Çocuğunuzun Ahlakı


Çocuğunuzun Ahlakı



Ahlak bizi toplumda bir yere yerleştirir.

Ahlak veya ahlaklılık zaman, mekan ve koşulları aşan en büyük erdem oldu her daim.

En büyük erdem ahlaklı olmaksa, en rezil durum da ahlaksızlık olarak görülür.


Konum belirleyici özelliğiyle ahlak, bizden neyi yaparsak iyi, neyi yaparsak kötü olacağını bildirir.

İyi yaparsak ödüllendiriliriz, kötü yapmamız halinde ise ceza vardır.

Ahlak için bir başkası gerekir. Eğer başkasında kendimi göremiyorsam, ahlak bir işe yaramaz.

Herkes karşısındaki başkalarını bir ayna gibi kullanır.

Ama bu ayna bize her zaman net görüntü vermeyebilir. 

Bazen pusludur, ayrıntıları seçemeyiz. Kimi zaman da kırık veya parçalanmış olduğu için görüntüler birbirine girmiştir. Fakat sorun şu ki, karşımızdaki başkaları ayna gibi bir nesne değildirler. Tepki verirler, bizi düzeltmeye çalışabilirler. O yüzden hep bizi güzel gösterecek ayna arayışında oluruz. Bize ‘çirkinsin’, ‘hatalısın’, ‘başarısızsın’ diyen aynalardan uzak dururuz. 


Öyle ya da böyle, üstümüze başımıza çeki-düzen vermek için ayna şart, aynasız insan içinde gezemeyiz.    

***

Matthews’un Çocukluk Felsefesi’nde dediği gibi, “beni ne yapmaya zorunlu olduğum konusunda sorumlu kılacak benim dışımda birilerine ihtiyacım olacaktır.”

Benim dışımdakiler bana "istikamet" vereceklerdir, bütün bir insanlık tarihinden süzülüp gelen bilgi, görgü ve değerlerle.

İstikamet vermek, ahlaki bir yol çizmektir.

Ama sorun şu ki, ahlak, göreceliğin en yoğun rol oynadığı alandır.

Kimin ahlakı?

Hangi dönemin?

Neye göre?

Lawrence Kohlberg, ahlaklılığın tarafsızca, evrensel anlamda, olduğu gibi ve yasallıkla tanımlanabileceğini düşündü. Bir bakıma haklı olsa gerek. Bütün kültürlerde ahlaki denilebilecek davranışlar yüceltilir: Yalan söylememek, hırsızlık yapmamak gibi.

Fakat bazı durumlarda yalan söylemenin gerekli olduğunu düşünebiliriz.

İyi değiliz ama sırf çocuğumuz üzülmesin diye ona iyiyim deyip yalan söyleyebiliriz.

Çoğu insana göre bu, masum bir durumdur, çocuğun yararına olduğu için yalan olarak kabul edilmemelidir.

Fakat yalan, yalandır. İyisi-kötüsü, büyüğü-küçüğü olmaz.

Hırsızlık da öyle.

Robin Hood, yoksullar için çalıyordu ama hırsızlık yapıyordu. Gerçek şu ki, yalan ve hırsızlık gibi konularda ahlaki bir meşrulaştırmaya ihtiyaç duyarız.

Mesele, bu meşrulaştırmayı neye göre yaptığımızdır.  Ahlaki bir sorumluluk duyuyor olabiliriz. Sorumluluk birine hesap vermeyi gerektirir. 

Bu biri, bir kişi (ana-baba gibi), devlet (yasalar), din (Tanrı) veya soyut bir şey (ilkeler) olabilir.

Aslında ahlak konusunda evrensel, tarafsız, olduğu gibi ve yasal olan şey, iyilik yaptığımıza olan inancımızdır.

Ahlaki olduğunu düşündüğümüz bir şeye inanmakla da bir beklenti içine gireriz. İyi bir şey yapıyorsak, iyi bir şey elde edeceğimiz içindir. Kötü için de kötü şey.

Ahlak, getirisi bol bir sermayedir.      

O yüzden ahlak aslında bir ödül ya da ceza avcılığıdır. Nihayetinde bir oyundur, iyi oynayan ödülü kapar, kötüsü ise ceza alır.

Yetişkin, ahlaki tercihlerinde son derece maddecidir ama çocuk, saf varlığı ve düşüncesiyle sırf iyilik olsun diye birilerine yardımcı olabilir, çaresizleri teselli edebilir. Çocuk için bunlar karşılıksızdır.
Bu yönüyle çocuk, gerek dinsel gerekse sanatsal yazında bir melek olarak görüldü, saf ahlakın temsilcisi olan bir melek. Beyaz gelinliği içinde genç kız, saflığı içinde çocuk, melek olmanın iki simgesel figürüdür. 

***

19. yüzyılda doruğuna ulaşan Romantizm akımı içinde çocuğa yönelik kötümser düşünceler ve “ilk günah” (the original sin) teorisi yerini tümüyle doğal anlayışa bırakmaya başlar ama tam olarak değil.

Çocuk artık Tanrının elçisi bir melek olarak görülmez. 

Ona atfedilen masumiyetin Tanrısal esinli bir şey değil, onun saf doğallığının bir sonucu olduğu düşünülür. Bu doğallık kişiselleştirilir, hatta yetişkin hayatının üzerine çıkarılır. 


Romantik edebi yapıtlarda bu konuda ilginç imge ve mitler üretilir. Örneğin, Sartre’ın sevgilisi Simone de Beuvoir, “altın çağ” mitinden bahseder; bu mite göre çocuklukta yetişkinlikte artık rastlanmayan çeşitli üstünlükler (saflık, masumiyet vb.) vardır.

19. ve 20. yüzyıllarda çocukluk dönemi, bir bakıma yetişkinlikte kaybedilen bir cennetin yeniden tasviridir. O yüzden her yetişkin çocukluğunu neredeyse özlemle anar, hep güzel görüntülerle yad eder.

Bu biraz da gelip geçen bir ömrün yapılan muhasebesidir, nereden geldik nereye gidiyoruz. Çocuklukta sorunlarımız azdı veya öyle sanıyorduk ama yetişkinlikle birlikte çözdükçe daha da artan sorunlarla karşılaştık.

***

Peki, bizi bundan kim kurtaracak? “Kurtarıcı çocuk” (the child savior) miti ya da imgesinin uzun bir tarihi oldu. 

Fakat bu arketipsel mit, Alice Byrnes’in The Child. An Archetypal Symbol in Literature for Children and Adults  (Çocuk- Çocuk ve Yetişkin Edebiyatında Arketipsel Sembol) adlı kitabında belirttiği gibi, yirminci yüzyılda oldukça karmaşık bir form aldı. Bu mit ya da simge daha da sofistikleştirilip canlandırılan (animated) oyuncaklardan (Pinocchio gibi) dünya-ötesi yaratıklara (extra-terrestrial beings) değin bir dolu romantik figür biçimini aldı.

Ortaçağlarda devlere karşı çeşitli hikâyelerde (Jack the Giant Killer) çocuk-genç kahramanlar olağanüstü zaferlere imza atmışlardı.

Modern dönemlerde, bilhassa on dokuzuncu yüzyılda bu tarihsel kahramanlar yerlerini idealize tiplere bıraktılar (Huckleberry Finn, Oliver Twist, David Copperfield, Silas Marner, Heidi, Pollynna gibi).

Bu modern kurgusal çocuk kahramanlardan ahlaki misyonlar beklendi ya da sırtlarına o tür bir misyon yüklendi. Yetişkin hayatı ikiyüzlü, sıkıcı, gayri insani, hatta ahlaksızdı. Bu çocuk kahramanlar yetişkinlere ahlak dersi vererek iyilik yolunda örnek oldular.

Yetişkinlerin ahlaken çürümüş, yoz hayatları içine yaptıkları kutsal yolculukla “evliya çocuk” (saintly child) rolünü oynadılar. Haliyle bu çocuk kahramanlar yetişkin yaşamında sorun çözücü müdahaleleriyle toplumsal düzeyde bir yenilenme (regeneration) ve arınma (purification) rolü oynadılar.

Aynı rolü Türkiye’de Kemalettin Tuğcu’nun çocuk kahramanları oynadı. O zavallı, yoksul, sefil, yersiz-yurtsuz, şefkate muhtaç çocuklar bizi derinden vurmadı mı?

Ayşecik, Ömercik, Sezercik gibi bir dolu çocuk kahraman bize önemli ahlak dersleri vermediler mi?

***

Freud’a göre uygarlık böyle kurulur.

Uygarlık dediğimiz insanlar arası anlaşmadan ortaya çıkan şaheserler (devlet, ahlak, sanat, bilim vb.) sistemidir. 


Mesele de, bu şaheserleri üretirken hangi meşruiyeti temel alacağımızdır. 


Yetişkin ortak yaşamı kurallarını bildiği için ahlak onun nazarında nettir. Fakat burada da bir yığın çatışma yaşanır çünkü ahlakı tartışılır kılan cinsiyet, etnik kimlik, ideolojik tercih, sınıfsal konum, siyasal üyelik, dinsel inanç gibi bir yığın değişken vardır.

Mesela, çoğu ana-baba, çocuğuna ergin olmadığı için ebeveynlik yapması gerektiğini düşünür ki doğrusu da budur. 

Ama sınır ne olmalıdır ebeveynlik ilkesinde? 


Örneğin, ana-babanın çocuğunun iyiliği için onun haklarını sınırlama hakkı olmalı mıdır? 


Ya da çocuk, yasalar karşısında kendini temsil edebilmeli midir?

Felsefeci Matthews bu konuda ilginç bir örnek verir.

1992’de ABD’de ilginç bir mahkeme yaşanır. 12 yaşındaki Gregory Kingsley, ana-babasının kendisi üzerindeki haklarının iptal edilmesi için mahkemeye başvurur. Kingsley, mahkemeden, kendisine bakmayan öz ana-babasını bırakıp üvey ana-babasıyla birlikte yaşamayı ve ismini değiştirmeyi talep eder. Gregory, bir ulusal TV kanalına çıkınca birden popüler olur.

Tam da o sırada ABD’de başkanlık seçimi yapılmaktadır ve Cumhuriyetçiler kendi kampanyalarında “aile değerleri” konusunu ele almaktaydılar. Böylece politikacılar kendi siyasi amaçları için Gregory’nin taleplerini kullanmayı düşünmekte gecikmediler. Başkan adaylarından Demokrat Clinton, çocuğun haklarından yana tavır alırken, Cumhuriyetçi aday Bush ise çocuğun yetişkinler tarafından manipüle edildiğini, ana-babaların çocukları tarafından mahkemeye verilmesinin kabul edilemez olduğunu ileri sürdü.

Sahi, çocuk kime aitti? 


Brecht'in meşhur oyununda sorduğu temel soru hala ortada, yanıtlanmış değil. 

Gregory’nin babası zaten çocuk üzerindeki haklarından vazgeçtiğini beyan eden bir imza atmıştı ama annenin çocuk üzerindeki himaye etme hakkı devam ediyordu.

Fakat Gregory, yaşamının ilk sekiz yılının sadece sekiz ayını bu öz annesiyle birlikte geçirmişti çünkü anne, onu yetiştirme yurduna bırakmıştı. Sonuçta Gregory hem açtığı davayı hem de kamuoyunun desteğini kazandı.

Yeni (üvey) ailesinin resmi anlamda bir üyesi oldu ve ismini de Shawn Russ olarak değiştirdi.    

***

Bu örnek bize, çocuğun kendi başına, eğer hakları çiğnenmişse, dava açabileceğini, açma hakkı olduğunu gösteriyor. 

Gregory sadece 12 yaşında bir çocuk ama erginlik ilkesi gereği, belli bir olgunluğa ulaştığını gösteriyor. 


Öz ana-babası sorumsuzlukları nedeniyle ebeveynlik ilkesini çiğnemişler. 


Erginlik ebeveynliği alt etmiş görünüyor. 


Çocuk kendi yolunu kendisi çizmeye karar vermiş. 


Fakat her çocuk Gregory kadar olgun ve şanslı olmayabilir. 


O zaman ne olacak? Aslında burada sorun hak konusu. Daha doğrusu kendine hakimiyet konusu. Matthews şöyle der:

“Sorun, bu davada Gregory’nin, on iki yaşındaki bu çocuğun mahkemeye başvurup başvuramayacağı ve başvurduğu takdirde, kendi çıkarları adına değil de, kendi kişisi adına bir yanıt alıp alamayacağı sorunudur. Konuya akılcı otorite felsefi sorununun terimleriyle ele alırsak, mahkemenin Gregory’yi akıl sahibi bir varlık olarak tanıyıp tanımayacağı, çocuğun bu türden bir değerlendirme yapıp yapamayacağı, çocuğun, otorite deneyiminin ebeveynin otorite deneyimini ele alabilecek ve yargılayabilecek konumda olup olamayacağı sorunudur.”

***

1974’de John Holt, yetişkinlerin sahip oldukları her türlü hak, öncelik, görev ve sorumluluğa çocukların da sahip olmaları gerektiğini ileri sürer. 

Howard Cohen de, Holt’dan altı yıl sonra, bazı özel durumlar dikkate alınarak çocuklar için bir eşit haklar hareketi başlatılabileceğini yazar.

Fakat bu mümkün müdür?

Pek de değil.

Bir kere yetişkinlere layık veya uygun görülen pek çok hakkın çocuklar tarafından kullanılabilmesi pek olası değil.

Örneğin on yaşındaki bir çocuğun koca bir kamyonu veya vinci nasıl kullanabileceği meçhul. Ebeveyne tahsis edilen bazı hakların geri alınması, çocuğu savunmasız bırakabilir. Çocukların zayıf, pasif, çekingen ve bilinçsiz olduğu pek çok durum vardır.

Çocuklara evlilik hakkı verilemez; verildiği takdirde pek çok sorun çıkar ortaya (erken hamileliğin ölüme yol açması, erkenden yetişkinliğe geçiş zorlamasının çocuk çiftte yaratacağı travmalar vb.).
Matthews’un da dediği gibi, eşit haklar hareketi, çocukların ana-babaların yol göstericiliğine artık güvenmez olmalarına neden olabilir.

Beğenmesek de, çocuğun sosyalleşip toplum içine karışabilmesi için yetişkin otoritesinin varlığına ihtiyaç şart.

Kuşkusuz akılcı, demokratik ve çocuğun yararına olan bir otoriteden bahsediyoruz.

Sorgulanamaz otorite olamaz ama çocuğun yararına olan bir dolu liste konusunda genelde her ana-baba anlaşır. Çocuğun iyi beslenmesi, bakımı, eğitimi vbg konularda kurallar bellidir. Kurallar yararlı olduğu için mi iyidir, yoksa iyi olduğu için mi yararlıdır tartışması pek bir şey kazandırmaz.

İnsanlık tarihinin içinden süzülüp gelen bir dolu kural, gelenek, adet, tören, ritüel bize ne tür bir yol tutacağımızı söyler.

İşimiz de böylece kolaylaşır.

Ama hızlı değişim, dönüşüm ve hatta devrim dönemlerinde yenilikler başımızı döndürüp ayaklarımızı yerden kesebilir.

Fransız sosyolog Durkheim böylesi dönemlerde mevcut kural ve değerlerin gücünü kaybedip yol gösterememesine “anomi” (kuralsızlık) demiş. Anomik dönemde iflaslar, intiharlar, cinayetler, cinnetler, mutsuzluklar, gerginlikler vb artar. Toplum tam bir radikal dönüşüm geçirmektedir; yön veren pusula kaybolmuştur, yeni pusulanın ne ve nasıl olacağı konusunda kafalar karışıktır. Çocuklar bu süreçten en çok etkilenen kesim olurlar.

Örneğin ana-baba arasındaki boşanma, çocuk için anomik bir durum yaratabilir.

Çok beğenilen öğretmenin kaybı, okulun ve arkadaş çevresinin değişmesi, babanın iflas etmesi gibi bir yığın sorun ortasında çocuğa kim ve ne yol gösterecektir?

Çağımızda boşanmış veya evlenmeden çocuk sahibi olmuş tek ebeveynli ailelerde çocukların durumu çok zor.

O yüzden modern toplum bir bakıma mutsuz çocuklar toplumudur. 

O halde, çocuğunuzun ahlakı, aslında bir bakıma siz ebeveynin, yetişkinlerin, genelde toplumun ahlakıdır; biz iyi bir ahlak üretebilirsek, çocukların işi epey kolaylaşır.                  









             

Yorumlar