk’e) konusu çok önemsendi.[20]
Ama bu farklılıklara karşın eğitim alanında da iki dönem
arasında birçok süreklilik vardır. Birinci
olarak, geç Osmanlı ve erken Türkiye’de birörnek eğitim ve merkezileşme çok
benzerdi (Somel, 2010: 12). Her ne kadar
eğitsel açıdan merkezi politikalar birbirinden farklı[21]gibi
görünse de, her iki dönemin sistemleri farklı, çoğul ve zengin eğitim politikalarına
mesafeli yaklaştı. Örneğin gayrimüslimlerin görüşleri Osmanlı eğitim
sisteminde, farklı Müslüman etnik toplulukların kültürleri (dil, bilgi, gelenek
vs.) de Cumhuriyet dönemi eğitim politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında
neredeyse hiç etkili olamadı. Osmanlıda dini eğitim ile Cumhuriyet döneminde
seküler eğitim, siyasal denetimi tesis etmede otoriter bir araç olarak kullanıldı.
Öte yandan, her iki dönemde de sistem, çocuğu olabildiğince eğitim sistemi
içinde tutmaya çalıştı. Bu bakımdan, her iki dönemde de az-çok zorunlu bir
eğitim sistemi uygulandı. Geç Osmanlıda oldukça gevşek olan ilköğretim sistemi
içinde bile çocuk okula devam etmezse, öğretmen ve muhtar heyeti bu
devamsızlığın peşine düşüp çocuğun ailesine haber verir ve gerekli önlemleri
alırlardı (Somel, 2010: 146). Cumhuriyet döneminde ise bu zorunluluk daha da
biçimselleştirildi, gözetim ve denetim artırıldı, hatta yasal müeyyideler
uygulandı.
İkinci olarak, erken
dönem Cumhuriyet Türkiye’sinin eğitim politikaları geç dönem Osmanlıda zaten
başlatılmıştı. Örneğin, erken Cumhuriyet Türkiye’sinde çok övünülen dil devrimi
geç Osmanlıda uygulanmaya çalışılmıştır. Ya da kadınlara yönelik Kemalist
politikalar II. Abdülhamid’in uyguladığı politikalardan pek de farklı[22]
değildi (Fortna, 2011). Öte yandan iki dönemin de ders kitapları, popüler çocuk
kitapları ve çocuğa hitap eden eğitici yayınlarda benzer bir didaktizm vardı.
Doğru davranış kurallarına dair mesajlarla dolu olan didaktik veya ahlakçı
bakış açısı, eğitimi okula gitmeyle özdeşleştirip değerli bir pratik olarak
gösteriyor ve terbiyeli olmak ile öğrenimli olmak arasında yakın bağlar
kuruyordu. Bu noktada iki dönemin de resmi yetkilileri, ana-babaları ne kadar
iyi niyetli görseler de, gerçek ve etkili terbiyenin ancak okulda, yani devlet
gözetimi ve kontrolü altında verilebileceğine inanıyorlardı ki bu, Fransız
Devrimi’nin gerek Osmanlı gerekse Türkiye’de artan etkisine bağlanabilir. Her
iki dönemde de devlet sanki çocuk eğitiminde aileye yeterince güvenmedi ve
zorunlu eğitimi, yetersiz, etkisiz ve sonuçsuz kalabilecek bir ebeveyn
eğitiminin ailedeki rolünü tamamlarcasına öne çıkardı. Bu bakımdan terbiye
kavramı üzerinden tasarlanan sosyal mühendislik çalışmalarında devlet, özel
alana (öncelikle aile, akrabalık, sokak vd.) hep mesafeli yaklaştı.
Üçüncü olarak,
her iki dönemin beka sorunu, yöneticileri, eğitimi militerleştirmeye itti.
Çocuklara askeri kahramanlar sunmak, askeri yöne milli bir boyut katmak, bir (çocuk)
asker[23]
veya ordu ethosu oluşturmak (Fortna, 2005; Sünbüloğlu, 2013) gibi amaçlar
güdüldü. Bütün bu eğitimin militarizasyonu anlayışının ardında, Osmanlıda
kökleşen Türk savaş geleneği (cenk etmek) vardır. Bir Osmanlı paşası olan
Atatürk de, içinden çıkıp geldiği ordu ve savaşların üzerinde yarattığı etki
sonucu olsa gerek, asker ocağını bir terbiye ocağı (İnan, 2000) olarak gördü. Militer
zihniyet kendini en çok düşmanlarda var etmeye çalışmıştır. Osmanlıda başlıca
düşmanlar, misyonerler, komşu devletler ve iç azınlıklardı. II. Abdülhamit
döneminde artan okul yapımı ve gezici imamların ardında, misyonerlerin
Anadolu’da güçlenen okullarına verilen bir yanıt yatıyordu. Osmanlı veya Türk Müslüman
çocukların Hıristiyanlaşması korkusu, her iki dönemi biçimlendiren temel
korkulardan biri oldu. [24]
Cumhuriyet bütün modernite ısrar ve iddialarına rağmen
Osmanlının geleneksel kültürünün birçok öğesini yeniden üreten koşullarla
karşılaşmaya devam etmiştir. Örneğin, Fortna’nın (2011) da belirttiği gibi,
eski hikâyeler[25]
Cumhuriyet dönemi çocuk kitaplarına yer almayı sürdürmüştür. Ama buna karşın alfabe kitaplarında bu tür hikâye
ve efsaneler yer almamıştır.
O halde dayak, karma eğitim-kızların okutulması, dini-milli
eğitim, modern eğitim, okula başlama yaşı, zorunlu eğitim, itaat ve disiplin, cehalet
ve tahsil, okulda öğretilenler, oyun-oyuncak, okuma gibi birçok noktada
süreksizlikler kadar sürekliliklerin izlerinin sürülebileceği geç Osmanlı ve erken
Cumhuriyet dönemlerinin “terbiyeli çocuk” konusunda yukarıdan aşağıya,
paternalist nitelikli sosyal mühendislik projelerini bir devlet uygulaması
olarak gerçekleştirmede benzer tavırlar aldığını söylemek mümkün. Nitekim bu
bakış açısının başka terimler altında olsa da benzer kalıplarda bugün de yeniden
üretildiğini söylemek mümkün. Fakat AKP dönemine geçmeden önce geç Osmanlı ve erken
Cumhuriyet dönemlerinin çocuk politikaları arasındaki süreklilik ve
süreksizlikleri biraz daha irdelemek lazım.
b-Çocuğu idealleştirme
Ortaçağ Avrupa’sında veya aynı dönem İslam toplumlarında
çocuğun idealize edilmesine dayanan maddi ortamlar mevcut değildi. Ayakaltına
dolaşan, yetişmesi için planlı çaba gösteril(e)meyen, babasının izinden gitmesi
beklenen çocuğun bir kimliği, kişiliği ve toplumsal önemi pek de yoktu. Fakat
16. yüzyıldan itibaren çocuğun yerinin okulla tanımlanmaya başlaması (Postman,
1982), çocuğa yönelik modern değerlerin üretilmesine de yol açtı. Bundan böyle
çocuk, artık geleceği düşünülen, hayatı evin yanı sıra okul gibi kurumlarla
genişletilen, hakkında rasyonel kararlar alınan bir birey konumuna yükseltilecektir.
Bunda modern okulun kuruluşu, Aydınlanma ve sanayileşmenin önemli rolü oldu.
1789 Fransız Devrimi ile çocuk, küçük yurttaş konumuna yükseldi, artık vatanın
geleceği olarak görülmeye başlandı. Çocuklar için parasız, kitlesel, zorunlu ve
demokratik eğitim hizmeti ile birlikte çocuk modern devlet felsefesi içinde
yerini aldı. Okul eğitimi, çocuk açısından, yeni konuların (mülkiyete saygı,
vatana bağlılık, ülkeye sadakat vs.) öğrenilmesine eşlik eden ve rasyonel
disiplinin (daha çok bilim ve beden eğitimi ile tarih ve coğrafya eğitiminin
kapsamında) öne çıkarıldığı bir bağlamda önem kazandı. Milli simgelerin
(bayrak, milli marş, ulusal bayram, ulu önder, tarihsel kahraman, çeşitli
ulusal mitoloji ve yarı askeri törenler) kullanımıyla amaçlanan ulusal
dayanışma, sadakat ve aidiyet, milli bilinç ve kimliği kolektifleştirme,
geçmişe saygı gösterme, okul aracılığıyla milli ideolojilerin duygu, bilgi ve değer
nezdinde güçlendirilmesine hizmet etti (İnal, 2014: 157). Bu çerçevede bütün
ulus kuramcıları (Rousseau, Kant, Fichte, Mauss vd.), okulun çocuklara sadece
öğretim vermediğini ve fakat onları yurttaş olarak da şekillendirdiğini
belirttiler (İnal, 2014: 157). Haliyle, çocuğun geleceğin yurttaşı olarak
ülkesinin asıl sahibi olmasının gereklerinin temelinin bugünden atılmasının icap
ettiği düşüncesi, ulus-devletlerin çocuklarını idealleştirmelerine yol açtı.
Fakat çocuğu yurttaşa dönüştüren asıl mekân, ev, sokak, köy, işyeri vb değil,
okuldur. Çünkü okul, Durkheim’ın ifadesiyle toplumun bir minyatürü, dahası
devletin bir prototipidir. Bu minyatür veya prototip içinde çocukların
yurttaşlık eğitiminin ilk gereği, bilimsel bilgi edinimi değil, manevi
biçimleniştir; ahlak, karakter, zihniyet, sorumluluk, ödev vb bağlamında
kişiliğin formasyonudur.
Biraz yukarıda çocukların, Osmanlı Devletinin müdahale
etmekten kaçındığı aile içi ilişkilerin bir parçası olduğu ama devletin
kendisine başvurulduğunda ya da bizatihi gerekli gördüğünde aile içine, özel
hayata müdahale etmekten çekinmediğini (Araz, 2013: 21) belirtmiştik. Oysa
Cumhuriyet yönetimi aile ile okul (devlet) arasında doğrudan, sürekli ve yoğun
bir hat çizmiş, çocukları tümden ve her yönden kuşatmaya çalışmıştır. Bu
bakımdan Cumhuriyet’in Osmanlıdan farkı, çocuğu ve çocukluğu idealleştirmesi,
“paternalist politikanın milli öznesi” (İnal, 2014: 159) kılmaya çalışmasıdır.
Osmanlılar çocukların büyütülmesi ve eğitimini büyük ölçüde ahlak ve terbiye
kitaplarına, özel çevrelere (ebeveyn, akraba, eş-dost vb.) bırakmıştır. Araz’a
göre (2013: 22) Osmanlının modernleşme dönemine değin çocuklara bakış açısı
olumsuzdu; aydınlar eliyle olumsuz bir çocukluk anlayışı ve eğitim felsefesi
telkin edilmiştir. Oysa Cumhuriyet dönemi yeni, genç ve modern bir devlet
öngördüğü için çocuklarına şevkle yaklaşmış, onların her şeyine karışmıştır. Haliyle
Cumhuriyet, çocuk yetiştirme politikasında kamusal politikalarını özel alanları
kapsayacak derecede geniş tutmuştur. Geç Cumhuriyet döneminin önemli ve simge eğitim
bakanı Hasan Ali Yücel, bir devlet adamı olarak çizdiği “çağdaş aile”
profilinde aileye terbiye ve ahlak vazifelerini uygun görmüş; bu vazifeyi
tümden yerine getirme gücünde olmayan ailelerin bu işi (çocuğu yetiştirme ve
ona ahlak kazandırma) devletle birlikte yapması gerektiğini ileri sürmüştür.
Ona göre “çocuk terbiyesi, bugün cemiyetin kamu hizmetleri arasındadır ve
çocuğun ferdi hürriyeti gittikçe azalmaktadır.” (Yücel, 2011: 133). Yücel için
temel sorun, çocuğun “iyi vatandaş” olmasıdır.
Her iki dönemde de bir tür cinsiyetçi işbölümü, rollerin
cinsiyet esasına göre paylaşımına yol açmıştır. Kız çocuklarına[26]
sunulan ortam, öncelikle ve yoğunlukla ev işleri ve çalışmaya göre
biçimlenirken erkek çocuklat daha çok ev dışının pratik ve bilgilerine göre
sosyalleştirilmeye yönlendirilmiştir. Osmanlı’nın çöküş döneminde kızların
eğitim için, tıpkı Cumhuriyet döneminde olduğu gibi, çeşitli modern okullar
açılmış olsa da, her iki dönemde de kızların eğitimini düzenleyen temel mantık
aynıydı: geleceğin kadını ve annesi olacak kız çocuklarının evlilik hayatına
hazırlanmaları ve gerekli dini ve ahlaki değerlerle yetiştirilmeleri. (Somel,
2010) Elbette iki dönem arasında birçok farklılık da söz konusuydu. Örneğin,
Cumhuriyet, Osmanlı’da ilkokul sonrası eğitim hayatı biten kız çocuklarına
üniversite kapılarını açmış, onların modern okul içinde eğitilmelerini
sağlamış, erken yaşta evlendirilmelerinin önüne geçmişti.
III-AKP DÖNEMİNDE
DEVLETİN ÇOCUK POLİTİKASI
1-Cumhuriyet
döneminden alınan miras
2002’de iktidara gelen AKP’nin çocuk politikasına dair
Cumhuriyet ile kurulabilecek belli süreksizlikler kadar süreklilikler de vardır.
Süreksizlik anlamında şu söylenmeli: Cumhuriyet dönemi, ailenin çocuğuna belli
bir din eğitimi verme hakkı olduğunu kabul etti. Ama asıl din eğitiminin devlet
gözetiminde okullarda verilmesi gerektiğini ve tarikatlara güvenilemeyeceğini
ileri sürdü. Bu yukarıdan bakış ve şekillendirme biçimi AKP döneminde bir
ölçüde tersine döndü. Şöyle ki, AKP döneminde “cemaat”, “vakıf”, “dernek”,
“sendika” üzerinden eğitime eğilen “sivil”[27]
tarikatların milli eğitimin yönünün belirlenmesinde MEB (hükümet, devlet) üzerinde
çoğu zaman önemli etkileri[28]
oldu. Fakat her iki dönemde de çocuğun din eğitimi almada insiyatifin devlette
olması ve asıl belirleyici kurumun devlet olması gerektiği konusunda Cumhuriyet
ile AKP arasında bir süreklilik var. Süreksizlik ise, Cumhuriyet’in
tarikatlara, hatta ebeveyne güvenmemesi,[29]
AKP’nin ise devlet ile tarikatlar arasında bir bütünleştirme gerçekleştirmeye
çalışmasıdır. Cumhuriyet kadrolarının asıl derdi, dini kendi kontrolleri
altında tutmak olmuştur. AKP döneminde ise kontrol iki yönlüdür: aşağıdan
yukarı ve yukarıdan aşağıya doğru, birbirini destekleyici ve besleyici tarzda.
Öncelikle, özel alanlarda, tarikat benzeri yapıların çocuklara verdiği din
eğitimini beğenmeyen CHP, bu eğitimin yeniden resmi okullarda daha sistematik,
doğru ve “bilimsel” olması gerektiğine karar verip milli eğitim sistemi içinde
çocuğun din eğitimini gündemine alırken aile tipi özel kurumlara olan
güvensizliğini[30]
açıkça ortaya koydu. Burada dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in şu
ifadesi önemlidir bu yeni gelişmede:
“1945
yılından beri köylerde, şehirlerde din bilgisi ihtiyacının kendini göstermesi dolayısıyla çocuklarının bir
kısmını bazı ana ve babaların resmi kullara
göndermeyip eski mahalle mekteplerine benzeyen, çok yerde onlardan
bile kötü, tamamıyla ortaçağ usulleri tatbik eden imam hocalara teslim etmeleri, bu mühim ve
günlük mesele üstünde durmamızı zorunlu kıldı.
Anayasadaki vicdan hürriyeti, din hususunda vatandaşı tamamıyla serbest bırakmıştır. Bu itibarla
analar ve babalar çocuklarına inandıkları şeyleri
öğretebilirler. Kimse buna karışamaz. Fakat yine aynı anayasa, ilköğretimi bütün vatandaş
çocuklarına mecburi kılmıştır. Bu öğretim, parasızdır
da. Şu halde okul ve öğretmen olan yerde bu görevi gereğince yerine getirmek, ancak onun dışında vicdan
hürriyetinin muktezası (gereği, K.İ.)
olarak din terbiyesini verdirmek lazımdır.” (Yücel, 2011: 140-141)
Cumhuriyet ve CHP, modern çocukluk anlayışını kurmaya
çalışırken “milli” çocuk modelini öncelikle seküler kalıplar altında yeniden
üretti, bilhassa milli pratiklerde. AKP için ideal çocuk modelinin içinde yer
alacağı kalıp (“dindar nesil”), seküler alanın tümden dışında olmasa da, en
azından yanında değildir. Cumhuriyet’in çocuğa ilişkin idealizasyonunun
abartılı manevi yönü, AKP’nin aksine, öncelikle din değil, seküler ahlak
üzerine temellendirildi. Bu ahlakın ağırlıkla yurtsever değerler (vatana
bağlılık, hatta sadakat, düşmanla savaş, yiğitlik, cesaret vs.) çerçevesinde
örüldüğünü söylemek mümkün. Mustafa Kemal’e göre çocuk ve gençlere verilecek
tahsilde ilk öğretilecek şey, düşmanla savaştır. Benzer ifadelere İsmet
İnönü’nün sözlerinde de rastlamak mümkün. Maarif Vekili Reşit Galib,[31]
1933’de yaptığı bir konuşmayla ritüelleşen veya törenselleşen And’da, çocuklara milli bir ahlaki yön
çizdi. Bu ahlaki yöne içkin idealizasyonda abartılı bir çocuk tasarımı zaman
zaman gerçekliği zorlayan tonlar kazandı. Örneğin, 1941’de Milli Eğitim Bakanı
Hasan Ali Yücel, devletin çocuk politikasını açıklayıcı olduğunu düşündüğümüz
aşağıdaki ifadesinde, gerçekliğin ötesine geçip normatif bir resim çizer ki bu
resimde ahlaki hat devletten başlayıp aileye değin keskin bir rota izler:
“A-Türk çocuğu doğru sözlüdür.
Yalandan nefret eder.
B-Türk Devletinin kanunlarına, Türk
cemiyetinin ahlak kaidelerine, okulun nizamlarına içinden gelerek ve bunları
severek itaat eder.
C-Öğretmeni de ana ve babası gibi
aziz ve kutsal tutan Türk ananesine sadık kalır ve minnettarlık duyguları
içinde öğretmenini sayar.
D-Bütün arkadaşlarının da kendisi
gibi büyük varlığın, Türk Milletinin ve Cumhuriyetinin evladı olduğunu
hatırından çıkarmaz; Onların haysiyet, şeref, sıhhat ve haklarına riayet eder.
Müşterek hayatın icap ettirdiği muaşeret ve nezaket kaidelerine uygun hareket
eder. Milletinin malını, kendisinin de içinde yetiştiği mukaddes ocak olan
okulunu ve eşyasını korur.
E-Yurt ve millet hizmetine adanmış
olan sıhhat ve kuvvetini zehirli ve zararlı maddelerle tahrip etmez.
F-.Kumar oyunlarından uzak
kalır.
G-Okulda geçecek zaman dışında
kalan vakitlerini aile ocağında, spor alanlarında, halkevlerinde, kırda, bahçede güzel piyes ve filim
seyrinde geçirir. İçki yerleri, sefahatle sefaletin kaynaştığı mahaller, tembellik yuvası olan
kahveler onun gidebileceği yerler değildir." (Cumhurbaşkanları…, 1946: 364)
Bu ifadede Cumhuriyet’in çocuğun içinde yer alacağı geniş
kalıp olan “milli ahlak”, devlet, eğitim ve aile ekseninde geniş bir yurttaşlık
rol ve sorumluluklarının altını çizer. Bu bakımdan Cumhuriyet için “terbiyeli
çocuk” öncelikle milli ahlakın bir öznesidir; bu öznenin idealizasyonunda
ortaya çıkan normatif alan, gerçekliğin nesnel betiminden ziyade olması gereken
zeminine dikkat çeker. Bu çocuk, milletin çocuğu olmalıdır; kendisinde olması
gereken manevi değerler (haysiyet, şeref, doğruluk vb.) nasıl oluyorsa,
kendisinde zaten önceden vardır. Bu da normal zira Cumhuriyet’in sırtını
yasladığı Durkheimcı gelenekte toplum kendisini bize bir gerçeklik olarak
dayatır; toplum karşısında bireyin özgürlüğü söz konusu değildir. Kolektif
bilinç, herkesi sımsıkı sarar ve toplum denilen gerçeklik ortaya çıkar. Yücel,
kolektif bilinci oluşturan nesnel güçlere (Türk Devleti, Türk Cemiyeti vd.)
dikkat çekerken terbiyeli Türk çocuğunun bireysel bilincini ulusal bilinçten,
milli ahlak aracılığıyla aldığını söyler gibidir. Yani, toplum ve devlet
birlikte yukarıdan çocuğa istikamet çizer, çocuk da kendisi için belirlenen
davranışları (doğru sözlü davranmak, okulunu ve eşyasını korumak vs.) yerine
getirir. Bu davranışçı yaklaşımın 20. yüzyılın başlarındaki egemenliği
hatırlanmalı; dönem toplumsal fikirlerin (kolektif ideolojiler, ortak idealler,
toplumcu gençlik fikirleri vs.) öne çıktığı bir çağın ruhuna sahiptir.
Ulus-devletler kurulmakta, sömürge toplumlar yavaş yavaş uyanmakta, sosyalist
fikir ve devrimler Avrupa’yı kasıp kavurmaktadır. 1920’lerin başlarında kurulan
Türkiye, modernleşmenin yolunun Batıdan geçtiğini, bunun için kalkınmanın şart
olduğunu, kalkınmak için de sanayi ve tarım sektörleri için gereken işgücünün
ancak ve ancak devlet/kamu güdümlü kolektif bir eğitimle mümkün olduğunu
düşünür. Böylece öğretmenler “irfan ordusu” olarak adlandırılır, okullar ise
modern cumhuriyetin ileri karakolu olacaktır. Bu ordunun savaşacağı başlıca
düşmanlar ise, cahillik, köhne düşünceler, hurafeler, hatta sofu din
anlayışıdır. “Muasır medeniyet” seviyesine ulaşmak, büyük ölçüde yetiştirilecek
yeni bir insan modeliyle mümkün olacaktır. O yüzden Mustafa Kemal birçok konuşmasında
çocuk ve gençlere habire mesajlar vermiştir; bunlar aynı zamanda ilgili
uzmanlara (bürokrat, teknokrat, eğitim uzmanı, öğretmen vd.) direktiftir ve her
istikamet çizen düşünce bir şekilde davranış değişikliği ya da yeni davranış
kazandırmayı içerir. Eğitimin yetiştireceği insan tipinde kolektif mi
(yukarıdan aşağı, davranış değiştirme/kazandırma) yoksa bireyci mi (öğrenci
merkezli eğitim, öğrencinin yaratıcı edimiyle kendini eğitmesi ve fakat
öğretmenin sadece rehber konumunda kalması) olunacağı tartışmasının izleri
antik döneme değin gider. Bu tartışmaya girmeksizin şu söylenmeli: AKP, olumsuz
anlamda davranışçı[32]
eğitim modeli olarak kodladığı Cumhuriyetin ulusalcı eğitim ritüellerini (başta
And, okul üniforması olmak üzere) MEB
içinde tasfiye ederken liberal bir hava estirdi; “tek tip” Cumhuriyet mirasının
temizlendiği iddiasıyla geniş çevrelerde destek buldu. Fakat birtakım
sürekliliklere (çocuğun devlet tarafından yukarıdan sosyal mühendislikle
şekillendirilmesi, çocuğun bir takım kavram ve terimlerle idealleştirilmesi,
paternalist tutum vd.) karşın her iki dönem arasındaki birçok süreksizlik de
söz konusu.
2-Dindar nesil,
Müslüman çocuk
Başbakan Ahmet Davutoğlu, tıpkı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan gibi soy-sop konusunda ilginç bir açıklama yaptı; açıklama “üreme”
konusundaydı ve şöyle demişti:
“Bizim
için doğum yapan kadın hem mübarek bir görev yapıyor hem de vatani bir görev yapıyor. Doğum yapan
kadınların hizmeti vatani sayılmalıdır.
Yarızamanlı ve tam ücretli çalışma hakkı tanıdık. Doktor mu olayım,
anne mi olayım ikileminde kalmayacak.” (Tartanoğlu, 2016)
Bu resmi açıklamada iki terim dikkat çekiyor: “mübarek” ve “vatani”. İlk terim dinsel bir
çerçeve içinde açıklanabilir çünkü mübarek daha çok kutlu, kutsal gibi
anlamlara geliyor. “Vatani” kelimesi ise daha ziyade milliyetçi ideolojide yer
bulan bir terim. Burada “Türk-İslam Sentezi”[33]
diyebileceğimiz bir perspektif içine yerleştirilen kadın öncelikle anne olarak
kodlanmakta, asıl görevinin çocuk doğurmak olduğu söylenmektedir. Yani kadın
mutlaka evlenmeli ve çocuk doğurmalı; çocuk doğurursa da kutsal ve milli bir iş
(çocuk doğurma) yapmış olmalı. Burada Cumhuriyet ile örtüşen tek nokta, kadın
ve millet birlikteliği ama buna bir de din eklenmiş ve fakat kadın öncelikle
din ekseninde ele alınmıştır. Lakin daha önemlisi, Uçan Süpürge Kadın İletişim
ve Araştırma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Selen Doğan’ın dediği gibi (Köse,
2016), kadının devletin sürekliliği için bir araç olarak görülmesidir. Haliyle
AKP’nin çocuk politikasında üreme, bir “soy sürdürme” kaygısına indirgenmekte,
bunda ise kadın daha çok doğum yapıp çocuk sahibi olacak bir anne olarak
kodlanmaktadır. Devletin bu sosyal mühendislik projesinde kadın, öncelikle ve
nerdeyse tümden doğuracağı çocuğa göre ele alınmakta ve fakat kendi bireysel
hakları, insiyatifi, istek ve arzuları, kısacası bireyselliği söz konusu
edilmemektedir. Bu muhafazakâr ve ataerkil anlayışta kadının erkeğin bir
nesnesi olmak bakımından devlete göre bir anlamı vardır. Şöyle ki,
Tanrı-Devlet-Baba üçgeninde ortaya çıkan eril mantık (paternalizm) kadın ile
çocuk arasındaki ilişkiyi sadece annelik üzerinden kurarak dişil olan değerleri
tümden eril zihniyete göre yeniden tanımlamaktadır. Bu anlayış öncelikle,
Başbakan iken Recep Tayyip Erdoğan tarafından dile getirildi. Erdoğan devletin
başındaki erkek kişi olarak kadınların en az üç çocuk doğurması gerektiğini
defalarca farklı tarih ve mekânlarda dile getirdi. Nüfusumuzun giderek
yaşlandığını, doğum kontrolünün bir tür dinamik ve üretken genç nüfusa sahip
olma potansiyelini engelleyici bir (Batılı) taktik olduğunu ileri sürdü. Tabii bunları dile getirirken değişik tarih, mekân
ve koşullarda muhafazakâr anlayışı ele veren birçok değerlendirmede
bulundu: “Kafası kıyak gençlik
istemeyiz”, “içeceksen evinde iç”, “kürtaj olma”, “kızlı-erkekli oturup
kalkma”, “yılbaşını kutlama” vs.
Aslında AKP, iktidarının ilk yıllarında soy, çocuk ve kadın
konularında oldukça liberal, kalkınmacı bir rol takındı. 2002’de açıklanan Acil Eylem Planı’nda çocukla ilgili
sadece şu cümle yer almıştı: “Yoksul aile çocuklarına temel eğitim ve sağlık
yardımları yapılacaktır.” (NTV, 2002) Bu cümle çocuk konusunda herhangi bir
ideolojik yaklaşımı ele vermiyor. Aslında tipik refah devleti yaklaşımını ele
veriyor. Ve son derece liberal bir anlayışı gösteriyor. Fakat bilhassa 2010
sonrasında AKP, liberallerle birlikte yürümeyi ve AB’ye üyelik hedefini bir
kenara bırakıp yeni bir nesil yetiştirme konusunu bir sorunsal haline
getirdikten sonra çocuk meselesi artık İslami bir soy, beka ve süreklilik
boyutuna evrildi. Nitekim o tarihten itibaren dönemin Başbakanı Recep Tayyip
Erdoğan’ın çocuk bahsi çoğunlukla bir talebi (ebeveyne: en az üç çocuk doğurun)
dile getirdi. Erdoğan, “en az üç çocuk yapın” talebini genellikle nikâh
törenlerinde yaptı. Ama bu öneride bulunurken nüfusun yaşlanması, küresel çağda
genç, dinamik bir işgücü vurgusu gibi demografik ve sosyolojik gerekçelere
olduğu kadar komplo teorilerine de başvurdu. Bu komplo teorileri arasında en
çok da doğum kontrolü gibi tekniklerle “nüfusumuzun bir takım güçler tarafından
kurutulmaya” çalışıldığını öne sürdü:
"Evlilik
uzun bir yolculuk. İyi günler var, kötü günler var. İyi günler paylaştıkça çoğalır ama kötü
günlerde sabrettikçe elbet mutluluğa dönüşür.
Beypazarı'ndan bir amcamın bana tavsiyesi var, diyor ki; bir olur garip
olur, iki olur rakip olur, üç olur denge olur, dört olur bereket olur, gerisi Allah Kerim... Biz milletimizi güçlü
kılmak için, hem nüfus itibariyle daha
çok genç nüfusa, dinamik nüfusa ihtiyacımız var. Hem de yetişmiş nüfusa
ihtiyacımız var. Bunu ihmal etmeyeceğiz ve muhasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmak
istiyorsak bu milletin güçlü olması lazım. Ekonomide
bir kaide vardır, 'genç, dinamik demek'. Bu ülkede yıllarca bir doğum kontrolü ihaneti yaptılar
ve neslimizi kurutma yoluna gittiler. Neslin
önemi, gücü ekonomide olduğu gibi manen de çok önemli. Ben sizlere inanıyorum ve aile cüzdanımızı da
kızımıza verelim" (Bianet, 2014).
Bu açıklamasında Erdoğan, mutluluğu ailesel temelde ve
fakat daha ziyade çok çocuklu olmakla açıklıyor. Ama asıl nokta, dört çocuktan
sonrası ile ilgili; Erdoğan dörtten fazla da çocuk yapılabileceğini ama bunun
Allahın gücüyle (kerim) ile ilgili olduğunu söylüyor. Haliyle Erdoğan milletin
gücü ile annenin doğurganlığı arasında doğrudan pozitif bir ilişki kuruyor,
ülke gücü ve demografik bileşen arasındaki ilişkinin kalkınmanın asıl motoru
olduğuna inanıyor. Buna az-çok benzer bir yaklaşım Cumhuriyet döneminde de
vardı, fakat Cumhuriyet kadroları Batı’yı doğum kontrolü gibi yöntemleri
uygulayıp millet üzerinden nüfus kurutucu olmakla suçlamamışlardı zira zaten
Osmanlı, ülke kaybettikçe nüfusu azalmış, çıkan savaşlarla da erkek nüfusunu
epey bir yitirmişti. Bu açıdan, Cumhuriyetin başlarında yaklaşık 14 milyon olan
nüfusu artırmak, Cumhuriyet kadroları için akılcıydı zira geniş tarım
arazilerini işleyecek bir nüfusa ihtiyaç vardı. Erdoğan ise, bu sözlerini
nüfusu 80 milyona yaklaşan bir Türkiye koşulunda söylüyor, artan yaşlı nüfusun
devlete bindirdiği mali yüke ve onların ekonomik açıdan verimsizliğine dikkat
çekiyordu. Fakat burada asıl dikkat çekilmesi gereken nokta, AKP’nin çocuk
meselesini bir soy (beka) meselesi olarak ele alması ve yeni soyu/nesli
geçmişe, tarihe referanslarla günümüzde temellendirmeye çalışmasıdır.
2012’de “Akif’ten Asım’a” adlı Mehmet Akif Ersoy’u anma
programına katılan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Ersoy’un “Asım” diye tarif
ettiği gençliğin en güzel örneğinin o zaman Başbakan, şimdi Cumhurbaşkanı olan
Recep Tayyip Erdoğan olduğunu belirterek şöyle demişti:
“Mehmet
Akif’in Asım diye önüne koyduğu gençler, Tevfik Fikret’in Haluk diye önüne koyduğu gençler
birbirinden farklıdır. Biz Asım’ın, Akif’in elbette
ortaya koyduğu, o idealde yaşattığı gençlerimizin ülkemizde yetişmesini,
milletimizin hizmetine koşmasını, sadece bu ülkeyi değil, tüm insanları aydınlatmasını bekliyoruz”
(Tözeren, 2015: 472).
Fakat burada ilginç bir durum var: Ersoy, Safahat adlı eserinde yer alan “Asım”
adlı didaktik şiirinde bir gençlik tasarımı çizmiştir. Oya Arınç’ın göndermede
bulunduğu Tevfik Fikret’in Haluk’u (oğlu)
soyut değil, somut bir figürdür. Ersoy bu şiirinde İslam’ın saf ve masum
olduğunu ve fakat Müslümanların yozlaştığını belirtir. Asım kuşağı Çanakkale’de
savaşmış olan kuşaktır. Ersoy’a göre Asım’ın nesli, “Batının ilmini alıp,
ahlakını almayan”, İslamiyet’in öngördüğü şekilde yaşayan bir kuşaktır. Buna
karşın Galatasaray mezunu olan Tevfik Fikret, hem bir şair hem de eğitimci (sonradan
Galatasaray Lisesine müdür olur) olarak modern bir insandır; Robert Kolej’de
Tük Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmıştır. Batı dillerine vakıftır ve o
kültür içinde yaşamaktadır. Lisede pozitif bilimlerin okutulması ve
geliştirilmesinde katkısı vardır. Şermin
adlı şiir kitabında çağdaş eğitimin ve güzel sanatların gerekliliğinin,
sevgiye dayalı bir din bilgisi gereksinimini, hurafelerden uzak durmak lazım
geldiğini anlatır. Haluk’a yazdığı şiirlerde de Batı’da sanat ve bilime ilişkin
öğrendiklerini ülkesine taşımasını ister(Tözeren, 2015: 473-474).
Bu ikili yarılma günümüze değin sürmüştür; Mehmet Akif
Ersoy nezdinde milliyetçi-muhafazakâr kesim, Ziya Gökalp’in de hars-medeniyet
ayrımında görüldüğü gibi, Batı’yı teknolojik düzlemde almakta, kültürün en
hasının, iyisinin, bozulmamışının, yoz olmayanın Türk-İslam’da olduğunu iddia
etmektedir. “Zihni Batılı, ruhu Türk” (Gökalp) olan bir yeni nesil çizgisi
çizen muhafazakâr anlayış için Aydınlanma (ki bu çizgiyi burada Tevfik Fikret
temsil ediyor), bir tuzaktır ve yukarıda Tayyip Erdoğan’ın dediği gibi doğum
kontrolü gibi modern tekniklerle nüfusumuzu kırmaya, kurutmaya çalışmaktadır.
Bu komplocu anlayış sürekli teyakkuz, savunma[34]
halindedir. Tabii burada Türk muhafazakârlarının Batı derken anladığı iki temel
faktör (Hıristiyanlık ve cinsellik) bir “defo” olarak görülmekte; “yozlaşma”
daha çok din ve cinsellik üzerinden haritalanmaktadır. Fakat AKP’nin 2002’den
2010’a değin ısrarla girmek için birçok reform yaptığı Avrupa Birliği’ne
yönelik tutumu, dürüst değil ve fakat araçsaldır. AKP, 2002’den 2010’a değin
içerideki güç odakları (ordu, bürokrasi, yargı, üniversiteler, aydın çevreleri
vd.) karşısında güç devşirebilecek mercii içeride değil, dışarıda (AB ve ABD)
aramış; içeride gücünü kanıtladıktan sonra da demokrasiyi araçsallaştırmış,
reformlardan vazgeçmiş, kurduğu baskı rejimiyle de kendi neslini artık
yetiştirmeye başlamıştır.
Burada yeni nesil yüz yıl öncesinin Asım’ına benzeyecekti;
bu yetiştirme işinde ise devletin elindeki en etkili iki araç (eğitim ve medya)
devreye sokulacaktı. Recep Tayyip Erdoğan, her zamanki gibi hışımla ve
birilerine (aydın çevrelere) çatarak şöyle demişti ne istediğine dair Ak Parti
Gençlik Kolları toplantısında :
“Bu
ülkede geçmişte yapılan hatalar milletimize de, ülkemize de çok ağır bedeller ödetti. Bu bedellerin
tekrar tekrar ödenmesine, millete yeniden ağır faturalar ödetilmesine biz razı
olamayız. İşte onun için biz gençlik diyoruz. En önemlisi de milli manevi değerlerine
sahip çıkan, onları yaşatan, geleceğini geçmişinden aldığı güç, gurur ve ilhamla
şekillendiren bir gençlik tasavvur ediyoruz. Altını çiziyorum modern, dindar bir
gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin [ABÇ:Kİ], kalbinin davacısı bir gençlikten
bahsediyorum.” (Sancar,
2012.)
Bu açıklamada
geçmişte ödenen bedeller ve faturalardan (nedir onlar?) bahsediliyor ve bir
daha ödenmemesi için milli-manevi değerlerin oluşturduğu yeni bir rota
açıklanıyor. Modernlik, maneviyat (yani dinin kumanda ettiği değerler dizgesi)
üzerinden tanımlanıyor ve dindarın yapması gereken işler birçok misyon
temelinde sıralanıyor: dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin,
kininin, kalbinin davacısı. Tabii Erdoğan, çocuk ve gençler için çizdiği bu
yeni istikameti ete-kemiğe büründürücü çalışmaların yapılmasını hemen
emretmişti. Bu çerçevede üç gelişme yaşandı bu beyanın ardından. İlk olarak, 8
yıllık kesintisiz ve zorunlu eğitim kaldırıldı, onun yerine “4+4+4”[35] rumuzuyla belirtilen üçlü
sisteme geçildi: Buna göre ilkokul 4 yıl olacak ve 5.5 yaşında başlayacak;
ardından ikinci 4 yıl ortaokul olacak ve en sonda 4 yıllık lise eğitimi yer
alacaktı. Bu uygulamayla, önceden 28 Şubat 1997 döneminde kaldırılan
ortaokullar yeniden açılacağı için İmam-Hatip Liselerinin ortaokulları da
yeniden açılacaktır. İkinci gelişmenin sorumlusu Diyanet İşleri Başkanlığı
olacaktır. Diyanet aşağıdaki işleri yapmaya soyunacaktır:
“…Çocuklar, gençler, kadınlar için
cami dışı din hizmetleri artırılacak. Kurumun 2012-2016 Stratejik Planı'nda yer alan bilgilere göre, gençlerin
ahlakını korumak amacıyla dini içerikli romanlar
yazılacak, yaygın eğitimde kullanılmak üzere ücretsiz yayınlar hazırlanacak. Kurumun 4 yıllık Strateji Planı'nda yer alan
bazı projeler şöyle:
Başkanlık merkezinde 'irşat ekipleri' oluşturulacak. Aile irşat ve rehberlik bürolarının hizmet etkinliği arttırılacak. Cami dışı din hizmetleri için özel kadrolar oluşturulacak.
Din görevlileri cami dışı din hizmetlerine teşvik edilecek. Cami derslerine etkinlik kazandırılacak. Aile konusunda çalışma yürüten diğer kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapılacak. Gençlere ve yetişkinlere yönelik dini bilgiler içeren eserler hazırlanacak.
Öğrencilere yönelik umre hizmetleri geliştirilecek.
Medyada yer alan dini programlara Diyanet temsilcilerinin katılımı sağlanacak.
Sürekli bakıma muhtaç olan engelli, yaşlı ve hastalara yönelik din hizmeti sunulacak.
İllerde ve nüfusu 50 binin üzerinde olan ilçelerde işitme engellilere dini hizmet verilecek.
Merkezi camilerde 'dini danışmanlık' büroları açılacak.
Şehirlerin uygun yerlerindeki camilerde ve Başkanlık hizmet binalarında Diyanet Okuma Salonu adı altında salonlar açılacak.
Mültecilere yönelik dini hizmet alanları üretilecek.
Engellilere yönelik olarak umre hizmetleri geliştirilecek.
Kadınların dini sorunlarını konu alan eser hazırlanacak.
'Kura'n-ı Kerim Müzesi' kurulacak.
Yaygın eğitimde kullanılmak üzere ücretsiz dini yayın dağıtılacak…” (Sancar, 2012)
Başkanlık merkezinde 'irşat ekipleri' oluşturulacak. Aile irşat ve rehberlik bürolarının hizmet etkinliği arttırılacak. Cami dışı din hizmetleri için özel kadrolar oluşturulacak.
Din görevlileri cami dışı din hizmetlerine teşvik edilecek. Cami derslerine etkinlik kazandırılacak. Aile konusunda çalışma yürüten diğer kurum ve kuruluşlarla işbirliği yapılacak. Gençlere ve yetişkinlere yönelik dini bilgiler içeren eserler hazırlanacak.
Öğrencilere yönelik umre hizmetleri geliştirilecek.
Medyada yer alan dini programlara Diyanet temsilcilerinin katılımı sağlanacak.
Sürekli bakıma muhtaç olan engelli, yaşlı ve hastalara yönelik din hizmeti sunulacak.
İllerde ve nüfusu 50 binin üzerinde olan ilçelerde işitme engellilere dini hizmet verilecek.
Merkezi camilerde 'dini danışmanlık' büroları açılacak.
Şehirlerin uygun yerlerindeki camilerde ve Başkanlık hizmet binalarında Diyanet Okuma Salonu adı altında salonlar açılacak.
Mültecilere yönelik dini hizmet alanları üretilecek.
Engellilere yönelik olarak umre hizmetleri geliştirilecek.
Kadınların dini sorunlarını konu alan eser hazırlanacak.
'Kura'n-ı Kerim Müzesi' kurulacak.
Yaygın eğitimde kullanılmak üzere ücretsiz dini yayın dağıtılacak…” (Sancar, 2012)
Üçüncü
gelişme ise, Erzurum’da Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı “Huzur” toplantısında
Dumlupınar İlköğretim Okulu Müdürü Ahmet Aydın’ın yaptığı ve TV’lerde
yayınlanan konuşması idi. Aydın açıkça şöyle diyordu: “Madem tıp bu kadar gelişti, suçlu insanların
gen haritasını çıkaralım. Doğan çocukların gen analizini yapalım. Bu çocuklar
vatana millete hayırsız olacak ailelerden geliyorsa daha yürümeye başlamadan
yok edelim.” (Sancar, 2012)
Son beş yılda
AKP’nin çocuk konusunda toplum mühendisliği çok hızlı seyretti: Kuran kursları
ve İmam-Hatip okullarının sayısı hızla artırıldı. MEB okullarındaki karma
eğitimi sistemi, insan hak ve özgürlüklerine aykırı olduğu gerekçesiyle
kaldırılması yönünde tartışmaya açıldı, okullarda başörtüsü hem öğrenciler hem
öğretmenler için serbest bırakıldı, zorunlu din dersinin yanına dinle ilgili üç
seçmeli ders daha eklendi, Arapça ve Osmanlıca dersleri müfredata yeni seçmeli
dersler olarak konuldu, MEB okullarında
mescit açmak serbest bırakıldı. Yani, MEB büyük ölçüde dinsel değer, bilgi ve
uygulamalar üzerinden yeniden dizayn edildi. Bütün bunlar, Erdoğan’ın çizdiği
hat üzerindeki dindar nesil için gereken değişiklikler oldu. “İyi çocuk” artık
“Müslüman çocuk” olarak görülecek, AKP öncesinde (tüm kötülüklerin yer aldığı,
hatta Cumhuriyet’in başından bu yana süregelen “enkaz” olarak tanımlanan eski
sistem) yapılan her şey eksik, yetersiz, yanlış ve yoz olarak tarif
edilecektir.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Bu makalede geç Osmanlı İmparatorluğu ile erken Türkiye
Cumhuriyeti dönemleri ve bunlar ile günümüz AKP iktidarı arasında çeşitli değişimleri
tespit etme bağlamında yapılan karşılaştırmalarla resmi çocuk politikasının
“terbiyeli çocuk” ve “dindar nesil” kavramları altında ifade edilen ideal bir
çocuk tasarımına dayanması bakımından birçok süreksizlikler kadar süreklilikler
olduğu vurgulandı. Osmanlıda dindar,
Cumhuriyet döneminde seküler, günümüzde yeniden dindar çocuk yetiştirme
politikaları, bir süreklilik anlamında, devletin hala belli bir ideal çocuk
yetiştirme politikasının bir toplum mühendisliği şeklinde işlediğini
göstermektedir. Bir süreklilik anlamında her üç dönemde de görülen devletin bu
paternalist çocuk politikası, çocuğun yüksek yararı çerçevesinde çocuk hakları
ve “çocuk ne ister, bir de kendisine soralım” anlayışından uzakta kaldı; yani
çocuğu bir özne değil nesne olarak gördü, onun kendi haklarını kendisinin
belirlemesi konusunda (self-determination) sınıfta kaldı. Haliyle her üç
dönemde de politika yapıcılar, demokratik bir çocuk politikası oluşturmak
yerine, çocuk ve çocukluğu ülke bekası adına ideolojik yeniden üretimin nesnesi
konumuna indirgediler. Zaman zaman soy kaygısı, çocuk ve çocukluğu teknik
açıdan araçsallaştırdı, devletin yüce ideallerinin tasarımsal bir konusu içine
soktu. Elbette bu sürekliliklerin yanı sıra, politikanın ideolojik kurgusu
değişince çocuğa ve çocukluğa bakış açısı da değişti. Dönemsel değişimlerle
birlikte çocuk ve çocukluk, geçmişe göre kamusal alanda daha fazla tartışıldı, aile
içinde çocuk (psikolojik) sevgi-şefkat öznesinden hızla bir (ekonomik) yatırım
nesnesine (bilhassa eğitim aracılığıyla) yükselerek yoğun biçimde işleyen bir
rasyonalizasyona tabi tutuldu. Toplumsal değer ve pratikler değiştikçe çocuk ve
çocukluk da bir ideal tasarım olarak değişti. Örneğin, geçmişte okula
yazdırılırken çocuğu için öğretmenine “eti senin, kemiği benim” diyen bir
anlayış artık pek de yok; ebeveyn çocuğuna dayak atılması, hakaret edilmesi vs
konularında okul yönetimleri ve öğretmenlerinden daha fazla hesap sorar bir
tutum içine girdi. Fakat tüm bu değişim ve süreksizliklere karşın çocuk ve
çocukluğa ilişkin devletin ve ailenin, kalıpları değişse de, bir tür terbiye
felsefesi üzerine dayanan politikalarında çeşitli benzerlik ve süreklilikler de
yakalamak mümkün. Hala uslu olan, derslerine muntazaman çalışan, ebeveynine
itaat eden, sorgulamaktan ziyade kurallara uyan, anne-babası için öncelikle
“hayırlı evlat” olması istenen bir çocuk tipi, toplumun farklı sınıf, etnik
kimlik, inanç grubu, coğrafi bölgelerinde bir şekilde ideal olarak kabul edilmeye
devam edilmektedir. Bir taraftan eğitimle öğrenci merkezli, eleştiren ve
yaratıcı, bilgi ve beceri konusunda öne çıkan bir çocuk nesli yetiştirmeye
çalışıyoruz ama öte yandan da çocuğu ülkenin yüce idealleri (vatana-millete
hayırlı olmak, anne-babasına yaşlılığında bakmak vs.) içinde tanımlamaya,
sınırlandırmaya ve oluşturmaya devam ediyoruz. Bu, hala çocuk ve çocukluğa
terbiye felsefesi içinde baktığımızı gösteriyor.
Osmanlıdaki dinsel nitelikli terbiye anlayışı seküler ve
milliyetçi bir içerikle modern Türkiye’de devam ettirildi, Osmanlıdaki bütün
kötülüklerin kaynağı olarak görülen din, modern Türkiye’de de milliyetçiliği
güçlendirecek ve beka stratejisi olabilecek bir ortak payda olarak kullanılmaya
devam edildi. İki toplumda da, biri geniş bir İmparatorluk diğeri ise küçük bir
ulus-devlet olsa da, ideal çocuk tipi modeli en yukarıdan aşağıya doğru, resmi
olarak formüle edildi ve bu modelin hayata geçirilmesi için çeşitli politikalar
uygulandı. En başta eğitim bu politikanın uygulandığı somut bir zemin oldu, her
iki dönem yöneticileri, yeterince tekin bulmadıkları ev (aile, ebeveyn) ve
sokak yerine okulları ve diğer eğitim kurumlarını ideal çocuk yetiştirmenin
biricik güvenilir mekânı olarak sundular. Bu mekânda fedakârlık, itaat,
sadakat, temizlik, otoriteye ve büyüklere saygı gibi değerler, çocukların
davranışlarını ayarlayabilecekleri birer norm olarak gösterildi. Cumhuriyet
döneminden oldukça farklı bir dönem olarak AKP döneminde “terbiyeli çocuk”
açıkça “dindar nesil” olarak tarif edildi. Burada artık çocuk değil, bir nesil
sorunu olduğunu ifade eden AKP, toplum mühendisliğini çocuk üzerinden neredeyse
tümüyle din üzerine kurmak bakımından Osmanlıya geri dönüşü akla getirmektedir.
Neo-Osmanlıcı AKP için bu beklenmedik bir şey değil zira Osmanlı ile yeniden
girilen “büyüklük” rüyaları içinde nesil, öncelikle düşmanlarla savaşacak bir
yeni soy olarak görülmektedir. Yani çocuk ve çocukluk, demokratik değil sosyal
Darwinist felsefe içinde ele alınmaktadır. Haliyle Osmanlıda sadece dindar
olması istenen, Cumhuriyet döneminde modern bir yurttaşlığa terfi etmesi
beklenen çocuk şimdi dindar/kindar bir perspektif içinde savaşmaya çağrılmaktadır.
Böyle olunca günümüzde çocuk AKP için belli misyonların aracı olmaktan öteye
gidip kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde “çocuğun yüksek yararı” düzeyine
erişememektedir. Çocukla ilgili sorunların (niteliksiz eğitim, dayak, tecavüz,
işçilik, asosyal tutumlar, teknoloji bağımlılığı vs.) gününüzde katlanarak artması,
Türkiye’nin hala demokratik, gelişimsel ve verimli bir çocuk politikası
olmadığını göstermektedir. Çocuklardan hep bir şey olmaları istendi yetişkinler
tarafından. Fakat ve sadece kendi olmalarına bir türlü izin verilmedi.
Kaynakça
Akşit, Elif Ekin. (2012), Kızların Sessizliği. Kız Enstitülerinin Uzun Tarihi, İstanbul:
İletişim yayınları, 2. Baskı.
Akyüz, Emine. (1999), “Cumhuriyet
Döneminde Çocuk Hukukundaki Gelişmeler” İçinde: Bekir Onur (der.), Cumhuriyet ve Çocuk, Ankara: Ankara
üniversitesi ÇOKAUM
Altınyelken, Hülya Koşar. (2010),
Changing Pedagogy. A Comparative analysis
of reform efforts in Uganda and Turkey, Amsterdam, Kendi Yayını
Araz, Yahya. (2013), 16. Yüzyıldan 19. Yüzyıl Başlarına Osmanlı
Toplumunda Çocuk Olmak, İstanbul: Kitap Yayınevi
Ariès, Phillippe. ( 1973), L’enfant et la vie familiale sousl’Ancien Régime,
Paris: Éditions du Seuil.
Balsoy, Gülhan Erkaya. (2015) Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı. Geç Osmanlı Doğum Politikaları, İstanbul:
Can Yayınları
Bein, Amit. (2013), Osmanlı
Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti. Değişimin Failleri ve Geleneğin Muhafızları, çev.
Bülent Üçpunar, İstanbul: Kitapyayınevi.
Berkes, Niyazi. (2016) Türkiye’de
Çağdaşlaşma, Ahmet Kuyaş (der.), İstanbul: YKY
Bianet, “Erdoğan: 1-2-3-4 Çocuk,
Gerisi Allah Kerim”, 22 Aralık 2014, http://bianet.org/bianet/siyaset/160991-erdogan-1-2-3-4-cocuk-gerisi-allah-kerim
[Erişim Tarihi: 21 Mart 2016]
Copeaux, Etienne. (2006), Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk-İslam
Sentezine, çev. Ali Berktay, İstanbul: İletişim yayınları
Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Milli Eğitim Bakanlarının Milli
Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri-II, (1990), Ankara: Türk Devrim Tarihi
Enstitüsü Yayınları
Cunnigham, Hugh. (1995), Children and Childhood in Western Society
Since 1500, Londra: Longman.
Sinan Tartanoğlu, “Doğum
Yapmak Vatani, Görev”,Cumhuriyet, 4
Şubat 2016
Durkheim. Emile.(1956), Education and Sociology, Çev.Sheerwood
D. Fox, New York: The Free Press.
Durkheim, Emile. (1973), Moral Education. A Study in the Theory and
Application of the Sociology of Education, Çev. Everett K. Wilso n and
Herman Schnurer, New York: The Free Press.
Dwyer, J. G. (2012) ‘Parents’ self-determination and children's custody:
a new analytical framework for state structuring of children’s family life. Faculty Publications 1281. Available
from: http://scholarship.law.wm.edu/facpubs/1281.Retrieved on: 29th April 2016.
Fortna, Benjamin. (2002),Imperial Classroom. Islam, the State, and Education
in the Late OttomanEmpire, Oxford University Press
Fortna, Benjamin. (2011),Learning to Read in the Late Ottoman Empire and the Early Turkish Republic,
New York: Palgrave Macmillan
Franklin, Bob. (der.)(1993), Çocuk Hakları, Çev. Alev Türker,
İstanbul: Ayrıntı yayınları
Gökalp, Ziya. (1987), Türkçülüğün Esasları, Mahir Ünlü ve
Yusuf Çotuksöken (haz.), İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 3. Baskı
İnal, Kemal. (2004), Eğitim ve İktidar. Türkiye’de Ders
Kitaplarında Demokratik ve Milliyetçi Değerler, Ankara: Ütopya.
İnal, Kemal. “AKP’nin Reform
Mantığı ve 4+4+4’ün İdeo-Pedagojik Eleştirel Analizi”, Eğitim, Toplum, Bilim Dergisi, Cilt:10, Sayı: 39, Yaz 2012, ss.
78-92.
İnal, Kemal. (2014), Çocuk ve Demokrasi, İstanbul: Ayrıntı
yayınları
İnal,
Kemal. “Paternalistic model of child: a comparison between the
late Ottoman society and the early Republic of Turkey”, Eurasian Journal of Anthropology, 6 (2): 65-80, 2015
İnan, Afet. (2000), Medeni
Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara: Atatürk Araştırma
Merkezi
İnan, Arı. (1991), Düşünceleriyle
Atatürk, İsmet Parmaksızoğlu (sadeleştiren), Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları.
Karabekir, Kazım. (2015), Çocuk Davamız, Haz. Ziver Öktem, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları
Köse, Hilal. “Savaşsınlar diye mi
çocuk doğuralım?”, Cumhuriyet, 5 Şubat
2016
Küçüka, Necip Ali. (1933), Çocuk Hukuku, Ankara
Lewis, Bernard. (1993) Modern
Türkiye’nin Doğuşu, Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk
Tarih Kurumu Yayınları
Locke,
John. (1996), Some Thoughts Concerning Education and of the Conduct of the Understanding.
Eds. Ruth W. Grant and NathanTarcov. Indianapolis: Hackett Publishing Co.,
Inc.
Milli
Eğitim Bakanlığı (MEB) (2004), İlköğretim
Hayat Bilgisi Dersi (1,2,3. Sınıflar) Öğretim Programı, Ankara: MEB Talim
ve Terbiye Kurulu Başkanlığı
NTV,
(2002), “AKP ‘Acil Eylem Planı’nın tam metni”, http://arsiv.ntv.com.tr/news/188080.asp [Erişim Tarihi: 21 Mart 2016]
Okay,
Cüneyd. (1998) Osmanlı Çocuk Hayatında
Yenileşmeler 1850-1900, İstanbul: Kırkambar Yayınları.
Ortaylı,
İlber. (2000) Osmanlı Toplumunda Aile, İstanbul:
Pan Yayıncılık
Ölçen, A.N. (1993), İslam’da Karanlığın Başlangıcı ve Türk-İslam
Sentezi, Ankara: Ekin
Postman, Neil. (1982), The Disappareance of Childhood, Londra:
W.H. Allen (Çocukluğun Yokoluşu, çev, Kemal İnal, Ankara: İmge Kitabevi
yayınları, 1995)
Rousseau, Jean-Jacques. (2011), Emile ya da Eğitim Üzerine, çev. Yaşar
Avunç, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür yayınları, 3. Baskı.
Sabah, “Gürbüz Çocuklar Ordusu”, http://www.sabah.com.tr/galeri/turkiye/gurbuz_cocuklar_ordusu
[Erişim Tarihi: 09.03.2016];
Sancar, Nuray. “Dindar ve kindar nesillere doğru” Mart 2012, Sayı:227http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/243-sayi-227/545-dindar-ve-kindar-nesillere-dogru [Erişim Tarihi: 21 Mart 2016]
Somel, Selçuk Akşin. (2010), Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908). İslamlaşma, Otokrasi ve Disiplin, çev. O. Yener, İstanbul: İletişim
Sünbüloğlu, Nurseli Yeşim.
(2013), Erkek Millet Asker Millet.
Türkiye’de Militarizm, Milliyetçilik ve Erkek(lik)ler, İstanbul: İletişim
yayınları
Tartanoğlu, Sinan. “Doğum yapmak vatani görev”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2016
Thomä, Dieter. (2011), Babalar. Modern Bir Kahramanlık Hikâyesi, çev.
Fikret Doğan, İstanbul: İletişim.
Timuroğlu, Vecihi. (1991), Türk-İslam Sentezi, Ankara: Başak
Tözeren, Ayşegül. (2015), “Asım’ın Nesli Olmaktan Ara
Elemanlığa”, İçinde: Kemal İnal, Nuray Sancar, Ulaş Başar Gezgin (Haz.), Marka, Takva, Tuğra. AKP Döneminde Kültür ve
Politika, İstanbul: Evrensel Kültür Kitaplığı, 472-476
Yücel, Hasan Ali. (2011), İyi Vatandaş İyi İnsan, İstanbul:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Genişletilmiş 5. Baskı.
Notlar:
[1]
Daha önce yayımlandığı yer: Folklor/Edebiyat,
Cilt: 22, Sayı:87, 2016/3, ss. 31-56
[2]
672 sayılı KHK ile ihraç edilmiş akademisyen. inalkemal@gmail.com
[3]
Ortaylı ise (2000: 100-101) aslında 19. yüzyılda da pek bir şey değişmediğini,
örneğin eğitimde geleneksel hedeflerin büyük çapta değişmiş olmadığını,
muhtevadan çok şeklin değiştiğini vurgular. Ona göre, sonuçta çocuk, ailesinin
ve cemaatinin geleneksel sözlü kalıpları içinde eğitimine devam etti.
[4]Danton’un
1793’de kamusal eğitim üzerine verdiği söylev büyük ölçüde çocukların yeni
sistem içindeki yer ve rolünü devlet (Cumhuriyet) üzerinden tanımlar: “Çocuklar
devlete aittir, hem de daha anne babalarına ait olmadan önce… Babalarının
egoizmi tarafından yönlendirilen çocukların cumhuriyet için bir tehlike
oluşturmayacağını kim bana söyleyebilir? Duygular için yeterince şey yaptık.
Artık anne babalara şunu demeliyiz: Bizler çocuklarınızı gasp etmiyoruz; sizler
de onları milli eğitimden mahrum bırakamazsınız.” (Thomä, 2011: 88). Benzer bir
şekilde Rabaut Saint-Etienne de şöyle der: “Milli eğitim… insanı beşikten,
hatta anne karnındayken ele geçirmekten ibarettir. Çünkü doğmamış çocuk bile
baba vatana aittir.” (Thomä, 2011: 88)
[5]
Bu sıfatların sayısı çoktur: Makbul, çalışkan, dürüst, vatanperver, inançlı,
kararlı, çelik iradeli… Bu sıfatlar, bir yandan çocuğu çeşitli işlevsellikler
bağlamında toplumsal pratikler içinde önemli noktalara taşırken, öte yandan da
onu resmiyetin içinde bir dolu görev, sorumluluk ve hesap vermenin nesnesi
haline getirdi. Terbiye kavramı, bu bağlamda, çocuğa gelenek/modernlik
bağlamında yetişkinler (devlet, ebeveyn, akraba, öğretmen vd.) tarafından
dayatılan bir dünya görüşünün genel kalıbı olmak bakımından çocukları ideal
tasarımın nesnesine çevirdi ve fakat hayat modernleşip demokratikleştikçe
paternalizmin çağdaş formlarıyla birlikte beklenen özne konumundan çok uzaklara
savurdu. Bugün hala çocuk meselesi ve çocuk haklarını vesayet kavramı
çerçevesinde tartışıyorsak, bunun nedeni çocuk haklarının bir türlü
gerçekleşememesidir. Bu konuda bir tartışma için bkz. Dwyer (2012).
[6]
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. İnal (2015).
[7]
“Edep” kavramı Arapça “adab”tan gelir. Daha çok, uygun toplumsal davranış
kuralları anlamında öncelikle ahlaka gönderme yapar. Bu anlamda iyi ahlak,
incelik, terbiye, görgü, nezaket gibi seküler alana ilişkin değerleri ifade
etse de, İslam-Arap kültüründe dinsel referanslar (ayet, hadis vd.) temelinde
açıklanır
[8]
Müslüman Türkler bunu “ağaç yaşken eğilir” atasözüyle ifade ederler.
[9]
Osmanlıda ebeveyn, erkek çocuğu kız çocuğuna göre daha fazla arzulardı ama yine
de ihtiyarlıkta bakıma muhtaç kalan birçok anne-babaya bakan, erkek değil kız
çocuklarıydı. Buna rağmen kız çocuk sahibi olmayı eleştiren, hatta aşağılayan
deyişlerin üretilmesi (“oğlan doğuran öğünsün, kız doğuran dövünsün”, “kızın
olmuş gibi sus pus oldun” vs.), pek de kız çocuğunun vefasının yüceltilmesinin
erkek çocuk sahibi olma eğiliminin önüne geçemediğini göstermektedir. Bkz. Araz
(2013: 34-40)
[10]
Bu Durkheimcı anlayışı Cumhuriyetin önemli ve ünlü Milli Eğitim Bakanı Hasan
Ali Yücel şöyle açıklamış: “Çocuk iyi vatandaş olmak için aileden sonra, her
sınıf vatandaşın çocuğunu bir araya getiren okulda yetişmektedir. Okul, kendisi
bir cemiyet olan yerdir. Ailelerden gelen kız erkek, zengin fakir, her cins ve
sınıf çocuğun bir araya gelmesinden doğan bu küçük cemiyette çocuk, ilerde
hayata atıldığı zaman gireceği büyük topluluğun tecrübelerine hazırlatılmaktadır
ve hazırlanır.” (Yücel, 2011: 137)
[11]
Nitekim Mustafa Kemal’in Durkheim’ı ve modern Fransız filozofları
Fransızcasından okuduğunu Anıtkabir’de sergilenen kitaplardan görmek
mümkün.
[12]
Cumhuriyet kadroları için aile, Osmanlıdaki mahrem kutsallığın aksine, çocuk
açısından işlevselliği bağlamında ele alındı.
Örneğin Mustafa Kemal’in 1936’daki şu ifadesi ilginçtir: “Eşini mutlu
edebilecek herkes evlenmelidir. .. Çoluk-çocuk sahibi olmalıdır… Çocuk sevgisi
insan için bir ihtiyaçtır.“ (Genelkurmay Başkanlığı, 1988: 327).
[13]
Şöyle der Gökalp: “Türkler’in bundan sonra da en çok değer verecekleri ahlak,
yurt ahlakı olmalıdır. Çünkü, toplumsal nitelikteki topluluklar arasında tam ve
bağımsız bir yaşayışa sahip olan ve bir toplumsal organizma niteliğini gösteren
ancak ulus ya da yurt adları verilen topluluktur.
Aileler, bu toplumsal organizmanın hücreleri, uğraş toplulukları ise
organlarıdır. Ulustan daha geniş olan inandaş topluluğu (ümmet) ve uluslar
arası birlik (beynelmileliyet) gibi topluluklara gelince, bunlar toplum
niteliğinde değil, toplumlardan oluşan birer toplumlar topluluğu (camia)
niteliğindedirler. (…) Öyleyse, ulus ülküsü, başka topluluklarla ilgili
ülkülerden, örneğin aile ülküsünden, uygarlık ve uluslar arası birlik
ülkelerinden daha yüksektir.” (Gökalp, 1987: 136)
[14]
Bu yarı din adamı yarı eğitici tip, bildiğimiz modern eğitim formasyonundan
geçmiş biri değildi. Kıt bilgisi, meşhur “yobazlığı”, basmakalıp karakteri,
dayakçı özelliği nedeniyle bu tip Cumhuriyet döneminde Osmanlıyı eleştirmenin
ve dışlamanın simgesi haline geldi. Geldi ama hala ilkokul sonrasında
öğrenciler “öğretmen” kelimesi yerine dinsel esinler taşıyan “hoca” kelimesini
kullanmaktadırlar. 12 Eylül
1980’de darbe yapan cunta, darbe sonrasında okullarda hoca kelimesini
kullanmayı yasakladı ama başarılı olamadı. Hoca kelimesi bazı kampuslarda
(mesela ODTÜ) öğrenciler arası bir hitap şekli olarak da hala kullanılıyor.
[15]
Öğretmen, Türkiye kültürü ve eğitim sistemi içinde saygınlığını büyük ölçüde
ailenin çocuğuna verdiği değerden almaktadır. Çocuk, belli bir sermayenin
(Bourdieu’nün kavramıyla kültürel sermayenin) edinimini öncelikle okulda aldığı
için öğretmen, sermaye kazandıran konumuyla ebeveyn gözünde çok değerlidir.
“Adam olmak”, “bir baltaya sap olmak”, “okuyup vatana-millete hizmet etmek”,
“hayırlı evlat olmak” gibi ifadelerde okul eğitiminin payı çok yüksek olarak
görülür.
[16]
Ulemanın Osmanlıdaki durumu ve Cumhuriyetle birlikte oluşan değişim sonucu girdiği
yeni durum konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. (Bein, 2013)
[17]
Bu özelliklerin başında “rahle-i tedrisat” adında bulan çeşitli nitelikler
gelmektedir: Öğrencilerin yerde, dizlerinin üzerinde bir konumda, önlerinde yer
alan rahle üzerindeki Kuran’ı okuyup ezberlemeleri, hocanın dediklerini yüksek
sesle tekrar etmeleri, başarısız ezberleme durumunda sıklıkla dayak yemekleri
gelmektedir.
[18]
Öğrencilerin camiden ayrı, modern yapılı binalardaki sınıflar içinde sıralarda
dik, arka arkaya oturmaları, duvarlarda yeni rejimin çeşitli simgelerinin
olması, başı açık modern bir öğretmenin ders vermesi vs.
[19]
Mustafa Kemal’in bu konudaki meşhur sözleri şöyledir: “Tarihimizi okuyunuz,
dinleyiniz… görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harab eden fenalıklar
hep din kisvesi altındaki küfür ve mel’anetten gelmiştir. Onlar her türlü
hareketi dinle karıştırırlar.” (İnan, 1991: 145)
[20]
Osmanlı’da öğrencilerin hep bir ağızdan “Padişahım çok yaşa” demeleri her ne
kadar erken Cumhuriyet Türkiye’sinde “Yaşasın Cumhuriyet”e dönüşmüşse de,
burada Cumhuriyet ile Atatürk arasında bir özdeşlik kurulduğu söylenebilir.
Zira Cumhuriyeti tasarlayıp ilan eden de uygulayan da öncelikle Atatürk’tür.
Öte yandan İslamcılarca simgesel önemi büyük olan padişah Abdülhamit’e
atfedilen dinsel değerler ile seküler kesimin önderi Atatürk’ün sıfatının
(Gazi) İslami yönü açık. Bu değerler ve sıfatın dinsel bir anlam içerdiği iyi
bilinir. Bu bakımdan Cumhuriyet, Osmanlıdan din anlamında radikal bir kopuş
yaşamadı; değişimler çoğu zaman biçimsel (giyim, dil, yaklaşım vs.) kaldı.
[21]
Osmanlıda eğitim sistemi, öğrencileri Sünnileştirmeye (dinsel), Türkiye’de ise
Türkleştirmeye (etnik/ulusal) dayalıydı. Sünnileştirmede ortak hedef, çocuğu
öncelikle iyi bir Müslüman kılıp onun halifeye ve Sünni Osmanlı
devletine/düzenine sadakat duygularını güçlendirmekti. Cumhuriyet döneminde
ise, Osmanlıdan miras alınan farklı etnik toplulukların (öncelikle Kürtler,
Araplar, Yezidileri Çerkezler vd.) Türkleştirip Cumhuriyet rejimine sadık
yurttaşlar yetiştirmekti. Çerçeve ve hedef farklı olsa da, her iki devletin
sosyal mühendislik yaklaşımları benzerdir.
Osmanlı farklı etnisite ve dinlerden Müslümanları ortak Osmanlı
ülkesine, Cumhuriyet ise yine farklı etnisiteden kimlikleri (Türk, Çerkez, Arap
vd.) ortak Türk Vatanı’na entegre etmeye çalıştı. Bu bakımdan her iki ülkenin
de ciddi bir entegrasyon (ya da asimilasyon) sorunu oldu.
[22]
Elbette Kemalist Türkiye kadın konusunda birçok bakımdan Osmanlı’dan farklıydı;
öncelikle kadın hakları açısından aradaki mesafe epey açılmıştı. Büyük ölçüde
haremde, kafes arkasında ve mahrem hayat içinde var olan Osmanlı kadınına karşı
Kemalistler Batılı tarzda bir “Cumhuriyet Kadını” yaratmaya çalıştılar ki, bu
kadının Osmanlıdan en büyük farklarından biri özel alandan kamusal alana
çıkması, ödevlerinden ziyade haklarının vurgulanmasıydı.
[23]
Bu konuda Cumhuriyet döneminin önemli generali Kazım Karabekir, ülkenin
doğusunda bir “çocuk ordusu” kurmaya değin vardırdı işi. Ayrıntılı bilgi için
bkz. Kazım Karabekir, Çocuk Davamız, İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları, Haz. Ziver Öktem, 2015; Sabah, “Gürbüz Çocuklar
Ordusu”, http://www.sabah.com.tr/galeri/turkiye/gurbuz_cocuklar_ordusu
[Erişim Tarihi: 09.03.2016]
[24]
Cumhuriyet döneminde 1928 yılında Bursa’da iki öğrencinin Protestanlığa geçmiş
olduğu iddiası bile devletin gayrimüslim azınlıkların okullarına karşı tavır
almasına ve yeni bir yasal düzenleme yapmasına yetmiştir.
[25]
Ergenekon ve Bozkurt efsaneleri, Hayber Kalesi gibi dini hikâyeler, popüler
kahramanlı destanlar, çocukların hayal gücünü körükleyen halk masalları, İslami
menkıbelerle çocukların Müslüman cemaatine aidiyet hisleri gelişiyordu (Somel,
2010: 302). Bu listeye 19. yüzyılın sonlarından itibaren modern roman ve
hikâyeler de eklenecektir. Ama her iki dönemde de Batılı tarzlar (roman,
eğitim, mobilya, edebiyat, fotoğraf çekimi, boş zaman vs.) ile Doğulu tarzların
(beş vakit namaz, türbe ziyaretleri, tekke misafirlikleri, hurafeler, İslami
atmosfer vs.) yan yana varlığını sürdürecektir (Somel, 2010: 304-307).
[26]
Cumhuriyet, kadını Batılılaşma sürecinde simgesel anlamda önemli bir noktaya
yerleştirmeye çalışmış olsa da kızların eğitimi bağlamında iki dönem arasında
bir süreklilik bulan Akşit’e göre, Osmanlıda 19. yüzyılın ikinci yarısından
önceki eğitimleri genel olarak ev temelli ve kadınların kızları eğitmesiydi. Bu
eğitim biçimi ve gerektirdiği hiyerarşi, kızların sanayi eğitimine neredeyse
olduğu gibi taşındı (Akşit, 2012: 30).
[27]
Bu dinsel yapıları sivil toplum örgütü olarak kabul etmek pek mümkün değil.
Zira demokrasinin geliştirilmesine yönelik sivil toplum örgütleri çoğu zaman
demokratik alanın genişlemesi ve gelişmesi için devlete karşı politika ve
pratikler üretirken, burada tam tersi bir durum söz konusu; tarikatlar kendi
demokrasi karşıtı düşünce ve politikalarının yaygınlaşıp etkili hale gelmesi
için devleti bir araç olarak kullanmaktadırlar.
[28]
Bu konuda şu örnek verilebilir: Son Milli Eğitim Şurası’nda Eğitim Bir-Sen,
insan hak ve özgürlüklerine aykırı olduğunu ileri sürdüğü “zorunlu” karma
eğitime son verilmesi konusunu gündeme getirmeye çalıştı; öncesinde kendi
dergisinde konuyu dosya halinde işledi, meseleyi kamuoyunun gündemine ara ara
getirdi. Yine okullardaki “Değerler Eğitimi” adlı dersin formülasyonunda Değerler Eğitimi Merkezi’nin önemli
katkıları oldu.
[29]
Gerek 1926’da kabul edilen Medeni Kanun gerekse de çocukları din istismarından
korumak amacıyla Atatürk’ün emriyle 1927’de çıkarılan “Çocukları Muzır
Neşriyata Karşı Koruma Kanunu” gibi birçok kanunla amaçlanan, çocukların
refahı, iyi eğitimi ve geleceği olduğu kadar din karşısında korunması
olmuştur.
[30]
Belki bu güvensizliğin izlerini en çok Medeni Kanun (1926) üzerinden görmek
mümkün. Yeni rejime göre Cumhuriyet dönemi ortalama ailesi birçok konuda
cahildir ve çocuğun hak ve ödevleri konusunda modern bilinçten yoksundur. Bu saikle
Türk Medeni Kanunu, Türk hukuk sisteminde gerek cahil aileye gerekse din
kurumuna karşı korumak için çocuğun modern statüsü ve haklarıyla ilgili en
geniş ve ayrıntılı düzenlemeleri içeren bir metin olmuştur. Bu konuda ayrıntılı
bilgi için bkz. (Akyüz, 1999; Küçüka, 1933).
[31]
Reşit Galib’in de Fransız devrimci Danton gibi devletin çocuğun asıl sahibi
olduğu konusunda şüphesi olmamıştır: “Çocuklar! (…) Bilirsiniz, daha iyi
bilirsiniz ki her Türk çocuğu anasının, babasının olduğu kadar milletindir,
budunundur” (Cumhurbaşkanları…, 1946: 116).
[32]
2005’de Mili Eğitim müfredatını değiştiren dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin
Çelik ile Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Ziya Selçuk için değişiklik, biçimsel
değil, derin ve radikaldi. Buna göre aslında yeni ilköğretim müfredatıyla
yaşanan radikal bir eğitim felsefesi değişikliğiydi ve bu, eşyanın tabiatı
gereğiydi, zira küresel alanda yaşanan değişimleri eğitim alanında dikkate
almamak mümkün değildi. Öğrenci merkezli eğitim, çoklu zekâ yaklaşımı,
yapılandırmacı (konstrüktivist) öğretim gibi liberal kavramlarla eğitimin daha
kaliteli, küresel taleplere cevap veren ve çocuğu geliştirici olduğu ileri
sürüldü. Oluşturulan dikotomik mantığa göre Cumhuriyet’in eğitim mirası (bu
miras topyekün Davranışçı Felsefe olarak kodlandı) tümüyle olumsuzdu (ezberci,
lineer, katı, mutlak, tepeden inmeci, grupçu, aşırı rasyonel, davranışçı vs.)
ve fakat AKP’nin radikal devrimi ileri, esnek, öğrenci bakış açılı, öğrenciyi
aktif kılan, öğrencinin bilgiyi kendisinin yapılandırdığı bir modeldi. Bu iki
modelin AKP mantığı açısından karşılaştırması (MEB, 2004) ve AKP’nin bu
müfredat değişikliğinin uygulamadaki sorunları ve başarısızlığı için bkz.
(Altinyelken, 2010).
[33]
Türk-İslam Sentezi, 1970’de kurulan milliyetçi sağ eğilimli Aydınlar Ocağı’nın
ürünü düşünsel bir perspektiftir. 1980 askeri darbesinden güçlenerek çıkan
Aydınlar Ocağı, Kemalizm kültünü güçlendirirken her düzey okulda din eğitimini
zorunlu tutarak ve İmam-Hatip okullarının gelişimini tümüyle serbest bırakmayı
önermiştir. 1983 yılında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) devletin kültür
politikası üzerindeki denetimin artırmak ve sürekli kılmak için bir “milli
kültür raporu” önermiş, 1982 Anayasası ile kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumu ise 1986’da, dönemin basınınca Aydınlar Ocağı’nın fikirlerinin onaylanması
olarak değerlendirilen bir politikayı kabul etmiştir (Copeaux, 2006: 83-86).
Nitekim 12 Eylül darbesini yapan cuntanın Atatürkçülük ile İslamiyeti
bağdaştıran politikalara yönelmesinde, din dersini zorunlu hale getirmesinde,
yeni toplumsal entegrasyonun din temelinde sağlanmasında Türk-İslam Sentezi
anlayışının önemli rolü olmuştur (İnal, 2004:130). Aydınlar Ocağı’nın
Türk-İslam Sentezi doğrultusundaki raporda, 12 Eylül 1980 öncesi siyasal
şiddetin ardındaki neden olarak, gençlerin yanlış felsefi tercihlerinin
(pragmatizm, pozitivizm vd.) onları köksüz kıldığını, muallakta bıraktığını,
sonunda onların “anarşist” olmalarına yol açtığını ve bunun da nedeninin
maddeci (materyalist) görüşlere dayanan bir eğitim olduğunu ileri sürdü (Ölçen,
1993: 542; Timuroğlu, 1991). Böylece, “Türk Milli Eğitimi’nin hedefinin hür
mesuliyet idrakine sahip mes’ud olabilecek insan yapısını, yani örnek Müslüman
Türk’ü ifşa etmek” (Güvenç vd., 1991: 136) olduğunu ileri sürülerek ilkokul
müfredatlarının değiştirilmesi, tezatsız, dinine ve milliyetine bağlı, tarihini
bilen, bayrağına bağlı bir yeni nesil çocuk yetiştirilmesi gerektiği
vurgulanmıştır. Bu bakış açısının belli ölçülerde AKP döneminde yeniden
güçlendirilip dolaşıma sokulduğu söylenebilir.
[34]
Bu makalenin yazarına 2002 yılında Fransa’da yaşayan bir emekli işçi şöyle
demiştir:”Allah’a çok şükür, çocuklarımı Fransız kültürüne kaptırmadım.” İlginç
olan nokta, bu muhafazakâr işçinin Fransız kültüründen uzak durması veya
savunmada kalması değil, Türkiye’deki orta sınıfların çocuklarının hayattaki
başarısı için çocuklarını ünlü Fransız liselerine (Notre Dame de Sion, Saint
Joseph, Galatasaray vd.) sokmak için bir yığın para harcamasıdır. Yani birinin
uzak durduğu kültüre diğeri onu edinmek için çokça para harcamaktadır.
[35]
Bu sistemin çıraklık yaşını 11’e düşüreceği, “gelin çocuk” sayısını
artıracağını, kademeler arası bütünlüğü bozacağı, çocukları erkenden eğitim
sistemi dışında bırakacağı konusunda yoğun eleştiriler yapıldı. Bu eleştiriler
ve sistemin genetiğine ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. (İnal, 2012)
Yorumlar
Yorum Gönder