Hız Çağında Çocuk Yetiştirmek




Hız çağında çocuk yetiştirmek
                                                                               
                                                                       




Günümüzde hemen hepimiz ciddi bir hız baskısı altındayız.

Yavaş kalan diskalifiye oluyor.

Her türlü performansımız önce hız ile ölçülüyor. Hızlı mıyız, değil miyiz; bunu ölçen saatler, kronometreler, standartlar, ölçüler, mesafeler, aralıklar geliştirilmiş durumda…

En kısa sürede en iyisini yapmalıyız…

Belgesellerde en hızlı koşan hayvan, en çok ilgimizi çeken canlı çoğu zaman. Dünya şampiyonasında veya olimpiyatlarda en hızlı koşan atlet Bolt’u “şimşek” ile simgelemedik mi? Hızlı tren, hızlı atlet, hızlı otomobil, hızlı bilgisayar, hızlı internet… 

Yönetilmesi, dahası alt edilmesi gereken bir zaman sorunumuz olduğu için hız, bir ilaç, reçete ve çıkış…

Biz ana-babalar gençliğimizde hızlı mıydık? Evet, çok iş yapardık, çalışkandık, çabucak varırdık, son derece enerjiktik ama hız kültürümüz bugünkü gibi değildi; ahh nerede o gençliğimiz?! Hayıflanırken, yan gözle de yavaş, hımbıl, dağınık, kendini toplamayı beceremeyen çocuğumuza da bir bakış atarız… 

Çocuklarımız… 

Onlar artık eski zamanların sevimli “küçük şeytan”ları değil.  

Geçmişte ayakaltında dolaşan, varlığına kayıtsız kalınan, kendi halinde oynayan çocuklar için zaman, mekân ve gelecek uçsuz bucaksızdı.

O zamanlar çoğu anne-baba için çocuk, kendi halinde bir biçimde yetişirdi.

Saldım çayıra, mevlam kayıra ifadesi tam da o dönemleri anlatmıyor mu?

Sokaklar tekin, oyun için araziler bol, çevre güvenli, ortam temiz, insanlar az-çok anlayışlıydı.  Sorsanız, eskiler eski zamanları böyle hatırlar. 

Hemen her çocuğun oyuncağını kendisi yapabilecek becerileri olurdu; sokaktaki arkadaş, aynı zamanda bir öğrenme kaynağıydı.

Plastik oyuncak daha keşfedilmemişti o zamanlar…

Eski zamanlarda hayat çocuk için doğanın içinde, kendi mecrasında dingin biçimde akar giderdi. Hayatın kendi ritmi hıza pek müsait değil gibiydi. Acele edene pek iyi gözle bakılmazdı, acele işe şeytan karışırdı; “hele bir nefeslen şöyle, iş kaçmıyor ya!”

Sokaklar çat kapı komşuluk ilişkileri için uygundu; mahalle öncelikle bir dayanışma birimiydi. Evlerin önü otopark değil, üç-beş lafın belinin kırılacağı yerdi. ‘Bir mani yoksa akşam ev gezmelerine gidilirdi.’

Televizyon olmadığı için misafirlik yapılırdı; hayat gailesinden bahsedilirken, insanlar birbirlerini yüzlerine bakarak, samimiyetle anlamaya çalışırlardı…

Komşuluk çok uzun sürerdi, kimi yerlerde ölüme değin; öyle sık sık taşınma olmazdı, insan alıştığı mahalleyi evi gibi beller, yabancı mekana göçmeyi akıl-sır erdiremezdi. 

Evler, üst üste değil, yan yanaydı; dikey asosyallikler daha oluşmamıştı; yatay eşitlikçi ilişkiler az-çok komşuları birbirine bağlardı. 

Okul yürüme mesafesindeyken çocuklar derse koşarak gidebilirlerdi. Ama yetişme telaşı pek de olmazdı, çünkü etrafta ne trafik sıkışıklığı söz konusuydu ne de zaman baskısı...

Okula servisle gitmek nedir bilinmezdi; müdüre, “çocuğumu şu sınıfa veya öğretmene ver” demek ayıp kaçardı.

Öğretmen? O da mahallenin bir tanıdığı, sanki çocukların annesi ve babası gibiydi. İnsanlar öğretmene garip bir saygı duyarlardı…   

***

Bu sözler gençlere masal gibi gelebilir ama yaşı 50’nin üzerinde olanlar, mesela 1960’lı, hatta 1970’li yıllarda bu ülkede hayatın böyle aktığına tanıklık edebildi.

1980’dan sonra ise Türkiye hızla küresel kapitalizmin içine girdikçe şehirlerimiz ve oralardaki hayatlar da hızla değişmeye başladı.

Vitrinler ithal pahalı ürünlerle dolar, döviz hayatımıza bir yatırım aracı olarak girer, marka tutkusu bizi esir alır, farklı TV kanalları arasında huzursuz biçimde “zap” yapmaya başlarken, bir “yaşam tarzı” sorunumuz ortaya çıktı. Cebimiz biraz para görünce “life style” gibi bir derdimiz belirdi; “konfor”un peşine düşmeye başladık, modayı takip eder olduk, fikirlerimiz yerine giyimimize odaklandık, başka dünyalardaki insanların sorunlarını anlamak yerine oraları turistik mekan olarak görmeyi yeğledik…

Yaşam değişiyordu, çocuklar için de…

Örneğin sokaklarda artık oyun oynanamıyordu; oyun için araziler de ranta kurban gitmişti. Yeşili bitiren beton, ekonomi istatistiklerinde alkışlanmaya başlamıştı. 

Mahalle, site olmuştu. 

Öyle bir noktaya geldik ki, artık çocuklarımızın oyuncak yapabilecek ne becerileri var ne de uygun malzemeleri. Sokakta oynanan oyunlar üzerinden gerçekleşen sosyalleşme, yerini ekran ve internet üzerinden haberleşmelere dayalı ilişkilere bıraktı.

Bir tür “elektronik çocuk” hükmünü sürmeye başladı. Elektrikler kesildiğinde oyun oynayamaz, ödev yapamaz, hatta sosyalleşemez bir çocuk figürü var önümüzde. Bu kablo bağlantılı ya da “kablosuz çocukluk” içinde çocuğun ne inisiyatifi kaldı ne de özerkliği. Fakat çoğu anne-baba için çocuğun ileri teknolojiyle kurduğu becerikli ilişki, ileri zekânın bir göstergesi olmaya başladı.

Eskiden asıl hedef, “hayırlı evlat” idi, şimdi “başarılı çocuk”.    

Hayırlı evladın verdiği mesaj topluma yönelikti; başarılı çocuk ise kendine…

***

Şimdi çocuk artık bilimin yoğun bir inceleme nesnesi.

Bilimin verilerine göre çocuk yetiştirme işi 1950 sonrası yaygınlaşan bir trend oldu.

Ne için?

Elbette sağlıklı ama daha çok da başarılı bir çocuk yetiştirme idealindeyiz.

Onların artık en kısa sürede, en etkili, en başarılı sonuçları alıp yukarı doğru tırmanmalarını istiyoruz.

Çocuğumuz, bizim çıkabildiğimiz yerin daha yukarısına çıkabilmeli…

Zihniyet bu şekilde değişince, okul da bir şeyler öğrenerek çocukluğun gönlünce yaşanacağı bir mekân olmak yerine, her türlü başarı, hırs ve rekabetin ortamı haline geldi.

En iyi okulda, en kaliteli öğretmen tarafından, en modern öğretim materyalleri ile eğitilmesi için bir dolu para harcıyoruz. Artık en iyi yatırım alanı eğitim; borsa, döviz, değerli kağıt, hisse vb gibi.

Tek derdimiz, çocuğumuzun başarılı olması, giderek yaşıtları arasında en başarılı olması. “En”ler asıl ilgimizi çeken kategori.

"Sonuncu" olmak büyük bir hayal kırıklığı, "en sonuncu" olmak ise bir kabus artık... 

Anne-babalar anne-baba olmaktan önce çocuğunun birer “antrenörü”, “koçu”, “rehberi” veya “mentoru” konumunda. Çocuğumuza bir balmumu gibi bakıyoruz; onu bildiğimiz gibi yoğuracağız ya da uzmanların insafına terk edeceğiz.

Başarısını da öncelikle maddi araçlarla ölçüyoruz; yüksek notlar, pekiyilerden oluşan karneler, diplomalar ve çeşitli sertifikalarla. Bu uğurda anne-baba olarak yaptığımız tek şey, çocuğumuzu tam kontrol altında tutmak.

Başarı için kontrol şart.

Hatta programlı bir kontrol.

Çocuğumuzda bir gerileme, yavaşlama veya tökezleme mi var?

Durumu anlamak için hemen ya kitaplara bakıyor ya da uzmanlara koşuyoruz. Bilişsel terapi aldırmak, antideprasan kullandırmak, uzman psikologlara götürmek… Yarışta geri kalmasın diye çocuğumuzun çabucak iyileşmesi gerek. Bütün bunları bilinçli bir şekilde yaparken, çocuğumuzun “bilinç” düzeyinde kalması gerekiyor.

Çünkü uygarlık, bilinç demek…


Kötü çocuk yetiştiren anne-babaya ne diyoruz? Bilinçsiz.

Bilinci de bilgiyle eşitliyoruz... 

***

Fakat psikanalist Catherine Mathelin’in Freud’a Ne Yaptık da Çocuklarımız Böyle Oldu? Ana Babalara Notlar adlı kitabında dediği gibi, arzunun payı, yani bilinçdışının sırrı, insanları kaygılandırmayı ve rahatsız etmeyi sürdürüyor.

Başta da çocukları.

Kafamızda ideal bir model var. Çocuğumuz bu modelin içine girmeli, sığmıyorsa çabalamalı. Çocuğumuzun içine gireceği bir çuval örüyoruz ama çuvalın ölçüsünü çocuğumuza bakarak değil, kendi değerlerimize göre belirliyoruz.

Bu uğurda ve süreçte onun pis, terbiyesiz ve hasta olmasına izin yok.

Sorunsuz, dört başı mahmur, her şeyi tamam bir çocuk olmalı.

Kusursuz aile mitosu içinde kült çocuk modeli.

Dışarıya verilen bir poz var, bir de evin içindeki gerçek resim. Güzel, sağlıklı ve mutlu bir çocuk. Bu, bizim projemiz. Olamadığımız şeyi, çocuğumuz olsun istiyoruz.

Çocuğundan daha fazla strese giren, yarışan, programlanan veliler var.

Kendi değersizliklerine çocuğunun başarısıyla değer katılsın istiyorlar. Kendi yavaş ama çocuğu hızlı olsun istiyor. Ya da kendi hızlıysa, çocuk da hızlı olsun. Öyle olunca da çoğu ana-babanın çocuğuna davranışı bir nesneye yönelik olduğu gibi gerçekleşiyor. Bir yatırım nesnesi ama. Hem çocuğumuz kimlik ve kişilik sahibi olsun istiyoruz hem de ona bir kişi değil, eşya gibi davranıyoruz. Bu eşya acı vermesin, şiddete bulaşmasın, kimseye kin duymasın, hep başarılı olsun derken onun sırtındaki yükleri artırdıkça artırıyoruz.

Peki, taşıyabiliyor mu?

Ya da çuvalın içine sığıyor mu?

***

Taşıyamadığı veya sığamadığı açık. Son birkaç on yıldır psikiyatrik ve psikolojik vaka olan çocuk sayısı artıyor. Obez çocuk oranı patlamış durumda. Fiziksel aktivite eksikliği bir yana, çocuklar oyun diye ekran başında ayrılmıyorlar. Çoğu çocuk ödev yapacağım, problem çözeceğim, sınava gireceğim diye spor yapamaz hale geldi.  

Anadilini bile kullanamayan çocuklar hemen her yerde. Kitapları zorla okuyorlar ama ekransız yapamıyorlar. İhmal, istismar, taciz edilen çocuk sayısı da her geçen yükseliyor.

Onları okulda dört duvar arasında daha fazla, sürekli ve motive olmuş durumda tutmak için yeni, kolay, esnek ve eğlenceli eğitim yöntem ve materyalleri bulmaya çalışıyoruz.

Kimi öğretmen palyaço kılığına bile giriyor, sırf öğrencileri sıkılmadan öğrenebilsin diye.

Matematiği müzik eşliğinde öğreten, Batman kılığında derse giren öğretmenler…  Bakmayın siz “çocukerkil aile” veya “çocuk merkezli pedagoji” laflarına; ana-balarını parmağında oynatan, evde gerçek iktidar sahibi çocuk düşüncesi bir mittir. Yani gerçek değildir.

Çoğu ana-baba çocuğuna sormadan onun gelecekte yürüyeceği yolu belirlemiştir bile. Bu yolda pek az çocuk insiyatif kullanabilir. Ona özel davranırken bile, onun kendisi için değil, biz kendimizi özel hissettiğimiz için öyle davranırız.  
   
***

Geçmiş elbette çocuk için mükemmel değildi; pek çok sorun vardı.

20. yüzyıldan önce egemen aile modeli genelde gelenekseldi. Ya da paternalist. Ana-baba çocuk üzerinde mutlak iktidar sahibiydi. Çocuktan beklenen saygı, itaat ve hatta biat idi. Çocuğun kendi kimliği, istekleri, arzuları, inançları aile içinde dağılır giderdi. Ana-babaya sadakat, çocuğun evlenmeye karar verdiğinde seçeceği kıza veya oğlana değin uzanırdı.

Çocuk, ana-babasının uzantısıydı sanki. Bu da çok doğal, çok normal görülürdü.

Bireyin ortaya çıkması, Aydınlanma, Sanayi Devrimi, kentleşme, göç gibi süreçler insan haklarını olduğu kadar çocuk haklarını da gündeme getirince çocukların birer birey olduğu, saygı görmeleri ve çeşitli haklarının olması gerektiği genel kabul görmeye başladı. Gelen çocuğun çağı mıydı?

Pek de değil.

***

Neil Postman, The Disappearance of Childhood adlı kitabında “çocukluğun yok oluşu”ndan bahseder.

Biyolojik değil, toplumsal-kültürel olarak yeniden üretilen o eski çocukluğun yerinde yeller estiğini ileri sürer. Ariès gibi Postman da çocukluğun modern bir kategori olduğunu söyler.

Matbaanın yarattığı bir kategori.

Fakat matbaa makinesi (tipgrafi) ile doğan, modern kitle iletişim araçları ile serpilen çocukluk, elektronik iletişim araçlarıyla yok olma noktasına doğru gidiyor.

Tabii burada Postman, çocukluğun yok oluşundan bahsederken bir fikrin ortadan kalkmasını kast etmiş.

Artık eskisi gibi, mesela Erasmus, Locke, Rousseau gibi çocukluk konusunda “felsefi” ahkâm kesen kimse pek çıkmıyor ortaya. Aydınlanma döneminden itibaren çocuk üzerine söylenen fikirlerde çocuğu daha çok anlama kaygısı ön planda idi.

Oysa günümüzde çocuk, çocukluk devresi içinde aşırı bir formülasyona tabi tutulan bir nesne gibi. Çocuklar uzmanlık bilgisine göre şekillendiriliyor. Bir uzmanın tezgâhından geçmeyen çocuk yok gibi. Geçmişte çocukluk meselesi bir uygarlık tasarımı çerçevesinde ele alındı.

Şimdilerde ise çocukluk bütünüyle çocuğun maddi verimliliğine endekslenmiş durumda.

Çocuğunu bir mal, yatırım, değerli bir getiri nesnesi gibi gören anne-baba sayısı hiç de az değil.

David Elkind nereye gittiğimizi çok iyi anladı: “Acele ettirilmiş çocuk”.

Aslında bu, tümüyle yetişkinin çocuğu üzerinden haz ve hız arayışının bir yansıması. Geçmişte yavaş olan ana-babalar, hızlı olabilme özlemlerini çocuklarına yüklemiş durumdalar. Günümüzün çocuğu bir an evvel yürümeli, konuşmaya başlamalı, düzgün cümle kurabilmeli, çabuk öğrenmeli, hızlıca başarıların üzerine konabilmeli.

Hız yoksa, ekmek de yok...

***

Postman, “modern çocukluk paradigması”nın aslında modern yetişkinlik paradigması olduğunu söylerken haklıdır.

Evet, çocuklar tarla ve fabrika dışına çıkarılıp büyük ölçüde okula sokuldular. Modern çocukluk okulla tanımlanmaya başlandı. Fakat Locke’un balmumu anlayışı çok fazla ileri götürüldü. Bir yandan paternalizm yenilgiye uğratılırken, öte yandan çocuk hakları genişledi ama çoğu zaman kâğıt üzerinde kaldı. Bu haklara karşıt birçok mekanizma icat edildi.

Örneğin TV veya benzeri medya; enformasyon paylaşımı ve eğlence biçimleri bakımından aynı medyayı tüketen bir çocukluk üretildi. Postman’ın dediği gibi, çocuklar, TV’nin gösterdiği her şeyi izlerler. Ama ekrana bağımlı kalarak. Ekrandaki görüntüler hızlıca değişir, ardı sıra sökün eden birçok resim, çocuğun önüne hareketli bir dünya çıkarır.

Fakat ekrandan bir sürü resim, ses, görüntü, renk, imaj, olgu, olay hızla akarken çocuk hareketsizleşir.

Ekran temelli sosyalleşme çocuğu akranlarından, sokaktan ve hareketli bir yaşamdan koparırken onu kendi için(d)e kazılan bir kuyuya atar. O yüzden gözler çabucak bozulur, kilo alınıp obez olunur, geçmişte sadece yetişkinlikte rastlanan birçok hastalık çocuğun kapısını çalar.

***

Biz ana-babalar, çocuğumuzun yetişkinlerin yaşam tarzını taklit etmesini bir başarı olarak görürüz. Öyle koşullandırılırız.
Çocuklarımız yetişkin gibi veya kadar mantıklı olmalılar mesela.

Ya da hiç pes etmeden mücadele etmeliler.

Çıkarları nerede yatıyor, bilmeliler.

Çocuğu hep öne çıksın, hep başarılı olsun, hep en önde bulunsun diyen ana-baba sayısı hiç de az değil. Hız çağının temel normu son sürat bir hayatı gerektiriyor gibi. Bir şeylere geç kalmamak, zamanında yetişmek kaygısı değil bu. Daha ziyade çocuğu kendi otoritesi altında ezmek, ondan yetişkin hızını beklemek.

Ama yanlış.

Bir kere çocuğun kendi dünyası tek bir hedefe kilitlenmeyi kabul etmez. Çocuğun kendine özgü yavaş bir dünyası vardır, hayat orada sonsuza değin dingin bir şekilde akacak gibi görünür ona.

Çocuğumuza örnek olabiliriz ama kalıp olamayız.

O yavaş dünyanın kendine ait değer ve kuralları vardır.

Her çocuk kendi dünyasında kendinin hükümdarıdır.

Dengeli bir ana-baba o dünyaya saygı gösterir ama dışarıdaki dünyanın kurallarını da öğretmekten geri kalmaz.

Çocuk küçüktür, dünya büyük…

Küçükten büyüğü bir anda algılamasını beklemek gerçekçi değil. Mini-k dünya büyük standartları, geniş kalıpları, karmaşık problemleri kaldıramaz.

***

Ama içinde yaşadığımız dünya sadece büyük değil, hızlı, karmaşık ve acımasız da.

Kentsel mekânlar hızla yoğunlaşır, yiyecekler doğallığını kaybeder, insan ilişkileri daha sorunlu hale gelirken çocuklarımızın hemen buna uyum sağlayabilecek kapasite geliştirmesini bekleyemeyiz.

Çocuk dostu kentlerden daha sık bahseder olduk artık.

Çocuk, son derece doğal bir varlık ama şehirlerimiz öyle değil.

Bir yandan şehirler doğadan uzaklaşıp daha yapaylaşırken, öte yandan ilişkilerde doğallık arayışımız en büyük hedef haline gelmekte.

Yetişkin arzuları kendini gerçekleştirecek ortamı bulabilmek için hızla reçetelere yöneliyor. Oysa çocuklar kendi saf ve doğal hayatlarında reçetelere değil, kendi yaratıcılıklarına doğru koşarlar.

Çocuğa lazım olan, reçete değil, yaratıcılık.

Oyunlar bunun birebir örneğidir. Fakat burada bile yaratıcılık günümüzde paketlenip programlanmış durumda. Çocuğunun hangi oyunu, hangi oyuncakla, ne kadar, nasıl ve hangi şartlarda oynaması gerektiğini düşünen ana- baba sayısı her geçen gün artıyor. Ya da çocuğu ekranda oynarken, buna ilgi göstermeyen ana-babalar hiç de az değil.  

***

Geleneksel hayatlar için hayatın ritmik temposu son derece doğaldı.

Uyku, çalışma, yemek, ritüeller, kutlama, giyim, akraba-dost ziyareti gibi rutinlerin kendi mantığı tekdüzeydi ama zengindi.

Akşam bir sobanın etrafında, sıcak bir ortamda çaylarını yudumlarken sohbet eden ya da radyoda bir piyes dinleyen aile efradı için zaman bir sonraki gün akşamdan değil, o günün sabahında başlardı ancak. 

Ertesi gün bir yerlere zamanında yetişmek, kapanış saatinden önce bankada fatura yatırmak vb; böyle şeyler pek bilinmezdi; tempo öyle çok yavaş değildi ama hız da bir norm haline gelmemişti.

Artık zaman, bir hız konusu; onu yönetmemiz isteniyor, en akılcı biçimde; zaman bizim için ya bir tuzak ya da iyi bir yatırım.  

Bugün zamanımızı bile yönetemez hale geldik; ana-babalarımız zamanı kendince yaşarlardı, artık zaman yönetilmesi gereken bir meta.

Geçmişte bir mani yoksa komşular birbirini ziyaret ederlerdi; kendiliğinden konuşmak her türlü sıkıntının ilacıydı. Hiç kimse, “zamanınız uygunsa, sizinle bir şey konuşabilir miyim?” diye sorma gereği duymazdı; en azından mahalle ilişkilerinde.

İlacın kendisi, mahalledeki kültürdü.   

Şimdi hangi sorunu nasıl çözeceğimizi mutlaka bir uzmanın reçetesine danışarak çözmek zorunda kalıyoruz.

Derslerinde başarısız olan çocuğumuzu “anlamak” yerine, onu uzmana “anlatmayı” tercih ediyoruz.

Çocuğumuzun duyguları pek de önemli değil, çünkü duyguları ölçemiyoruz.

Teknolojiye göre üreteceğimiz çocuğumuzun akıllı, güzel ve sağlıklı olması, mutlu olmasından daha önemli.

Kırılgan bir küçüğün neye kırıldığını önemsememiz gerekir. Onları mutlu etmek, görevimiz.

Kelimelerin iyileştirici gücü de vardır, yıkıcı yanı da.

Çocuğun sarsak dili, dalga geçilecek değil, anlaşılacak bir dildir.

Çocuğu çocuk yapan özellikleri, yani dili, kişiliği, giyimi, tutumları vb. onun yetişkinden farklı bir birey olduğunu anlatır.

Çevrenizi izleyin; çoğu zaman çocukları üzerinde iktidar kurarak tek otoritenin kendileri olduğuna inanan pek çok ana-baba görürsünüz. Elbette “şimdi sırası değil” bir kural, yetişkin yaşamına uyum sağlayabilmek için sınırlar ve kısıtlamaları öğrenilmeli. Ama “şimdi sırası değil”in bir açıklaması olmalıdır.

Unutulmamalı, çocuk her sorusu için açıklama ister, bekler.

Çocuk, bir kral olamaz ama yetişkinin tebaası da değildir.

Psikolog Winnicot, çocuk “ancak yetişkinin cesedini çiğneyerek büyüyebilir” demiş.

İyi de, dengeli bir sosyalleşme, kültürel sürekliliği gerektirir.

Çocuğumuzu eğer geleceğe göndereceğimiz bir mesaj olarak kaleme alacaksak, metni birlikte yazmak en iyisi.

 Her metin, bir yorumdur.

Çocuk, net bir cevap değil, bir yorumdur; zengin bir yorum.

İnsan doğası her dönem aynı olabilir ama kültür sürekli değişir.

Çağımızın kültürleri çocuktan artık daha çabuk, erken ve etkili biçimde olgunlaşmasını talep ediyor.

Okulda geçirilen uzun ders saatlerinde onlardan bir yığın bilgi, değer ve beceriyi öğrenmesini bekliyoruz. Çocuk pek çok dersi iyi öğrenmeli ama çocuğumuzun bunca birbirinden farklı dersi, bilgiyi, formülü, denklemi, değeri nasıl öğrenebileceğini, o kapasitesiyle bununla nasıl başa çıkabileceğini bir türlü sormayız kendimize.

Yine bir yığın sosyal kuralı içselleştirmeleri gerekiyor. Bu da onların erkenden olgunlaşmalarını beraberinde getiriyor. Ama sorunlu bir olgunlaşma. 

Olmadan, olgunlaşma...  

Ama bu hız, aslında çocuğu çabuk yoruyor, farkında değiliz.

Ana-babanın yoğun çalışma saatleri, birlikte daha az zamanın geçirilmesi, eşler arası anlaşmazlıklar, artan boşanma oranları, psikolojik tedaviler, antidepresanlar, alkol ve madde kullanımı gibi bir dolu sorun çocuklarımızı mutsuz ediyor.

Çocuğumuzun okul çantasında sadece kitaplar-defterler yok, biz yetişkinlerin ürettiği mutsuzluklar da var.

Psikiyatrist Catherine Mathelin’in dediği gibi, bütün bu süreçte çocuklarımız minyatür yetişkinlere dönüşüyor ve fakat ana-babalar çocuklaşıyor.

“İçimizdeki çocuk” klişesinde dile getirilen tam da ana-babaların çocuklaşması. Bunun sonucunda da uzman, rehber, koç veya mentorun yanında, terapistin muayenehanesinde harcanan onca para ve zaman, içimizdeki çocuğu değil, yetişkinin yanlışlığını ortaya çıkarıyor.  

***

Yavaşlık, ille de yavaş olmak değildir.

Aksine, her daim acele etmemek, iki ayağını bir pabuca sokmamak demektir.

Durup düşünmek, bir nefes almak, hayatın dingin ritmini hissedebilmektir.

İyi bir ana-baba çocuğuyla bir filozof gibi konuşamaz, konuşmamalı da.

Ama çocuğun saf dünyasını anlamak için onun sözlerine saygıyla, ciddiyetle eğilmek gerekir. Sıklıkla görülen, çocuğun komik bulunan her şeyiyle dalga geçmektir. Bu durum çocuğun sağlıklı bir kişilik geliştirmesini, yetişkinlere güvenmesini engeller. Çocuğunuzu tam da çocukluk dünyasının içine yerleştirmeniz gereklidir. O dünyanın nasıl bir şey olduğunu kitaplardan değil, bilakis çocuklarınızla içine geçireceğiniz zaman ve mekanda öğrenebilirsiniz. 

Çocuğumuzun hızlı koşmasına gerek yok; koşması yeterli. Ama kendi hızında, kendi istediği zaman ve mekanda…

Aşırı hız, haddinden fazla yavaşlığa neden olabilir.  
      

                                  

Yorumlar