Hız çağında çocuk
yetiştirmek
Günümüzde
hemen hepimiz ciddi bir hız baskısı altındayız.
Yavaş kalan
diskalifiye oluyor.
Her türlü performansımız
önce hız ile ölçülüyor. Hızlı mıyız, değil miyiz; bunu ölçen saatler,
kronometreler, standartlar, ölçüler, mesafeler, aralıklar geliştirilmiş
durumda…
En kısa sürede en iyisini yapmalıyız…
Belgesellerde
en hızlı koşan hayvan, en çok ilgimizi çeken canlı çoğu zaman. Dünya şampiyonasında veya
olimpiyatlarda en hızlı koşan atlet Bolt’u “şimşek”
ile simgelemedik mi? Hızlı tren, hızlı atlet, hızlı otomobil, hızlı bilgisayar, hızlı internet…
Yönetilmesi, dahası alt edilmesi gereken bir zaman sorunumuz olduğu için hız, bir ilaç, reçete ve çıkış…
Yönetilmesi, dahası alt edilmesi gereken bir zaman sorunumuz olduğu için hız, bir ilaç, reçete ve çıkış…
Biz
ana-babalar gençliğimizde hızlı mıydık? Evet, çok iş yapardık, çalışkandık, çabucak varırdık,
son derece enerjiktik ama hız kültürümüz bugünkü gibi değildi; ahh nerede o gençliğimiz?! Hayıflanırken, yan gözle de
yavaş, hımbıl, dağınık, kendini toplamayı beceremeyen çocuğumuza da bir bakış
atarız…
Çocuklarımız…
Onlar artık eski zamanların sevimli “küçük şeytan”ları değil.
Onlar artık eski zamanların sevimli “küçük şeytan”ları değil.
Geçmişte
ayakaltında dolaşan, varlığına kayıtsız kalınan, kendi halinde oynayan çocuklar
için zaman, mekân ve gelecek uçsuz bucaksızdı.
O zamanlar
çoğu anne-baba için çocuk, kendi halinde bir biçimde yetişirdi.
Saldım çayıra,
mevlam kayıra ifadesi tam da o dönemleri anlatmıyor mu?
Sokaklar
tekin, oyun için araziler bol, çevre güvenli, ortam temiz, insanlar az-çok anlayışlıydı. Sorsanız, eskiler eski zamanları böyle hatırlar.
Hemen her çocuğun oyuncağını kendisi yapabilecek becerileri olurdu; sokaktaki arkadaş, aynı zamanda bir öğrenme kaynağıydı.
Hemen her çocuğun oyuncağını kendisi yapabilecek becerileri olurdu; sokaktaki arkadaş, aynı zamanda bir öğrenme kaynağıydı.
Plastik
oyuncak daha keşfedilmemişti o zamanlar…
Eski
zamanlarda hayat çocuk için doğanın içinde, kendi mecrasında dingin biçimde
akar giderdi. Hayatın kendi ritmi hıza pek müsait değil gibiydi. Acele edene
pek iyi gözle bakılmazdı, acele işe şeytan karışırdı; “hele bir nefeslen şöyle, iş kaçmıyor ya!”
Sokaklar
çat kapı komşuluk ilişkileri için uygundu; mahalle öncelikle bir dayanışma
birimiydi. Evlerin önü otopark değil, üç-beş lafın belinin kırılacağı yerdi. ‘Bir mani yoksa akşam ev gezmelerine
gidilirdi.’
Televizyon
olmadığı için misafirlik yapılırdı; hayat gailesinden bahsedilirken, insanlar
birbirlerini yüzlerine bakarak, samimiyetle anlamaya çalışırlardı…
Komşuluk
çok uzun sürerdi, kimi yerlerde ölüme değin; öyle sık sık taşınma olmazdı, insan
alıştığı mahalleyi evi gibi beller, yabancı mekana göçmeyi akıl-sır
erdiremezdi.
Evler, üst
üste değil, yan yanaydı; dikey asosyallikler daha oluşmamıştı; yatay eşitlikçi
ilişkiler az-çok komşuları birbirine bağlardı.
Okul yürüme mesafesindeyken çocuklar derse koşarak gidebilirlerdi. Ama yetişme telaşı pek de olmazdı, çünkü etrafta ne trafik sıkışıklığı söz konusuydu ne de zaman baskısı...
Okul yürüme mesafesindeyken çocuklar derse koşarak gidebilirlerdi. Ama yetişme telaşı pek de olmazdı, çünkü etrafta ne trafik sıkışıklığı söz konusuydu ne de zaman baskısı...
Okula
servisle gitmek nedir bilinmezdi; müdüre, “çocuğumu
şu sınıfa veya öğretmene ver” demek ayıp kaçardı.
Öğretmen? O
da mahallenin bir tanıdığı, sanki çocukların annesi ve babası gibiydi. İnsanlar
öğretmene garip bir saygı duyarlardı…
***
Bu sözler gençlere
masal gibi gelebilir ama yaşı 50’nin üzerinde olanlar, mesela 1960’lı, hatta 1970’li
yıllarda bu ülkede hayatın böyle aktığına tanıklık edebildi.
1980’dan
sonra ise Türkiye hızla küresel kapitalizmin içine girdikçe şehirlerimiz ve
oralardaki hayatlar da hızla değişmeye başladı.
Vitrinler
ithal pahalı ürünlerle dolar, döviz hayatımıza bir yatırım aracı olarak girer,
marka tutkusu bizi esir alır, farklı TV kanalları arasında huzursuz biçimde “zap” yapmaya başlarken, bir “yaşam tarzı” sorunumuz ortaya çıktı.
Cebimiz biraz para görünce “life style”
gibi bir derdimiz belirdi; “konfor”un
peşine düşmeye başladık, modayı takip eder olduk, fikirlerimiz yerine
giyimimize odaklandık, başka dünyalardaki insanların sorunlarını anlamak yerine
oraları turistik mekan olarak görmeyi yeğledik…
Yaşam
değişiyordu, çocuklar için de…
Örneğin
sokaklarda artık oyun oynanamıyordu; oyun için araziler de ranta kurban gitmişti.
Yeşili bitiren beton, ekonomi istatistiklerinde alkışlanmaya başlamıştı.
Mahalle, site olmuştu.
Mahalle, site olmuştu.
Öyle bir
noktaya geldik ki, artık çocuklarımızın oyuncak yapabilecek ne becerileri var
ne de uygun malzemeleri. Sokakta oynanan oyunlar üzerinden gerçekleşen
sosyalleşme, yerini ekran ve internet üzerinden haberleşmelere dayalı
ilişkilere bıraktı.
Bir tür “elektronik çocuk” hükmünü sürmeye
başladı. Elektrikler kesildiğinde oyun oynayamaz, ödev yapamaz, hatta
sosyalleşemez bir çocuk figürü var önümüzde. Bu kablo bağlantılı ya da “kablosuz çocukluk” içinde çocuğun ne
inisiyatifi kaldı ne de özerkliği. Fakat çoğu anne-baba için çocuğun ileri
teknolojiyle kurduğu becerikli ilişki, ileri zekânın bir göstergesi olmaya
başladı.
Eskiden
asıl hedef, “hayırlı evlat” idi,
şimdi “başarılı çocuk”.
Hayırlı
evladın verdiği mesaj topluma yönelikti; başarılı çocuk ise kendine…
***
Şimdi çocuk artık bilimin yoğun bir inceleme
nesnesi.
Bilimin
verilerine göre çocuk yetiştirme işi 1950 sonrası yaygınlaşan bir trend oldu.
Ne için?
Elbette
sağlıklı ama daha çok da başarılı bir çocuk yetiştirme idealindeyiz.
Onların artık
en kısa sürede, en etkili, en başarılı sonuçları alıp yukarı doğru
tırmanmalarını istiyoruz.
Çocuğumuz,
bizim çıkabildiğimiz yerin daha yukarısına çıkabilmeli…
Zihniyet bu
şekilde değişince, okul da bir şeyler öğrenerek çocukluğun gönlünce yaşanacağı
bir mekân olmak yerine, her türlü başarı, hırs ve rekabetin ortamı haline
geldi.
En iyi
okulda, en kaliteli öğretmen tarafından, en modern öğretim materyalleri ile eğitilmesi
için bir dolu para harcıyoruz. Artık en iyi yatırım alanı eğitim; borsa, döviz,
değerli kağıt, hisse vb gibi.
Tek derdimiz,
çocuğumuzun başarılı olması, giderek yaşıtları arasında en başarılı olması. “En”ler asıl ilgimizi çeken kategori.
"Sonuncu" olmak büyük bir hayal kırıklığı, "en sonuncu" olmak ise bir kabus artık...
"Sonuncu" olmak büyük bir hayal kırıklığı, "en sonuncu" olmak ise bir kabus artık...
Anne-babalar
anne-baba olmaktan önce çocuğunun birer “antrenörü”,
“koçu”, “rehberi” veya “mentoru”
konumunda. Çocuğumuza bir balmumu gibi bakıyoruz; onu bildiğimiz gibi
yoğuracağız ya da uzmanların insafına terk edeceğiz.
Başarısını
da öncelikle maddi araçlarla ölçüyoruz; yüksek notlar, pekiyilerden oluşan
karneler, diplomalar ve çeşitli sertifikalarla. Bu uğurda anne-baba olarak
yaptığımız tek şey, çocuğumuzu tam kontrol altında tutmak.
Başarı için kontrol şart.
Hatta
programlı bir kontrol.
Çocuğumuzda
bir gerileme, yavaşlama veya tökezleme mi var?
Durumu
anlamak için hemen ya kitaplara bakıyor ya da uzmanlara koşuyoruz. Bilişsel
terapi aldırmak, antideprasan kullandırmak, uzman psikologlara götürmek… Yarışta
geri kalmasın diye çocuğumuzun çabucak iyileşmesi gerek. Bütün bunları bilinçli
bir şekilde yaparken, çocuğumuzun “bilinç”
düzeyinde kalması gerekiyor.
Çünkü
uygarlık, bilinç demek…
Kötü çocuk
yetiştiren anne-babaya ne diyoruz? Bilinçsiz.
Bilinci de bilgiyle eşitliyoruz...
Bilinci de bilgiyle eşitliyoruz...
***
Fakat psikanalist
Catherine Mathelin’in Freud’a Ne Yaptık da Çocuklarımız Böyle
Oldu? Ana Babalara Notlar adlı
kitabında dediği gibi, arzunun payı, yani bilinçdışının sırrı, insanları
kaygılandırmayı ve rahatsız etmeyi sürdürüyor.
Başta da çocukları.
Kafamızda
ideal bir model var. Çocuğumuz bu modelin içine girmeli, sığmıyorsa çabalamalı.
Çocuğumuzun içine gireceği bir çuval örüyoruz ama çuvalın ölçüsünü çocuğumuza
bakarak değil, kendi değerlerimize göre belirliyoruz.
Bu uğurda
ve süreçte onun pis, terbiyesiz ve hasta olmasına izin yok.
Sorunsuz,
dört başı mahmur, her şeyi tamam bir çocuk olmalı.
Kusursuz aile mitosu içinde kült çocuk modeli.
Dışarıya
verilen bir poz var, bir de evin içindeki gerçek resim. Güzel, sağlıklı ve
mutlu bir çocuk. Bu, bizim projemiz. Olamadığımız şeyi, çocuğumuz olsun
istiyoruz.
Çocuğundan
daha fazla strese giren, yarışan, programlanan veliler var.
Kendi
değersizliklerine çocuğunun başarısıyla değer katılsın istiyorlar. Kendi yavaş
ama çocuğu hızlı olsun istiyor. Ya da kendi hızlıysa, çocuk da hızlı olsun.
Öyle olunca da çoğu ana-babanın çocuğuna davranışı bir nesneye yönelik olduğu
gibi gerçekleşiyor. Bir yatırım nesnesi ama. Hem çocuğumuz kimlik ve kişilik
sahibi olsun istiyoruz hem de ona bir kişi değil, eşya gibi davranıyoruz. Bu
eşya acı vermesin, şiddete bulaşmasın, kimseye kin duymasın, hep başarılı olsun
derken onun sırtındaki yükleri artırdıkça artırıyoruz.
Peki,
taşıyabiliyor mu?
Ya da
çuvalın içine sığıyor mu?
***
Taşıyamadığı
veya sığamadığı açık. Son birkaç on yıldır psikiyatrik ve psikolojik vaka olan
çocuk sayısı artıyor. Obez çocuk oranı patlamış durumda. Fiziksel aktivite
eksikliği bir yana, çocuklar oyun diye ekran başında ayrılmıyorlar. Çoğu çocuk
ödev yapacağım, problem çözeceğim, sınava gireceğim diye spor yapamaz hale geldi.
Anadilini
bile kullanamayan çocuklar hemen her yerde. Kitapları zorla okuyorlar ama
ekransız yapamıyorlar. İhmal, istismar, taciz edilen çocuk sayısı da her geçen
yükseliyor.
Onları
okulda dört duvar arasında daha fazla, sürekli ve motive olmuş durumda tutmak
için yeni, kolay, esnek ve eğlenceli eğitim yöntem ve materyalleri bulmaya
çalışıyoruz.
Kimi
öğretmen palyaço kılığına bile giriyor, sırf öğrencileri sıkılmadan
öğrenebilsin diye.
Matematiği
müzik eşliğinde öğreten, Batman kılığında derse giren öğretmenler… Bakmayın siz “çocukerkil aile” veya “çocuk
merkezli pedagoji” laflarına; ana-balarını parmağında oynatan, evde gerçek
iktidar sahibi çocuk düşüncesi bir mittir. Yani gerçek değildir.
Çoğu ana-baba
çocuğuna sormadan onun gelecekte yürüyeceği yolu belirlemiştir bile. Bu yolda
pek az çocuk insiyatif kullanabilir. Ona özel davranırken bile, onun kendisi
için değil, biz kendimizi özel hissettiğimiz için öyle davranırız.
***
Geçmiş
elbette çocuk için mükemmel değildi; pek çok sorun vardı.
20.
yüzyıldan önce egemen aile modeli genelde gelenekseldi. Ya da paternalist. Ana-baba
çocuk üzerinde mutlak iktidar sahibiydi. Çocuktan beklenen saygı, itaat ve
hatta biat idi. Çocuğun kendi kimliği, istekleri, arzuları, inançları aile
içinde dağılır giderdi. Ana-babaya sadakat, çocuğun evlenmeye karar verdiğinde
seçeceği kıza veya oğlana değin uzanırdı.
Çocuk, ana-babasının
uzantısıydı sanki. Bu da çok doğal, çok normal görülürdü.
Bireyin
ortaya çıkması, Aydınlanma, Sanayi Devrimi, kentleşme, göç gibi süreçler insan
haklarını olduğu kadar çocuk haklarını da gündeme getirince çocukların birer
birey olduğu, saygı görmeleri ve çeşitli haklarının olması gerektiği genel
kabul görmeye başladı. Gelen çocuğun çağı mıydı?
Pek de
değil.
***
Neil
Postman, The Disappearance of Childhood adlı kitabında “çocukluğun
yok oluşu”ndan bahseder.
Biyolojik
değil, toplumsal-kültürel olarak yeniden üretilen o eski çocukluğun yerinde
yeller estiğini ileri sürer. Ariès gibi Postman da çocukluğun modern bir
kategori olduğunu söyler.
Matbaanın
yarattığı bir kategori.
Fakat
matbaa makinesi (tipgrafi) ile doğan, modern kitle iletişim araçları ile
serpilen çocukluk, elektronik iletişim araçlarıyla yok olma noktasına doğru gidiyor.
Tabii
burada Postman, çocukluğun yok oluşundan bahsederken bir fikrin ortadan
kalkmasını kast etmiş.
Artık
eskisi gibi, mesela Erasmus, Locke, Rousseau gibi çocukluk konusunda “felsefi” ahkâm kesen kimse pek
çıkmıyor ortaya. Aydınlanma döneminden itibaren çocuk üzerine söylenen
fikirlerde çocuğu daha çok anlama kaygısı ön planda idi.
Oysa
günümüzde çocuk, çocukluk devresi içinde aşırı bir formülasyona tabi tutulan
bir nesne gibi. Çocuklar uzmanlık bilgisine göre şekillendiriliyor. Bir uzmanın
tezgâhından geçmeyen çocuk yok gibi. Geçmişte çocukluk meselesi bir uygarlık tasarımı
çerçevesinde ele alındı.
Şimdilerde
ise çocukluk bütünüyle çocuğun maddi verimliliğine endekslenmiş durumda.
Çocuğunu bir mal, yatırım, değerli bir getiri nesnesi gibi gören anne-baba sayısı hiç de az değil.
Çocuğunu bir mal, yatırım, değerli bir getiri nesnesi gibi gören anne-baba sayısı hiç de az değil.
David Elkind
nereye gittiğimizi çok iyi anladı: “Acele
ettirilmiş çocuk”.
Aslında bu,
tümüyle yetişkinin çocuğu üzerinden haz ve hız arayışının bir yansıması. Geçmişte
yavaş olan ana-babalar, hızlı olabilme özlemlerini çocuklarına yüklemiş
durumdalar. Günümüzün çocuğu bir an evvel yürümeli, konuşmaya başlamalı, düzgün
cümle kurabilmeli, çabuk öğrenmeli, hızlıca başarıların üzerine konabilmeli.
Hız yoksa, ekmek de yok...
Hız yoksa, ekmek de yok...
***
Postman, “modern çocukluk paradigması”nın
aslında modern yetişkinlik paradigması olduğunu söylerken haklıdır.
Evet,
çocuklar tarla ve fabrika dışına çıkarılıp büyük ölçüde okula sokuldular.
Modern çocukluk okulla tanımlanmaya başlandı. Fakat Locke’un balmumu anlayışı
çok fazla ileri götürüldü. Bir yandan paternalizm yenilgiye uğratılırken, öte
yandan çocuk hakları genişledi ama çoğu zaman kâğıt üzerinde kaldı. Bu haklara
karşıt birçok mekanizma icat edildi.
Örneğin TV
veya benzeri medya; enformasyon paylaşımı ve eğlence biçimleri bakımından aynı
medyayı tüketen bir çocukluk üretildi. Postman’ın dediği gibi, çocuklar, TV’nin
gösterdiği her şeyi izlerler. Ama ekrana bağımlı kalarak. Ekrandaki görüntüler
hızlıca değişir, ardı sıra sökün eden birçok resim, çocuğun önüne hareketli bir
dünya çıkarır.
Fakat
ekrandan bir sürü resim, ses, görüntü, renk, imaj, olgu, olay hızla akarken
çocuk hareketsizleşir.
Ekran
temelli sosyalleşme çocuğu akranlarından, sokaktan ve hareketli bir yaşamdan
koparırken onu kendi için(d)e kazılan bir kuyuya atar. O yüzden gözler çabucak
bozulur, kilo alınıp obez olunur, geçmişte sadece yetişkinlikte rastlanan
birçok hastalık çocuğun kapısını çalar.
***
Biz
ana-babalar, çocuğumuzun yetişkinlerin yaşam tarzını taklit etmesini bir başarı
olarak görürüz. Öyle koşullandırılırız.
Çocuklarımız
yetişkin gibi veya kadar mantıklı olmalılar mesela.
Ya da hiç
pes etmeden mücadele etmeliler.
Çıkarları
nerede yatıyor, bilmeliler.
Çocuğu hep
öne çıksın, hep başarılı olsun, hep en önde bulunsun diyen ana-baba sayısı hiç
de az değil. Hız çağının temel normu son sürat bir hayatı gerektiriyor gibi.
Bir şeylere geç kalmamak, zamanında yetişmek kaygısı değil bu. Daha ziyade
çocuğu kendi otoritesi altında ezmek, ondan yetişkin hızını beklemek.
Ama yanlış.
Bir kere
çocuğun kendi dünyası tek bir hedefe kilitlenmeyi kabul etmez. Çocuğun kendine
özgü yavaş bir dünyası vardır, hayat orada sonsuza değin dingin bir şekilde
akacak gibi görünür ona.
Çocuğumuza
örnek olabiliriz ama kalıp olamayız.
O yavaş
dünyanın kendine ait değer ve kuralları vardır.
Her çocuk kendi
dünyasında kendinin hükümdarıdır.
Dengeli bir
ana-baba o dünyaya saygı gösterir ama dışarıdaki dünyanın kurallarını da
öğretmekten geri kalmaz.
Çocuk küçüktür,
dünya büyük…
Küçükten büyüğü bir anda algılamasını beklemek
gerçekçi değil. Mini-k dünya büyük standartları, geniş kalıpları, karmaşık
problemleri kaldıramaz.
***
Ama içinde
yaşadığımız dünya sadece büyük değil, hızlı, karmaşık ve acımasız da.
Kentsel
mekânlar hızla yoğunlaşır, yiyecekler doğallığını kaybeder, insan ilişkileri
daha sorunlu hale gelirken çocuklarımızın hemen buna uyum sağlayabilecek
kapasite geliştirmesini bekleyemeyiz.
Çocuk dostu
kentlerden daha sık bahseder olduk artık.
Çocuk, son
derece doğal bir varlık ama şehirlerimiz öyle değil.
Bir yandan
şehirler doğadan uzaklaşıp daha yapaylaşırken, öte yandan ilişkilerde doğallık
arayışımız en büyük hedef haline gelmekte.
Yetişkin
arzuları kendini gerçekleştirecek ortamı bulabilmek için hızla reçetelere
yöneliyor. Oysa çocuklar kendi saf ve doğal hayatlarında reçetelere değil, kendi
yaratıcılıklarına doğru koşarlar.
Çocuğa lazım olan, reçete değil, yaratıcılık.
Oyunlar
bunun birebir örneğidir. Fakat burada bile yaratıcılık günümüzde paketlenip
programlanmış durumda. Çocuğunun hangi oyunu, hangi oyuncakla, ne kadar, nasıl
ve hangi şartlarda oynaması gerektiğini düşünen ana- baba sayısı her geçen gün
artıyor. Ya da çocuğu ekranda oynarken, buna ilgi göstermeyen ana-babalar hiç
de az değil.
***
Geleneksel
hayatlar için hayatın ritmik temposu son derece doğaldı.
Uyku,
çalışma, yemek, ritüeller, kutlama, giyim, akraba-dost ziyareti gibi rutinlerin
kendi mantığı tekdüzeydi ama zengindi.
Akşam bir
sobanın etrafında, sıcak bir ortamda çaylarını yudumlarken sohbet eden ya da
radyoda bir piyes dinleyen aile efradı için zaman bir sonraki gün akşamdan
değil, o günün sabahında başlardı ancak.
Ertesi gün bir yerlere zamanında yetişmek, kapanış saatinden önce bankada fatura yatırmak vb; böyle şeyler pek bilinmezdi; tempo öyle çok yavaş değildi ama hız da bir norm haline gelmemişti.
Ertesi gün bir yerlere zamanında yetişmek, kapanış saatinden önce bankada fatura yatırmak vb; böyle şeyler pek bilinmezdi; tempo öyle çok yavaş değildi ama hız da bir norm haline gelmemişti.
Artık
zaman, bir hız konusu; onu yönetmemiz isteniyor, en akılcı biçimde; zaman bizim
için ya bir tuzak ya da iyi bir yatırım.
Bugün
zamanımızı bile yönetemez hale geldik; ana-babalarımız zamanı kendince
yaşarlardı, artık zaman yönetilmesi gereken bir meta.
Geçmişte
bir mani yoksa komşular birbirini ziyaret ederlerdi; kendiliğinden konuşmak her
türlü sıkıntının ilacıydı. Hiç kimse, “zamanınız
uygunsa, sizinle bir şey konuşabilir miyim?” diye sorma gereği duymazdı; en
azından mahalle ilişkilerinde.
İlacın
kendisi, mahalledeki kültürdü.
Şimdi hangi
sorunu nasıl çözeceğimizi mutlaka bir uzmanın reçetesine danışarak çözmek
zorunda kalıyoruz.
Derslerinde başarısız olan çocuğumuzu “anlamak” yerine, onu uzmana “anlatmayı” tercih ediyoruz.
Çocuğumuzun
duyguları pek de önemli değil, çünkü duyguları ölçemiyoruz.
Teknolojiye
göre üreteceğimiz çocuğumuzun akıllı, güzel ve sağlıklı olması, mutlu olmasından
daha önemli.
Kırılgan
bir küçüğün neye kırıldığını önemsememiz gerekir. Onları mutlu etmek,
görevimiz.
Kelimelerin
iyileştirici gücü de vardır, yıkıcı yanı da.
Çocuğun
sarsak dili, dalga geçilecek değil, anlaşılacak bir dildir.
Çocuğu
çocuk yapan özellikleri, yani dili, kişiliği, giyimi, tutumları vb. onun
yetişkinden farklı bir birey olduğunu anlatır.
Çevrenizi
izleyin; çoğu zaman çocukları üzerinde iktidar kurarak tek otoritenin kendileri
olduğuna inanan pek çok ana-baba görürsünüz. Elbette “şimdi sırası değil” bir kural, yetişkin yaşamına uyum
sağlayabilmek için sınırlar ve kısıtlamaları öğrenilmeli. Ama “şimdi sırası değil”in bir açıklaması
olmalıdır.
Unutulmamalı,
çocuk her sorusu için açıklama ister, bekler.
Çocuk, bir
kral olamaz ama yetişkinin tebaası da değildir.
Psikolog Winnicot, çocuk “ancak yetişkinin cesedini çiğneyerek büyüyebilir” demiş.
İyi de, dengeli bir sosyalleşme, kültürel sürekliliği gerektirir.
Çocuğumuzu
eğer geleceğe göndereceğimiz bir mesaj olarak kaleme alacaksak, metni birlikte
yazmak en iyisi.
Her metin, bir yorumdur.
Çocuk, net
bir cevap değil, bir yorumdur; zengin bir yorum.
İnsan
doğası her dönem aynı olabilir ama kültür sürekli değişir.
Çağımızın
kültürleri çocuktan artık daha çabuk, erken ve etkili biçimde olgunlaşmasını
talep ediyor.
Okulda
geçirilen uzun ders saatlerinde onlardan bir yığın bilgi, değer ve beceriyi
öğrenmesini bekliyoruz. Çocuk pek çok dersi iyi öğrenmeli ama çocuğumuzun bunca
birbirinden farklı dersi, bilgiyi, formülü, denklemi, değeri nasıl
öğrenebileceğini, o kapasitesiyle bununla nasıl başa çıkabileceğini bir türlü
sormayız kendimize.
Yine bir
yığın sosyal kuralı içselleştirmeleri gerekiyor. Bu da onların erkenden
olgunlaşmalarını beraberinde getiriyor. Ama sorunlu bir olgunlaşma.
Olmadan, olgunlaşma...
Olmadan, olgunlaşma...
Ama bu hız,
aslında çocuğu çabuk yoruyor, farkında değiliz.
Ana-babanın
yoğun çalışma saatleri, birlikte daha az zamanın geçirilmesi, eşler arası
anlaşmazlıklar, artan boşanma oranları, psikolojik tedaviler, antidepresanlar,
alkol ve madde kullanımı gibi bir dolu sorun çocuklarımızı mutsuz ediyor.
Çocuğumuzun
okul çantasında sadece kitaplar-defterler yok, biz yetişkinlerin ürettiği
mutsuzluklar da var.
Psikiyatrist
Catherine Mathelin’in dediği gibi,
bütün bu süreçte çocuklarımız minyatür yetişkinlere dönüşüyor ve fakat
ana-babalar çocuklaşıyor.
“İçimizdeki çocuk” klişesinde dile getirilen
tam da ana-babaların çocuklaşması. Bunun sonucunda da uzman, rehber, koç veya
mentorun yanında, terapistin muayenehanesinde harcanan onca para ve zaman,
içimizdeki çocuğu değil, yetişkinin yanlışlığını ortaya çıkarıyor.
***
Yavaşlık,
ille de yavaş olmak değildir.
Aksine, her
daim acele etmemek, iki ayağını bir pabuca sokmamak demektir.
Durup
düşünmek, bir nefes almak, hayatın dingin ritmini hissedebilmektir.
İyi bir
ana-baba çocuğuyla bir filozof gibi konuşamaz, konuşmamalı da.
Ama çocuğun
saf dünyasını anlamak için onun sözlerine saygıyla, ciddiyetle eğilmek gerekir.
Sıklıkla görülen, çocuğun komik bulunan her şeyiyle dalga geçmektir. Bu durum
çocuğun sağlıklı bir kişilik geliştirmesini, yetişkinlere güvenmesini engeller.
Çocuğunuzu tam da çocukluk dünyasının içine yerleştirmeniz gereklidir. O
dünyanın nasıl bir şey olduğunu kitaplardan değil, bilakis çocuklarınızla içine
geçireceğiniz zaman ve mekanda öğrenebilirsiniz.
Çocuğumuzun
hızlı koşmasına gerek yok; koşması yeterli. Ama kendi hızında, kendi istediği
zaman ve mekanda…
Aşırı hız, haddinden fazla yavaşlığa neden olabilir.
Aşırı hız, haddinden fazla yavaşlığa neden olabilir.
Yorumlar
Yorum Gönder