Kemal İnal
Eleştirel Pedagoji, büyük ölçüde
Paulo Freire’nin 1960’lardaki düşünce ve pratikleriyle kurulmuş bir eğitim
yaklaşımıdır. Freire bu yaklaşıma “Eleştirel Okuryazarlık” adını vermişti.
Fakat bu yaklaşımın asıl şekillenmesi, 1970’li yıllardan itibaren daha çok
Kuzey ve Latin Amerikalı eleştirel pedagogların/eğitimcilerin (Aronowitz,
Giroux, Apple, McLaren[1],
Macedo, hooks vd.) çabalarıyla oldu. Yaklaşım, kısa sürede üniversitelerde ders
olarak okutulmaya başlandı, hakkında kitap ve makaleler yazılıp üzerine
konferanslar verildi. Daha sonra dünya çapında yaygınlık kazanan ve etkili[2]
olan Eleştirel Pedagoji’nin kısa sürede akademik olarak bu derece önemli ve
anlamlı bir zemin, politik destek ve toplumsal duyarlılık kazanmasının ardında
iki önemli faktör olduğu söylenebilir. İlki, mevcut statükoyu savunan eğitim
yaklaşımlarının yetersizliğinin ortaya çıkması; ikincisi de, Eleştirel Pedagoji’nin
sahip olduğu üstünlükler. Bu kısa çevirmen sunuşunda, önce, yaklaşımı kısaca
tasvir ederek, bu üstünlüklerden, sonra da Eleştirel Pedagoji’nin yetersiz ve
zayıf kalan yönlerinden bahsedip Devrimci Eleştirel Eğitim yaklaşımından söz
edeceğim.
Genelde Batı dünyasında egemen olan
eğitim yaklaşımları, bilimsel alanda Newton fiziğinin (pozitivizm), sosyal ve
akademik alanda Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın (birey ve akıl), siyasal alanda
Fransız Devrimi’nin (özgürlük ve eşitlik), ekonomik alanda Sanayi Devrimi’nin
(burjuvazi) açtığı yolda ortaya çıkan çeşitli izmlerin (liberalizm, sosyalizm,
pozitivizm, modernizm, faşizm vd.) ürettiği temel kavramlar üzerine oturtuldu.
Yaş ve gelişim ayrımına dayalı okul sistemi, bilimsel bilgi ve ulusal
değerlerin aktarılmasını baz alan standart müfredat ve ders kitapları,
akılcılığın temsilciliğini üstlenen öğretmen, modernliğin yeniden üretimine
vakfedilen derslere dayanan modern eğitim sistemi, Ortaçağların ilahi merkezli
skolastik öğretimi yerine bireyin akılcı formlar içinde yetiştirilmesine
yönelik bir eğitim anlayışı üzerine kuruldu. Geçmişte, kilisenin temel ve tek
otorite olduğu dönemlerde aktarmacı, dikteci, ezberci ve mistik olan eğitim
yaklaşımları, kapitalist burjuva sınıfının gerek ticari gerekse endüstriyel işleri
için talep ettiği pratik işgücünü yetiştirmek için bilimselleştirildi. Bu
bilimselleştirme sürecinde eğitimin yardımına pek çok farklı disiplin
(pedagoji, pediatri, psikoloji vb.) koştu. Ulus-devlet formu da, burjuvazinin
bu ekonomik mantığını siyasal olarak destekledi ve piyasa mantığını çeşitli
sosyal-siyasal idealler (kalkınma, gelişme, zenginleşme vb.) çerçevesinde
yeniden üretmek için “kamusal okul sistemi”ni kurdu. Burada kamu adına devlet,
asıl otorite ve inisiyatifi üstlendi; zorunlu, parasız ve kitlesel eğitimin tek
sorumlusu oldu. Yaygın-kitlesel, bilimsel, parasız ve “demokratik” olan kamusal
eğitim sistemi, modern okul formu içinde, hem burjuvazinin kapitalist (meta)
üretimi için gereken modern işgücünü yetiştirecek hem de ulus-devletin bekasını
sağlamak için yeni bir modern nesil üretecekti. Bu hedef, hem siyasal planda
rasyonel bir toplum mühendisliğini (nesil yetiştirme) hem de bilimsel alanda
bir temellendirmeyi (demokratik eğitim felsefesi) gerektirecektir. Batı, kendi
açısından, merceğinden ve dünyasından ilerici (progressive) bir eğitim sistemi
kurmak için iki zemin oluşturdu. Birinci olarak, kendini “olumsuz” olandan
(ilkel, geri, yerli, mistik vb.) çoğu zaman zorla (sömürgecilikten oryantalizme
değin) ayırarak kendi kimliğini “Öteki”ne bakarak oluşturdu ki, bütün eğitim
sistemini bu “ileri-ci” değerler üzerine kurdu. İkinci olarak da, kurduğu bütün
sistemleri eleştirip yerine yenisini önerecek bir potansiyel inşa etti, yani
kendi mezarını kazdı. İşte Eleştirel Pedagoji, modern pozitivist Batı merkezli
eğitime verilen bir yanıt olarak şekillendi. Bu yanıt yine Batı’nın içinden
çıktı. Daha çok Alman menşeli “eleştiri geleneği”nin ürünü olan bu yaklaşıma
yani Eleştirel Pedagoji’ye nasıl gelindi?
Comte ve Durkheim ile 19. yüzyılda
başlayan bir sosyal bilim geleneği, eğitimi de etkisi altına aldı. Liberalizm
kaynaklı bu sosyal bilim geleneği kısaca şöyle açıklanabilir: Batı, yüzyıllar
içinde mücadele ederek sahip olduğu üstünlüklerle (demokratik yönetim, rasyonel
bilgi, teknoloji vb.) dünyada her alanda mevcut en ileri sistemleri kurdu. Bu
rasyonel, işlevsel ve ileri sistemler, kendilerini kurumlar içinde
göstermektedir. Eğitim, siyaset, ekonomi gibi her kurum belli bir mantık
üzerine oturtuldu. Bu mantık, organik sistemleri örnek almaktadır; nasıl insan
vücudunda her organın (çoğu zaman pozitif) bir işlevi varsa, toplumlar da
böyledir. İnsan vücudu, rasyonel bir makine gibidir. İnsan, doğaya karşı
mücadelesinde hem ilkel itkilerini hem de zorlu doğa güçlerini yenerek
rasyonelleşmiştir. İnsan, yaşayan en ileri maddi formdur. İnsanın bedeni gibi
toplumların parçaları arasında mantıksal ve işlevsel bir işbölümü vardır. Her
parça, bütüne yaptığı katkıyla değer kazanır. Vücuttaki organlar ile toplumdaki
rol sahibi bireyler arasında bir benzerlik vardır. Organlar ile bireyler,
akılcı biçimde çalışırlar. Çünkü sistemin kuruluşu ve işleyişi, akılcı temelde
gerçekleşir. İnsan bir bakıma makineye benzer. Hep ileriye doğru üretim yapar.
Gelişim ve ilerleme esastır. Her sistem bilimsel temelde tasarımlandığı için
parçanın bütünle ilişkisi, doğa bilimlerinde olduğu gibi sosyal bilimlerde de
aynıdır. Sistem gözle görülebilir, bilimsel olarak varlığı kanıtlanabilir,
ilerlediği belli araçlarla gözlemlenebilir. Sistemler zaman zaman aksasa da, bu
aksaklık geçici, önemsiz ve önlenebilir özellikler gösterir. Sistem kendi
içinde bilimsel bir mantıkla çalıştığı için değişim hep ileriye doğru,
düz-çizgisel ve mantıksaldır. Bütün kurumlar gibi modern okul veya eğitim
sistemi de böyledir.
Bu işlevselci anlayışa göre, modern
liberal toplumlar kişinin bireysel çabalarına dayalı olarak işler. Her birey
kendini bir parça olarak bütünün içinde var edecek imkân ve fırsatlara sahip
olur. Demokratik sistemler parçanın bütünle pozitif düzlemde bütünleşmesi
yönünde imkânlar hazırlar. Sistemin veya statükonun mantığına uyan her birey,
rahatça kendini var edebilir; çalışır, üretir ve ödülünü alır. Sistem
sabit-istikrarlıdır; benzer nedenler benzer sonuçlar üretir. Bilimde sürpriz
yoktur ama sistemin işleyişinde beklenmedik sonuçlar, sürprizler, krizler,
kopmalar (Durkheim’de anomi veya Marx’ta yabancılaşma) olsa da, bunlar radikal
kopmalara (devrimler) değil, kısmi değişimlere (evrim) yol açar. Değişim olumlu
yöndedir. Birey bundan sonuna kadar yararlanır. Her birey kendini sistem içinde
ifade edebilecek sayısız fırsatın sahibi olur. Burada kurumsal mantık bireyin
önünü açar. Örneğin, “demokratik”, yaygın-kitlesel, parasız ve kamusal eğitim
sisteminde en yoksul, ezilmiş, dışlanmış, ötekileştirilmiş, dezavantajlı
öğrenciler için bile çeşitli fırsatlar, eğitimde fırsat eşitliği adı altında,
(herkese ayrımsız, aynı koşullar altında sunulan merkezi sınavlar, düşük
ücretli yurt sistemi, burslar, ücretsiz yemek, paso, kılık-kıyafet yardımı,
bedava ders materyalleri-ders kitabı ve defter gibi) sunularak sistemin
statükodan yana varlığı korunmaya çalışılır. Modern eğitim sistemleri, en
yoksul ve dezavantajlı bireyin bile mobilitesine imkân tanıdığı için okul okuma
(schooling) bir sınıf atlama mekanizması olarak sistemin (liberal kapitalizmin)
demokratikliğine bir kanıt ve örnek olarak gösterilir. Modern okul sisteminde
her bireyin-öğrencinin potansiyelinin değerlendirilebildiği iddiasına büyük
önem verilir. Yaratıcı, yenilikçi, gelişimci bireylerin yetiştirildiğine kanıt
ve örnek[3]
olarak da, modern okul sistemlerinin ürünü olan kalifiye işgücü (mühendis,
mimar, öğretmen, teknisyen vb.) gösterilir. Pozitivist felsefeyi baz alan
modern eğitim sistemlerinde bilgi, değer ve beceri aktarmada/öğretmede “akıl”
temel girdi olarak alınır; az-çok akla sahip olan herkes liberal kapitalist
sistem içinde okula giderek bir şey (meslek sahibi, modern yurttaş, iyi insan
vb.) olabilme imkanına sahip olur. Pozitivist modern okul sistemi, en genel,
evrensel ve bilimsel değerleri baz aldığını iddia ederek, evrensel (universal)
olanı özel olan (particular) karşısında öne çıkarır. Özel, diğer bir deyişle
tikel, belli bir yere/kişiye/kültüre özgü olan, genelde doğru, hakiki, akılcı
olmayan olarak kodlanıp aşağı/bayağı (inferior) konumlara itilir. Yüzlerce
yıllık bilgi birikimi, doğrulama, geçerli kılma yöntem ve tekniklerine dayalı
süreçler sonunda elde edildiği iddia edilen modern bilgi, değer ve becerilerin
Batılı modernist, pozitivist ve işlevselci çerçevelerdeki yeniden üretiminin
akılcı kalıplar halinde yeniden üretimi (reproduction), haklı, meşru ve doğru
olarak görülür, gösterilir.
Fakat bu modern liberal kapitalist
eğitim sistemi 1960’larda yoğun ve acımasız biçimlerde eleştirilmeye başlandı,
zira sosyal bilimlerde bu tarihe kadar egemen olan işlevselciliğin sistemden,
statükodan ve egemen sınıflardan yana olan teorik ve pratik iddiaları
sorgulanmaya başlandı. Aslında meşru, haklı, doğru ve akılcı olarak görülen
Batı sisteminin, sömürgecilik, emperyalizm ve Nazilerin işlediği soykırımdan
başlamak üzere hep savaş, yoksulluk, çevre katliamı, erillik, pederşahilik,
sömürü vb. ürettiği ileri sürülmeye başlandı.
Sistem (en genelde kapitalizm) birilerinin lehine çalışıyordu ve fakat
başka pek çok insanın aleyhine sonuçlar üretiyordu. Kendi içinde tutarlı,
akılcı, mantıklı olduğu söylenen modern pozitivist ve işlevselci sistem, mesela
çeşitli değişimleri, itirazları ve muhalefetleri (sömürgeciliğe karşı ulusal
kurtuluş mücadelelerini, anti-kapitalist işçi eylemlerini, köylü direnişlerini,
kadınların eril cinsiyetçi kalıplara karşı başkaldırılarını, savaş karşıtı
hareketleri, öğrencilerin eğitim sistemini protesto etmelerini vb.)
anlayamıyor, öngöremiyor, açıklayamıyor ve yerli yerine oturtamıyordu.
1960’larda statükocu işlevselci sistem (yanısıra Kübizm, Dadaizm, Avangardizm,
İnşacılık, Varoluşçuluk gibi akımlar) pek çok eleştiri almaya ve yerini hızla
Marksist yaklaşımlara (öncelikle Yapısalcılık) bırakmaya başladı. Marksizm’in
1920-1960 arası teorik gerilemesinin ardından bilhassa Avrupa’da ortaya çıkan
yeni teorisyen kuşağı (Williams, Althusser, Poulantzas, Miliband, Foucault,
Derrida vd.) sol perspektiflerin günün (current) olgu ve olaylarını açıklayacak
analizlerini oluştururlarken yeniden Marksizm’in kurucu babalarına (Marx,
Engels, Lenin, vd.) ve diğer önemli felsefecilere/teorisyenlere (örneğin Hegel,
Nietzsche, Freud vd.) yönelimi de
başlatmış oldular.
Pozitivizmin “olgu”yu nicelleştirip
düzçizgisel bir doğrulama-geçerli kılma (validation) temelinde yaptığı
analizlerde ideoloji, sınıf, değer gibi kavramları bilim dışı saymasına
yöneltilen itirazların temeli, sosyal bilimlerin aslında asıl işlevinin mevcut
yapıyı analiz ederken ekonomik altyapının belirleyiciliğinin öne
çıkarılmasıydı, zira insan toplumlarının oluşumunda ve işlemesinde ilk pratik
fiil olan üretim, hemen her şeyin (sınıf, bilinç, değişim vb.) temelini
oluşturuyordu. Burada üretim biçimi ve araçlarına dikkat çekiliyor, bütün
toplumsal formasyonların kuruluşunda üretici etkinliğin baş aktör, itici güç ve
en anlamlı edim olduğu ileri sürülüyordu. O halde, objektif bir sosyal bilimsel
analiz bu temel etkinliği anlamadan doğru çıkarımlar yapamazdı. Marx’ın
yaptığı, aslında modern bir yapının (kapitalizmin) işleme mantığı ve sürecini
anla(t)maktı. Daha sonra Althusser ve arkadaşları (Poulantzas, Miliband vd.)
bir yapı olarak kapitalizm ve diğer formların işlemesinde yapının mantığını
daha çok üstyapısal analizler (hegemonya, ideoloji, özne, bilinç vb.)
çerçevesinde anlamaya çalıştılar. Buna göre son tahlilde kapitalizmde altyapı
(ekonomi) tüm sistemi ve işleyişi belirliyordu ama üstyapı da etkisiz değildi;
üstyapının “göreli özerkliği” söz konusu idi. Örneğin, eğitim, siyaset, hukuk,
medya, din gibi üstyapı kurumları da, devletin ideolojik aygıtları olarak,
devletin zor aygıtlarından (ordu, polis, mahkeme vb.), farklı bir mantıkla
çalışıyor, sistemi yeniden üretecek girdileri sağlıyordu. Althusser’in Marksist
yapısalcı mantığı, kapitalizmde belli bir nesnellikle çalışan yapı mantığının
olduğunu ileri sürerken, ortaya çıkan ekonomik ve ideolojik yeniden üretim süreçlerinde
bireyin rolünü göz ardı etmekle eleştiriliyordu. 68 Paris’inde öğrenci
ayaklanmalarında bir slogana (“yapılar sokaklarda yürüyemez”) da konu olan
eleştiriye göre, Marksizm’de başkaldırı ve direnişte hem sınıfların hem de
bireylerin rolü görmezden gelinemezdi. Bu konu aslında Hegel’den bu yana sosyal
bilimlerde pek çok tartışmanın konusu olmuştu. Sosyal olaylarda bireyin rolü
neydi?
Aslında pozitivist ve liberal
mantıkla çalışan eğitim yaklaşımlarında da, her ne kadar bireyin çabası ve
insiyatifi övülse de, şaşmaz biçimde doğru, iyi ve ileriye doğru çalışan bir
yapı mantığı (en genelde Hegelci anlamda teleolojik bir mantık) vardır. Bu
anlamda liberal İşlevselcilik ile Marksist yaklaşımlar (Yapısalcılık, Yeniden
üretim kuramları) arasında bir örtüşme olduğu pek çok kez söylendi.[4]
Bu argüman Marksist yeniden üretim kuramlarında, örneğin Bourdieu’nün “kültürel
sermaye olarak eğitim” kuramında bolca yer alır.
Eleştirel Pedagoji’nin varlık sebebi,
sadece yukarıda çerçevesi çizilen pozitivist-liberal eğitim konseptin yaklaşım,
mantık ve metodolojisine itirazlarıyla sınırlı değildir. Ve fakat aynı zamanda
yeni bir çözüm önerisi de varlık sebebini gerekçelendirir. Bu çözüm önerilerini
Eleştirel Pedagoji’nin formülasyonu çerçevesinde maddeler halinde şöyle
açıklayabiliriz ki, bunlar Eleştirel Pedagoji’nin güçlü ve üstün yanlarını
temsil eder.
1) Ontolojik
Gerekçe: Eleştirel Pedagoji aslında
Freire’nin formüle ettiği bağlamda, öncelikle ve ağırlıkla ezilenlerin
pedagojisi, ezilenler için bir eğitimdir. Bu anlamda anaakım kuram, düşünce ve
pratiklerinden ayrılır; hatta onları ciddi biçimde eleştirir. Eleştirel
Pedagoji, eğitimde sesleri, düşünceleri, varlıkları, yöntemleri, çözüm
önerileri, değerleri, bilgileri, genelde kimlikleri yer almayan ezilenlerin
seslerinin eğitimde, yani müfredatlarda, ders kitaplarında, derslerde, çeşitli
eğitim materyallerinde temsil edilmesi gerektiğini ileri sürer. Burada “ezilen”
(the oppressed) olarak formüle edilenler, öncelikle Batılı akıl, kültür ve
yöntem anlayışında “Öteki” olarak kodlananlardır: Irkı, sınıfsal konumu, etnik
kimliği, cinsiyeti, sosyal durumu, kültürel bakış açısı, fiziki özellikleri
nedeniyle dışlanan, ayrımcılığa uğrayanlar. Haliyle Eleştirel Pedagoji’nin ana
hedefi, bir yandan bu ezilenlerin ezilme nedenlerini ifşa edip buna karşı savaş
açmak, öte yandan da ezilenler için farklı bir dünyanın inşası için gereken
bilinç ve maddi koşulları ezilenlerle birlikte, ezilenlerin materyallerini
(bilgi, bilinç, kültür, kimlik, yapıp-etme tarzları vb.) işe koşarak hazırlamaktır.
O halde, Eleştirel Pedagoji’de okul eğitimi
(schooling) ve öğretim (teaching) ile/aracılığıyla mücadele edilen
sorunlar, daha çok, okulun dışında görülen ırkçılık, sınıf ayrımcılığı,
cinsiyetçilik, kültürel baskı, ötekileştirme ve homofobi gibi genel sosyal
sorunlardır. Eleştirel Pedagoji için öncelik, bu sorunların çözülmesidir.
Eleştirel Pedagoji, bir eğitim biçimi/sonucu olarak bilinçlenmeyi sağlayarak,
ezilenler nezdinde bu sorunlara ilişkin farkındalık yaratacaktır.
2) Epistemolojik
Gerekçe: Eleştirel Pedagoji,
ezilenlerin kurtuluşu (liberation) ve özgürleşmeleri (emancipation) için yeni
tarzda bilgi üretiminin, yukarıdan, merkezi ve programlanmış, egemen sınıfların
çıkarlarını yansıtan değil, aşağıdan, ezilenlerin deneyimleri/yaşantıları temelinde,
ezilenler tarafından üretilmesi/kullanılması çerçevesinde olması gerektiğini
ileri sürer. Burada bilgi üretimi (knowledge production) sisteme içkin verili
bir şey değil, doğrudan ezilenlerin özneleşmeyle inşacı (contructivist)
eylemlerini içerir; eleştirel bir pedagojide ezilenlerin dışlanmış,
aşağılanmış, boyunduruk altına alınmış, ötekileştirilmiş, sesi kısılmış bilgi,
değer, beceri ve yöntemleri yüzeye çıkarılır, eğitim ve araştırmanın değerli
nesnesi kılınır. Ezilenler bu bilgilerin yüzeye çıkarılıp kullanılmasıyla
güçlendirilmiş ve bilinçlendirilmiş olurlar. Burada bilginin kendine ait içkin
bir değeri yoktur; pozitivizmin hizmetinde olan nesnel, tarafsız ve akılcı
“Bilgi” yerine, öznel, taraflı ve zaman zaman akıldışı “bilgiler” söz
konusudur. Örneğin bilgilerin temsil edildiği müfredat ve ders kitaplarında
iktidarın değil, ezilenlerin bilgileri yer alır. Ezilenlerin özel /tikel
bilgilerinin ana hedefi, her türlü genel sorunu (heteroseksizm, dinsel
hoşgörüsüzlük, sınıf elitizmi, ırkçılık, ataerkillik vd.) çözmektir.
3) Kökler ve
Kaynaklar: Eleştirel Pedagoji’nin çok
sayıda kökü, etkilendiği, model aldığı kuram ve düşünce vardır: Marx (sınıf),
Lenin (pratik), Dewey (demokrasi), Gramsci (hegemonya), Frankfurt Okulu
(eleştiri), Vygotsky (bağlam), Althusser (üstapının göreli özerkliği), Gadamer
(yorumsama), Foucault (iktidar), Bourdieu (kültürel sermaye) vd. Afro-Amerikan
çalışmaları, feminist
epistemolojiler, yerli bilgi biçimleri,
fenomenoloji, eleştirel kuram, göstergebilim, söylem analizi, psikanaliz, LGBTİ
(Queer) kuramı, politik ekonomi çalışmaları, postkolonyal incelemeler,
postyapısalcı analiz vd. Bu derece birbirinden farklı yaklaşımların bir arada
kullanılması, Eleştirel Pedagoji’de çoğulcu epistemoloji ve yöntemler
mantığıyla tutarlıdır. Fakat ortaya son derece eklektik analizler
çıkmaktadır.
4) Yöntemsel Tercih: Eleştirel Pedagoglar tek bir yöntem kullanmazlar araştırmalarında; aksine, yöntemsel veya yöntembilimsel çoğulculuk onların araştırma ilkelerinden en önemlisidir. Eleştirel Pedagoji, olgusal gerçekleri veya insanın yaşantılarını/deneyimlerini verili, olmuş-bitmiş, sabit ve düz çizgisel (lineer) olarak görmezler. Aksine, denetlenemez, değişken, kararsız, zaman zaman akıldışı bulurlar. Çizgisel olmayan ve bütünler ile parçaların öngörülemez etkileşiminin labirenti olan yaşayan dünya, düzenli değil, kaotik ve karmaşıktır. Bu karmaşıklığı tanıyabilmek için de, olgusal gerçeklik, ancak “yorumlanabilir”. Bir tür anlamlandırma olan bu yorumlamada dünyayı analiz ederken monolojik (tekmantıklı), tek-hakikatli bir süreç öneren pozitivizmi kabul etmezler. Eleştirel pedagoglara göre, dünyaya ilişkin bilgi üretmede çoklu yöntemler kullanılmalıdır; nesnel bir analiz için bu çoklu analiz yöntemleri bilinmeli, takdir edilmeli ve araştırmalarda kullanılabilmelidir. Her farklı gözlem farklı yorumlar üretir, zira olgu, basit değil, karmaşıktır. Karmaşık olan sosyal ve fizik dünyalar, bir makine gibi incelenemez/anlaşılamaz; öngörülemez ve bağlama bağlı olarak anlık dalgalanmalardan etkilenebilirler. Bilimsel problemler düzensiz ve karmaşık ise, yöntemler de bağlama göre değişmelidir. Burada eleştirel pedagoglar merkezden (Batı, pozitivist akılcılık, etnikmerkezci Avrupa vb.) üretilen yöntemlerin bu düzensiz, kaotik, karmaşık, değişken ve kararsız gerçeklikleri anlayamayacağını, bu nedenle yerli bakış açılarının da kullanılması gerektiğini ileri sürerler. Yerli bakış açısı, Batılı tekkültürlü, “eğitimli” ve kalkınmaya dayalı gelişen kültürlerine karşı yeni bir ontolojik ve epistemolojik alan olarak kutlanırken taban hareketlerinin becerilerine dikkat çekilmektedir.[5]
5) İnşacılık: Gerek pozitivist ve liberal yaklaşımlar gerekse
Marksist yapısacılık ve yeniden üretim kuramlarında birey, genellikle belli bir
sistem ve yapı içinde belirlenmiş çerçevelerde (rol ve statü sahibi birey,
üretimi yapan işçi vb.) yapıların pasif taşıyıcıları olarak görülür. Yapı,
kendi sistemik mantığı içinde bireyin iradi gücünü ve sınırlarını belirler.
Bireyin yapı içindeki koşullara göre alacağı konumların çerçevesi az-çok bellidir.
Örneğin modern eğitim sistemlerinde öğrencinin rolü ve statüsünü belirleyen
yapıya göre öğrencinin neyi, nereye kadar, hangi ölçülerde yapacağı bellidir;
yapının taşıyıcı kolonları (örneğin, müfredat, ders kitabı, öğretmen, eğitim
materyalleri vb.) öğrencinin eğitsel varoluşunun gerekçelerini belirler.
Eleştirel Pedagoji ise ezilenler, yani öğrenciler (students) ve öğrenenler
(learners) temelinde bilginin yukarıdan aşağıya verilmesinin yani en genelde
devlet, en özelde ise öğretmen tarafından aktarılmasının öğrenme sürecini
pasifleştirdiğini söyleyip süreci aktifleştirmek için öğrenci ve öğrenenin
kendi bilgisini bulması, keşfetmesi veya üretmesi gerektiğini ileri sürer.
Öğrencinin yaratıcı bir birey olarak merkeze çekildiği bu sistemde bilgiden bir
başka bilginin inşa edilmesiyle öğretim sürecinde öğrenen-öğreten ikiliği
aşılır. Bu süreç, bilginin inşasına ve aktif biçimde üretilmesine meydan
verdiği için nesneleşme karşısında özneleşmeyi sağlar. Bilginin yukarıdan değil
ve fakat aşağıdan bulunup sistemin içine sokulması, ezilenlerin kültür ve
kimliklerinin temsilini sağladığı için kurtuluş ve özgürleşmede etkili
olur.
6) Yeni Kavramlar: Eleştirel Pedagoglar pek çok yeni kavramı dolaşıma soktular. Öncelikle Freire’nin “conscientizaçao” (öğrenme süreciyle bilinçlenme), “diyalojik yaklaşım” ve “söyleşme”si (conversation); Kincheloe’nin “brikolaj”ı (yaptakçılık), Steinberg’n “doğaçlama tiyatro”su, Ana Cruz’un “çoğul patikalar”ı, Humberto Maturana ve Francisco Varela’nın Santiago etkinleşim okulu (Etkinleşimcilik, Enactivism), vb. Bu kavramlardaki ana gaye ve eksen, ezilenler için yeni bir pedagojik imkân yaratmaktır. Daha demokratik, eşitlikçi ve adil bir öğrenme ortamı ve içeriği oluşturmaya yönelik bu kavramlarla yeni bir eğitim anlayışı yaratılmaya çalışılmaktadır. Bu kavramların çoğunun, ezilen olarak öznelerle girilen etkileşim süreçlerinde yaratıldığını görmek önemlidir. Bu birliktelik, Freire’nin söyleşme ve diyaloji (eşli konuşma, eşkonuşma) kavramlarında hayat bulmaktadır.
7) Bağlam: Eleştirel kuramın deneyimin/yaşantının sosyal
inşasına yönelik diyalektik ilgisinden esinlenen eleştirel pedagoglar,
eleştirel pedagojiyi, söylemlerin görünümleri ve tarihsel bağlamların iktidar
ilişkileri olarak gördüler. Burada gerek ezilmiş/bastırılmış kültür ve
kimliklerin bilgilerinin yüzeye çıkarılmasında gerekse bu bilgilerin çağdaş
sorunların anlaşılması ve çözülmesinde bağlama vurguda bulunurlar. Hem sosyal
deneyimler/yaşantılar hem de sosyal bilimler inşa edildikleri yani verili
olmadıkları için bağlama dayalı bir “olasılık söylemi” öne çıkar. Pozitivist
determinizmi ve kesinliği reddeden eleştirel pedagoglara göre bilgi ve deneyim,
bağlama görelidir; bilginin inşa edilmesinde verili, düzenli ve kesin bir
dünyadan ziyade kaos, karmaşa ve olasılıklara meydan veren bir bağlam söz
konusudur. Öyleyse verili, değişmez ve özcü bir hakikat yoktur; olguların
anlamsal açıdan yorumu sonsuzdur. Tüm insan deneyimi, verili, düzenli ve
ileriye doğru değildir. Aksine belirsizlikler tarafından yapılandırılır; düzen
her zaman kolayca kurulamaz; kargaşa, karmaşa ve kaos çoğu zaman hükmünü
sürdürdüğü için olgu ve olayların kesin ve nesnel ifadeleri yerine onların
sonsuz yorumları (derin yorumsama, hermeneutik), bilgiyi tüketenlerin önünde
demokratik geniş imkanlar açar. Fakat bu yöntemsel tutumun yanı sıra, bağlam
yani diyelim bir öğrencinin okuldaki akademik başarısızlığının gerçek nedeni,
onun IQ düzeyinin düşük olması değil, bilakis artalanından getirdiği kimi
yapısal özellikler (dışlanan sınıfsal konum, aşağılanan etnik kimlik,
bastırılan cinsel tercihler, ötekileştirilen kimlik ve kültür vb.) olabilir. O
halde, okuldaki bir olgunun (akademik başarısızlık) nedeni, okul içinde değil,
dışındaki birçok başka etken olabilir.
8) Bağlanma: Eleştirel pedagog, pozitivist nesnellik, tarafsızlık
ve akılcılık adına bir konum almaz. Aksine, belli bir davaya, yani ezilenlerin
kurtuluşu ve özgürleşmeleri davasına kendisini adar. Bağlanma (commitment) ve
dâhil olup rol alma, angaje olma (engagement), eleştirel pedagogu aydın, entelektüel
ve eylemci kılar. Bağlanma ve adanmaya (dedication) bilim ve içerikten daha
fazla değer verilir. Bu konum, bilim insanını taraf tutmaya iter. O,
ezilenlerin tarafındadır.
9) Politika: Eleştirel Pedagoji’nin ilk savı eğitimin politik
olduğudur. Bunun anlamı, eğitimin basit
bir bilgi aktarma, kültürleme ve sosyalleştirme sürecinden daha fazla bir şey
olduğudur. Eğitimin politik bir eylem veya edim olarak kabul edilmesi
durumunda, geniş bir bağlama yerleştirilmesi ve çeşitli faktörler (iktidar, sınıf,
çıkar vb.) eşliğinde ele alınması mümkün olabilmektedir. Eğitim, politik ise, o
zaman egemen iktidarın çıkarlarına göre şekillenen bir kurumdan bahsediyor
oluruz. Örneğin, bir müfredat, basit bir teknik ve pedagojik araç değil, aksine
çeşitli politik iktidar ve ideolojilerin görüşlerinin içerik olarak yer aldığı
veya temsil edildiği siyasal bir materyaldir.
Eleştirel Pedagojinin daha pek çok üstün ve güçlü yanı olsa
da, çok sayıda zayıf yönü de vardır. Öncelikle Eleştirel Pedagoji, “saf”
Marksist bir yaklaşım değildir. Sınıf ilişkileri, merkezinde yer almaz.
Bilimsel, yöntemsel ve ideolojik açıdan son derece eklektiktir. Şöyle ki, bu
yaklaşımda Marx’tan da esinlenme var, liberal Dewey’den de; sınıf analizi de
var üstyapının öne çıkarılmasını öngören düşünceler de. Marksizm bu yaklaşımda
çoğu zaman indirgemecilik adı altında eleştirilir; Marksist iktisadi
analizlerin indirgemecilik (yani eğitimi ekonomik ilişkilere indirgeyerek
açıklamak) yaptığı, oysa eğitimin ekonomik ilişkilerden daha ziyade sosyo-kültürel
perspektiflerde anlaşılması gerektiğini ileri sürer. Bu nedenle eleştirel
pedagogların kullandığı çoğu kavramın Marksist bir çerçeveye sığdırılması
mümkün değildir. Bu bağlamda Eleştirel Pedagoglar zaman zaman bazı Hegelyen
(idealist) kavramları (ruh, tutku, bilinç, içgörü, özgürleşme, yerli vb.)
kullanmaktan çekinmezler. Öte yandan, kapitalizm analizleri genelde ekonomik
(altyapı) temelde değil, kültürel üstyapı temelindedir. Belki bu normal
görülebilir, zira konu, bir üstyapı kurumu olan eğitimdir. Ama eğitimin
sınıfsal ilişkiler içindeki konumu, genelde üretim bağlamına göre değil,
bireyin bilinçlenmesine göre ele alındığı için, analizler, çoğu zaman
sınıf-dışı bir perspektife, daha ziyade kültürel düzeye kayar. Bu da beklendik
bir şey, çünkü eleştirel pedagoglar, eğitim ile iktidar arasında kurduğu
ilişkilerde iktidarı genellikle belirsiz ve amorf bir “iktidar
sözcüleri/sahipleri”ne indirger. Öyle olunca da eğitime yüklenen muazzam
kurtuluş (liberation) ve özgürleş-tir-me (emancipation) rolünde eğitimin
yöneleceği alan, sınıf ilişkileri veya sınıfsal kurtuluş değil, “demokratik
yurttaşlığın” tesis edilmesidir. Bu bağlamda Eleştirel Pedagoji, Marksist
değil, “liberal sol” bir yaklaşımdır. Örneğin, eleştirel pedagoglar,
komünizmden hiç söz etmezler. Sovyetler, kolektif üretim, politeknik eğitim
gibi kavramlar, eleştirel pedagoglarca pek kullanılmaz. Liberal eğitim
felsefecisi John Dewey’in bireyin derslik içindeki eylemiyle de kurulabilecek
demokrasi düşüncesi, çoğu eleştirel pedagogu etkilemiştir. Bu demokrasi
düşüncesi son derece liberaldir; bu liberal anlayışta, ezilenlerin iktidarı
yerine, herkesin çokkültürlü bir toplumda çokkültürcülüğü yaşatarak
yaşayabileceği bir toplum tasavvuru söz konusudur. Burada eğitim, sınıf
ilişkileri ve çatışmasında bir mücadele uğrağı ve uzamı değil, bireyin öğretim
sonucu bilinçlenip özneleşmesiyle anlam bulan bir kurum olarak tasvir edilir.
Yani, radikal demokrasi (Giroux) veya çokkültürlü demokrasi (Kincheloe) bireyin
eylemlerini inşa ederek kurabileceği bir projeye indirgenmektedir; çözüm,
kapitalizm içinde kurumların radikal ölçüde demokratikleştirilmesine
dayanmaktadır. Kapitalizm, bir hedef rakip olarak ekonomik bağlamda analiz
edilmek yerine, kültürel temelde siyasal bir iktidar düşüncesi olarak
görülmektedir. Katılım, zenginleştirme, demokratikleştirme adları altında
tasarlanan eleştirel pedagoji süreçlerinde, eğitimin sistem içindeki yapısal
rolü analiz edilmek yerine, eğitim yöneticilerinin ve egemen eğitim
düşüncesinin tezahürleri üzerine odaklanılmaktadır. Kapitalizmde baskıcı ve
ezici iktidar bloğunun yenilgisi, neredeyse tümüyle, ezilenlerin eğitimle
bilinçlenmesine bağlanmaktadır. Ezilme sürecine karşı mücadelede merkeze
(Batının Descartes ile başlayan rasyonalist ve Comte ile başlayan pozitivist
perspektifi) karşı çevrenin (periphery), bilhassa ezilen yerli bilgi formlarını
ve kültürel mirasını yardıma çağıran eleştirel pedagojide amaç, sosyal adaleti
sağlamak ve geliştirmektir; bu da, zihni eğiterek, insanın olanak kapasitesini
geliştirerek mümkün olacaktır. Kapitalizmin yapısal güçlerine karşı ezilenlerin
kendi kimlik ve kültürlerinin eğitimle sosyal inşasını eylemsel bazda öne
çıkaran eleştirel pedagoji için hemen her türlü post ekli yaklaşım muteberdir.
Freire’den kalkan eleştirel pedagoglar için ezilenlerin (bunların içinde egemen
işitme kültürüne karşı sağırlar bile yer almaktadır) bilginin
aktarıldığı/telkin edildiği egemen okul/eğitim formu yerine, kendi görüşlerine
değer veren yöntemler (örneğin söyleşme-conversation), eğitimin diyalojik
formda alınmasının önünü açmıştır. Ezilenlerin bastırılmış seslerinin,
boyunduruk altına alınmış bilgilerinin, önemsizleştirilmiş kimliklerinin
özel/tikel deneyimler olarak derslik içine taşınması, dışlanmış öğrencilerin
bilgi ve problemleriyle derse/öğretime başlanması, kuşkusuz, ileri bir adımdır.
Fakat burada her türlü ezilenin bilgi, kültür ve kimliklerinin ilerici, akılcı,
modern sorunları çözücü nitelikte olduğu iddia edilemez. Örneğin çeşitli dinsel
inançların okullarda bir ders olarak öğretilmesi kabul edilse bile, o
inançların öğretimde temsil edilmesiyle modern hangi sorunumuzun çözülebileceği
son derece tartışmalıdır.
Kuşkusuz, Eleştirel Pedagoji ile
birlikte eğitimin demokratikleştirilmesi adına önerilen yeni kavram ve
yaklaşımların (ezilenlerin pedagojisi, çiftdilli eğitim, diyalojik-eşkonuşmalı
öğrenme, ekolojik okuryazarlık, iktidar okuryazarlığı, brikolaj- yaptakçılık)
vb.) eğitim ve öğretimde çeşitlenme (variation) yaratmak bakımından önemi
yadsınamaz. Bu yaklaşımlar, ezbere dayalı, düzçizgisel, olgu-merkezli,
aktarmacı ve dikteci yöntemlere göre daha verimli ve demokratiktir. Burada
aydın ve entelektüellerin ezilenlerle birlikte bir eğitim sürecine girmeleri
değerlidir. Fakat eleştirel pedagojide modernist ve pozitivist yaklaşımlara
karşı çıkacağım diye alınan tutum, postmdernizme ve postyapısalcılığa aşırı
prim verilmesine neden olmaktadır. Burada nesnel analizler, yerini hızla
olumsal (contingent) çözümlemelere bırakmakta; insanın kendi
deneyimlerine/yaşantılarına dayalı bilgi ve eylemlerinin, (Marksist ve her
türlü pozitivist) indirgemeciliğe karşı kendi bağlamını yaratabileceği ileri
sürülebilmektedir. Ezilen, dışlanan, dezavantajlı bireylerin, grupların ve
halkların belli/özel değer yargıları, paradigmaları, kozmolojileri, anlatıları,
tarihleri, epistemoloji ve ontolojilerinin kapitalizm kökenli
bağlamsızlaştırmaya, araçsal rayonaliteye, indirgemeciliğe, standartlaştırmaya,
mono-analize karşı çözüm olacağı düşünülmektedir. Pozitivist hakikat
iddialarına karşı kullanılan yeni yaklaşım ve yöntemler (yorumsamacılık,
edebiyat eleştirisi, kültürel analiz, tarihsel araştırma, etnografi vd.),
yöntemsel çoğulluğu ve bilgi-analiz çeşitliliğini sağlasa da, sanki “bir tek
Bilim” yerine “pek çok bilimlerin” olduğu sanısını uyandırmaktadır. Pasif,
dışsal, monolojik, mono-kültürel araştırma yöntemlerine karşı, bu kitapta
Kincheloe’nun detaylı biçimde açıkladığı ve önerdiği aktif brikolaj
(yaptakçılık)-ki bu kavramın patenti Fransız yapısalcı sosyal antropolog Claude
Lévi-Strauss’a aittir-araştırmacının kendi anlayışını, alana çıkmadan önce
oluşturduğu araştırma yöntemlerini, varsayımlarını alana çıkınca alan temelli
ve yorumsal bağlamlarda onarmayı içerir. Kincheloe’nin bu kitaptaki deyimiyle
aktif brikolaj ile “[b]u onarım, inşayı ve yeniden inşayı, bağlamsal teşhisi,
müzakereyi ve yeniden uyarlamayı içeren yüksek düzeyli bir bilişsel süreçtir.”
Kincheloe’nin araştırmacı olarak brikolör tanımında öne çıkan nokta,
araştırmacının alana çıktığında kendi araştırmalarının nesneleriyle olan
etkileşimlerinin daima karmaşık, değişken, öngörülemez ve kompleks olduğudur.
Burada eleştirel pedagojinin fazlasıyla öznel bir antropolojiye kayarak
araştırma nesnesini fetişleştirdiğini söyleyebiliriz. Dünyayı karmaşık, kaotik
ve değişken-kararsız olarak gördüğünüzde, olgular denizinde boğulursunuz; tek
çözüm yolu da artık nesnel değil, olumsal analizdir; bağlama göre değişen bakış
açılarıdır. Bu da, nesnel, evrensel ve analitik bir Bilim anlayışının önünde en
büyük engel olur. Kuşkusuz, bilim, tarafsız değildir, nesnellik kadar öznellik
de söz konusudur ve akılcılığın yanı sıra akıldışılığın mevcudiyeti bilinir.
Fakat eleştirel pedagogun tarafı, akıldışı ve öznel bir konum olamaz. Öznelerin
deneyimlerini kendi kimlik ve kültürlerine dayanarak eylemsel ve olumsal olarak
inşa ettikleri tezinde, öznel deneyimlere fazlasıyla prim verilmektedir.
Marx’ın da vurguladığı gibi, insanlar belli koşullar altında yaşarlar ve
yapılandırılırlar. Bireylerin sosyal hayatı inşa ederlerken kendilerinin
efendileri olmadıkları bir gerçektir. Bu inşa sürecinde özneler, kendi
öznelliklerini sonuna değin yaşayamazlar; hayatın oluşum ve gelişim yasaları
biz özneleri, belli nesnel, maddi güçlerin etkisi (çoğu zaman belirlemesi)
altına sokar. O yüzden, bizler, araştırmacı olarak, kendi araştırma
stratejilerimizi kurarken, süreci olabildiğince akılcılaştırmak zorundayız;
araştırma pratiğine metodolojik müzakereciler olarak girmek, zaman zaman
araştırma nesnemize mesafe almayı zorlaştırır ve duygusal tepkiler vermemize
neden olabilir. Elbette araştırma alanına/sahaya çıktığımızda alet çantamızdaki
bazı aletler (kavram, yaklaşım, model, varsayım vb.) işe yaramayabilir; bu,
pratiğin gücünü, zenginliğini ve onun beklenmedik sürprizlere açık olduğunu
gösterir, ama alana çıkmadan önce kafanızda belli bir kuramlaştırma yoksa,
olgular sizi nereye çekerse, oraya gidersiniz; böylece zamanla yönünüzü
şaşırır, yolunuzu kaybedersiniz.
Eleştirel
pedagogların fazlasıyla liberalleşen yaklaşımlarının bilhassa 2000’li yıllarla
birlikte Kuzey ve Güney Amerika, Avrupa, Ortadoğu, Kuzey Afrika’da ortaya çıkan
kentsel sosyal hareketlerin karakteristiklerini kavrayıp teorileştirmedikleri
ve pratik öneriler sunamadıkları görülmektedir. Bu eylemlerle ortaya çıkan,
daha çok kentsel sınıflar (ABD’de Occupy Wall Street, İspanya’da Öfkeliler,
Türkiye’de Gezi vb.) ile yoksul kitlelerin (örneğin Mısır’da ekmek eylemleri,
Tunus’ta kentsel yoksul ayaklanmaları, Brezilya’da devasa olimpiyat oyunları
projelerine karşı başkaldırı vb.) başını çektiği hareketlerin içinde ve bu hareketlerin
mayalandığı süreçte eğitimin klasik okul avlusunun dışına taşıp yeni biçimler
aldığı görülmüştür. Sokağın kendisinin bir okul haline geldiği, öğreten-öğrenen
kategorilerinin iç içe girdiği, öğretici mekânların çoğullaştığı, öğrenme
ediminin çapraz kesişim bölgeleri (cross intersection) yarattığı, plansız ve
programsız müfredatların anlık, ihtiyaca ve koşullara göre oluşturulduğu,
tümüyle pratikten öğrenilen, ağ üzerinden örgütlenen, eleştirinin giderek
değiştirici-dönüştürücü eylemlere yerini bıraktığı bir oluşum (entity) ile
karşı karşıya kaldık. Burada artık öğrenci-öğrenen ne tekil bireyler ne de
halklardır; aksine, geniş kitlelerdir. Geldiğimiz noktada yeni bir mücadele
dili yaratan, öznel deneyimleri kolektifleştiren (Gezi’de paranın geçmediği
Komün gibi), mücadele sürecinde her türlü iktidar ilişkilerini yatay
etkileşimlerle söndüren, merkeziyetçi-ayrımcı-bürokratik yaşantıyı
anlamsızlaştıran yeni tipteki mücadele formları, elbette dar anlamda Marksist
sınıf ilişkileri kalıbından da çok farklı. Fakat burada tüm öznelerin içinde
eridiği geniş kitlelerin eylemlerinin demokrasiyi yeniden, doğrudan, katılıma
dayalı ve hesap verir, şeffaf biçimlerde (forum, Komün gibi) kurmaya yönelmesi
çok önemlidir. Kararların kolektif biçimde alındığı, halkın zararına olan
hiçbir kararın alınmadığı, kamu yararına aykırı mega projelerin sorgulandığı,
kamusal alanların halkın ücretsiz kullanımına sunulduğu bir kitlesel eylem
mantığı egemen olmaya başladı tüm dünyada. Burada halkların kitlesel
katılımının demokrasiyi teknik sınıfların (teknokrat, bürokrat, teknisyen,
mühendis vb.) tekelinden çıkarma girişimlerinin, kamu yararı bazlı olarak rant,
piyasa ve profesyonellik çizgilerini aşıp tabandan bir yönetim mantığına
evrilmesi artık bir vakıa. Burada halk kitlelerinin sadece emeklerine değil,
yaşadıkları çevrenin hemen her şeyine (su, toprak, bitki örtüsü, dağlar,
akarsular, denizler, göller, tarihi eserler vb.) sahip çıkmaları, bir bakıma
kenti yeniden talep eden (reclaiming the city) bir boyuta evrilmektedir. Yeni bir
eğitim anlayışı uç verecekse, muhtemelen buralardan uç verecektir. Ama son
tahlilde, sistemlerin demokrasi karşıtı karakterini ancak işçi sınıfı
gösterecektir. Üretici etkinliğine, emek gücüne ve kazanımlarına sahip çıkarak.
Sonuç olarak, eleştirel pedagojinin
esin kaynaklarından biri, Marksizm olsa da, eklektik yapısı dolayısıyla
Marksizm karşıtı birçok görüşü de bünyesinde barındırmaktadır. 21. yüzyılın
toplumsal hareketlerini anlamak ve yukarıda anılan ‘Bağlanma’ ilkesi ekseninde
bu hareketlerin bir parçası olmak, eleştirel pedagoglardan istenmekte ve
beklenmekte ise de, bu yaklaşımın bilinci toplumsal bağlamından koparıp bireyin
zihinsel değişimine indirgemesi dolayısıyla – ki üstelik anaakım yaklaşımları
bağlamsızlık nedeniyle eleştiriyordu, oysa kendisi de aynısını yapıyor-,
eleştirel pedagojinin, tüm o geniş kavram setine ve kuramsal ve yöntemsel
araçlarına karşın nasıl da kısıtlı olduğu ve yetersiz kaldığı bir kez daha
ortaya çıkıyor.
Peki, madem eleştirel pedagoji kısıtlı
ve yetersiz, neden bu kitabı Türkçe’de yayınlıyoruz? Çünkü eleştirel pedagoji,
onun Peter McLaren’ın ve Dave Hill’in yaptığı gibi kapsamlı bir eleştirisini
sunup onu toplumsal hareketlerin eğitim pratiklerinden beslenen ve esinlenen
devrimci bir eleştirel pedagojinin inşası amacıyla bir sıçrama tahtası olarak
kullanmak isteyenler için en doğru başlangıç noktası... Dolayısıyla, değerli
okurlar, sizden, bu kitabı olumlayıcı bir tarzda değil, eleştirel bir tarzda
okumanızı öneriyoruz. Eleştirel Pedagoji, bir son bilgi değil, yeni bilgiler
için bir ilk uğrak noktasıdır.
[1] Burada Kanada’lı Prof. Dr. Peter McLaren’e bir
parantez açıp diğerlerinden ayırmak gerekir. McLaren’in çizgisi, giderek
“Devrimci Eleştirel Pedagoji”ye kaydı zamanla. Bu yaklaşımı çerçevesinde pek
çok kitap yazan McLaren, yıllar geçtikçe eğitimi geniş bir perspektifte ele
almaya başladı. Perspektif genişlemesiyle birlikte, McLaren için ezilenlerin
tek tek özel durumları, dünya çapındaki çeşitli sorunların (ABD emperyalizmi,
şirket/sermaye yanlısı hükümetler, kapitalist neoliberal küreselleşme, çevresel
yıkım, ataerkil ve heteroseksist değerler, geniş anlamda muhafazakâr
gericileşme vb.) anlaşılmasıyla ancak kavranabilir. Bu sorunlara karşı devrimci
bir mücadele perspektifini öne çıkaran McLaren’de devrimin öznesi işçi-köylü
sınıfların ekonomik mücadelesinden ziyade ezilen halk ve bireylerin topyekün
siyasal, kültürel ve eğitsel savaşlarıdır. McLaren’in eğitimi nasıl da geniş
bir perspektif içine oturttuğunu, Kadir Asar ile birlikte Türkçeye çevirdiğimiz
şu eserde bulabilirsiniz: Peter McLaren ve Nathalia Jaramillo, Pedagoji ve Praksis, İstanbul: Kalkedon,
2009.
[2] Örneğin benim de editoryal kurulunda bulunduğum,
devrimci eleştirel eğitimci Prof. Dr. Dave Hill’in editörlüğünde İngiltere’de
yayımlanan Journal of Critical Education
Policy Studies (JCEPS) dergisi yıllardır büyük bir ilgi görmekte, dünyanın
dört bir yanından bu dergiye çok sayıda nitelikli makaleler akmaktadır. Yine
Dave, Yunanistan’dan devrimci eleştirel eğitimciler Prof. Dr. Kostas Skordoulis
ve Prof. Dr. Panagiotis Sotiris’in, ABD’den Dr. Cury Malot’un önderliğinde
çeşitli Avrupa kentlerinde yapılan (ve Ankara’da düzenlenen konferansta benim
de düzenleme kurulunda yer aldığım) eleştirel eğitim konferansları son derece
ilgi görmektedir.
[3] Türkiye’de zaman zaman Doğu bölgelerimizdeki
dezavantajlı Kürt çocuklarımızın giriş sınavlarındaki üstün başarıları
(Tunceli’li çoban X, Robert Kolej’e girdi; Batman’lı Y, piyano resitali verdi
vb.) medyada ilgiyle izlenmekte; bu üstün başarılı atipik örnekler, sistem
içinde yeterince çaba gösterilirse dezavantajların engel olmaktan
çıkarılabileceği varsayımına kanıt olarak gösterilmektedir. Tabii böylesi örnek
ve kanıtların neden çok az olduğuna, bölgedeki dezavantajların nedenlerine
ilişkin dişe dokunur hiçbir analizin medyada veya akademik dünyada yer almadığı
da ortadadır.
[4] Marksist olan makro yaklaşımlar ile olmayan
yaklaşımların (örneğin fonksiyonalizm, Weberci çatışma modeli vb.) hangi
noktalarda örtüştüğüne ilişkin ayrıntılı bilgi için şu iki kaynağa bakılabilir:
Christopher J. Hurn, The Limits and
Possibilities of Schooling. An Introduction to the Sociology of Education, Second
Edition, Massachusetts: Allyn and Bacon, Inc., 1985; David Blackledge ve Barry
Hunt, Sociological Interpretations of
Education, Londra ve New York: Routledge, 1989.
[5] Modern eğitim sistemlerinin türdeşleştirici, (sözde)
uygarlaştırıcı, standartlaştırıcı tehlikelerine dikkat çekip yerli taban
kültürlerinin kendi eğitim modellerine yaslanması gerektiğini ele alan bir
çalışma için bkz. Madhu Suri Prakash ve Gustavo Esteva, Escaping Education: Living As Learning Within Grassroots
Cultures, Second Edition, New York: Peter Lang, 1998
(Türkçesi: Eğitimden Kaçmak. Taban
Kültürlerinde Yaşayarak Öğrenmek, çev. Bürge Abiral, Ankara, Ütopya, 2014)
Yorumlar
Yorum Gönder