Bir eğitim sistemini iyi yapan nedir?
Örneğin iyi dediğimiz Finlandiya veya Singapur eğitim
sistemlerini diğerlerinden farklı kılan nedir? Neden bazı ülkeler eğitimde
yüksek skorlar yaparlarken bizim gibi ülkelerin öğrencileri tel tel dökülür?
Neden yetiştir(eme)diğimiz insanlar yolsuzluk yapıyor,
çalıyor, çevreyi kirletiyor, şehirleri betonlaştırıyor, yeşil alanları
mahvediyor, tarımsal ürünlere bol bol ilaç sıkıyor, ensest ilişkiye giriyor, hormonlu
gıda üretiyor, vergi kaçırıyor, hukuku askıya alıyor, politikayı
çirkefleştiriyor, her gün yalan söylüyor, yolsuzluk yapıyorlar?
***
-------------------Niye “düzgün”
insan yetiştiremiyoruz?----------------------------
Bu soru aklımıza önce “iyi”
ile “imkânlar” arasındaki ilişkiyi
getirir.
Güzel okul binaları, modern eğitim materyalleri, yüksek
öğretmen kalitesi, verimli geçen dersler, yaratıcı pedagojik aktiviteler, az
ödev, kısa ders saatleri, pratik uygulamalar, ayrımcı olmayan bir öğretim
sistemi, etik değerlere dayalı dersler…
Listeyi uzatmak mümkün.
Bütün bu maddi imkânlara eşlik eden bir de “zihniyet” dediğimiz bir boyut var. Youtube’da
videoları açıp herhangi bir Finlandiya veya Singapur okulunu ziyaret edin; okul
ortamlarını dikkatle izleyin. Ne görüyorsunuz? Gözünüze ilk çarpan şey nedir?
Finlandiya okullarında ilk dikkati çeken şey, gülen yüzler,
işini ciddiye alan aktörler, yoğun bir pedagojik etkileşim, temiz okul ortamı
ve “güven”. İşini ciddiye alan
öğrenciler, gayretli personel, birbirinden öğrenmeye çalışan herkes…
Pırıl pırıl okul ortamları…
***
------------------Öncelikle, iyi eğitim, “kaliteli eğitim” değildir------------------
Zira piyasadaki anlamıyla kalite, çıkarcı, hesapçı, aşırı
rasyonel şeyleri çağrıştırır. Ne için kalite? Piyasadaki meslekler, işler,
beklentiler, görevler için değil mi? Bir Boğaziçi mezunu kaliteli bir insandır
ama bir hamal kaliteli değildir?
Öyle mi?
Evet, kaliteli mal gibi kaliteli insanın da olduğu iddia
edilir. Peki, insan kalitesini nasıl ölçeceğiz? Yüksek kalite ölçekleri bizi
iyi yapar mı? Ultra-modern bir okul binasının içindeki eğitim iyi midir?
Finlandiya’daki okul imkânlarının fazlası ABD’de var ama ABD, PISA’da sonlara
doğru yer alıyor.
Çok akıllı, prestjli bir okulda okumuş, mesleğinde başarılı,
çok para kazanan, güç ve otorite sahibi bir insanın kaliteli biri olduğunu
varsayarız. Toplum ve devletler kalitenin ölçüsünü çok da kolay ortaya koyarlar.
Kaliteyi rahatlıkla ölçebildiğimizi iddia edebiliriz.
Ama ya iyi?
İyinin ölçüsü nedir?
Basit bir örnek: Sadaka dilenen bir çocuğa para verdiğimizde,
ona iyilik mi yapmış oluruz yoksa kötülük mü? Kimine göre, para verdiğimizde o
çocuğu dilenci olarak kodlar, sokaklardan kurtulamamasına neden olabiliriz.
Kimine göre de, o çocuğa sadaka verdiğimizde, çocuk belki de gidip o parayla
karnını doyurur veya okul masraflarını karşılar. Sadaka iyi midir yoksa kötü
müdür?
***
O halde,
kaliteli bir okul,
uzman öğretmen,
donanımlı bir laboratuvar,
pedagojik materyaller,
lüks bir okul mimarisi,
giriş sınavlarında “üstün
başarı”yı garantilese bile, iyi eğitim için yeterli değildir.
***
----------------------------------“İyi”de “bilge” bir şey vardır-----------------------------------
Maddi olan şeylerle onu sınırlamak pek mümkün değil. Bilge
bir eğitim sisteminde çocuk, öğretmeni üzerinden piyasaya değil, topluma
bağlanır; bireyci değil, dayanışmacı olur;
yaptığı deney,
bulduğu icat,
ürettiği proje,
tasarladığı plan,
formüle ettiği bilgi
ile evrensel bir bilgelik için kendini hazırlar.
İyi eğitim, çocuğu zaman ve mekânda sınırlı bir “öğrenci” (student) değil, sınırsızlık insanlık
için her güzel şeyi “öğrenen”
(learner) biri yapar.
Öğrenci, ezberci, dikteci, otoriter
eğiticinin basit bir nesnesidir; neyi, ne zaman, hangi sürede ve ne için
öğreneceğine yukarıdan karar verilen biridir öğrenci.
Öğrenen, yaratıcı, özgür-özerk, demokratik
öğretmenin partneridir; birlikte öğrenir, birbirlerine öğretirler; ast-üst
ilişkisi yoktur aralarında; bu interaktif ilişkide öğrenme, öğrenenin
problemleri, kimlik ve kişiliği, ihtiyaçları üzerine kurulan
demokratik-yaratıcı bir deneyimdir.
***
“Kaliteli eğitim”in hedefi, hep “bir şey için”dir; okul, not, diploma, meslek, iş, yüksek gelir,
lüks hayat, ün, popülarite vb.
Bu, aslında tipik bir yabancılaşmadır. Çünkü öğrenciyi
üretmez, tüketir. Bir düşünün, çoğu öğrenci mezun olunca defter ve kitaplarını
yırtar atar; bir hatıra olarak kendine saklamaz; karneleri “başarılı” ise
saklar, değilse bir kenara fırlatır.
***
Eğitimle kendimizi mutlu kılmak yerine hep bir şey için, daha
çok da maddi beklentiler için çalışır dururuz. Aslında okul yıllarımız,
eğitimle değil, öğretimle geçer. Yani derslerle. Bütün değer, beklenti, inanç,
eğilim, umut, yönelim, plan, tasarı ve amaçlarımızı derslere göre kodlarız.
Dersle yatar, dersle kalkarız.
Çalışma masamızdaki her şey derslerle ilgilidir: defter, ders
kitabı, kalem, silgi, pergel, cetvel, hesap makinesi, abaküs vb.
Oysa yıllar sonra, bir ders kitabı veya defterimizin arasına
okul sıralarındayken sıkıştırdığımız sonbahardan kalan bir ağaç yaprağı,
sararmış bir fotoğraf veya anı defterine arkadaşlarımızın yazdığı güzel şeyler
bizi daha fazla etkiler, mutlu kılar. Defterin kendisi öğretimdir ama içine yazılan
güzel şeyler eğitimdir; bizi daha insancıl yapar bu özel şeyler.
***
O yüzden “öğretim”
(teaching), pasif bir şekilde bizi bilgi-otoritelerinden “girdi” almaya iter; çünkü sistem bizi “çıktı” olarak kodlayacaktır mezun olduğumuzda. Robert Kolej’in çıktısı (mezunu) ile Çemişgezek Lisesi’nin çıktısı (mezunu)
ayrı “değer” görecektir piyasalarda.
İlkini kaliteli şirketlerin tepelerine, devletin yukarına çıkarırız, diğerini
de fabrika, tarla veya kamu hizmetlerine göndeririz.
Bir okul numaramız
vardır mesela; o numara ile sistem içinde bir nicelikiz, yani sayı; çeşitli
ölçme-değerlendirme işlemlerine tabi tutuluruz, üzerimizden istatistikler
yapılır, devletin kalkınma hedeflerinde tutulan çetelelerin konusu oluruz,
akademisyenler için bir araştırma nesnesiyiz ancak…
“Kaliteli mezun” yani “kaliteli çıktı”: Herkesin siz öğrencilerden beklediği bu değil mi?
Çocuğumuzun Robert
Kolej’i kazanmasını neden isteriz? İyi bir insan olması için mi yoksa
oradan doğrudan Boğaziçi Üniversitesine
veya ABD’deki bir prestijli üniversiteye gitmesini sağlamak için mi?
Boğaziçi’nden mezun olmak bizi otomatikman iyi bir insan yapar mı?
---------------------------------------Bu soru çok mu naif?--------------------------------------
***
Yaşadığım dünyanın farkında değil miyim? Hangi çağda mı
yaşıyorum? Ben neden mi bahsediyorum? Aklımı peynir-ekmekle mi yedim? Çok mu
hayalciyim? Enayi miyim?
Devam edelim: Çocuğu Robert Kolej’i veya Boğaziçi’ni kazanan
anne-babalarda garip bir rahatlama, mutluluk ve özgüven hissedilir. Çocuk, bir
yere girmiştir, çıtayı aşmıştır, başarmıştır, şeytanın bacağını kırmıştır;
artık önü açıktır, kendini kurtarmıştır, köşeyi dönmüştür, nihayet paranın
dibine vuracaktır…
Ama girdiği yerde kendini bulabilecek midir?
Bir naif soru daha!
***
Pek çok şey gibi aldığımız eğitim de bizi kendimize, dünyaya,
çevremize yabancılaştırıyor. Kaliteli denilen bir okula kapağı atmak, yüksek
not almak, prestijli bir meslek edinmek, bol kazançlı bir işe girebilmek için
pek çok şeyden vazgeçiyoruz. Ortaya çıkarılmamış yeteneklerimizden, pratiğe
aktarılamayan potansiyelimizden, daha başarılı olabileceğimiz mesleklerden
bihaber dirsek çürütüyoruz okul sıralarında. Yıllarca. Pek çok şeyden
vazgeçerek.
En güzel yıllarımız tek bir hedef uğruna mahvoluyor.
Eğitim için girdiğimiz okullardan genellikle yamularak
çıkıyouz.
Maddiyatçı okul yıllarında nice “başarısızlıklar”, nice “hayal
kırıklıkları”, nice “hayıflanmalar”
yaşanır değil mi?
Atipik, patolojik, asosyal, kavgacı, okulu asan, tuvalette
sigara içen, hatta uyuşturucu kullanan, arkadaşlarına şiddet gösteren, kayıtsız
vb öğrencilere okul içinde sunabildiğimiz tek hizmet, rehberlik-danışma…
“Dayanışma” değil “danışma”…
2000 öğrenciye 2 rehber öğretmen… Nesne olarak kodlanan bir öğrenci gidip yarım
saatlik bir danışma ile hangi sorununu çözecektir rehber öğretmenin odasında!?
***
Catherine Mathelin şu ilginç başlıklı kitabında sorar: “Freud’a Ne yaptık da Çocuklarımız Böyle
Oldu?”
Bu kitapta anne-babalara notlar vardır. Otorite ve zorbalık,
kıskançlık, boşanma, üvey anne-babalar, tek başına çocuk büyütmenin sorunları,
erken ergenlik, önemsenmeyen önemli yanlışlar ortasında anne-babalar, bu
sorunların nedenlerini anlamak yerine, “mükemmellik
ideolojisi”ne sığınıp eksiksiz çocuk yetiştirmeye çalışıyorlar.
Bu uğurda önüne gelen “uzman”dan
tavsiye alıyorlar (Freud hiçbir şekilde hastalarına tavsiyede bulunmadı);
psikanaliz ile pedagojiyi birbirine karıştırıyorlar.
Davranışçı ya da bilişsel terapilere, antidepresanlara
sığınmak kadar rahatlatıcı oluyor; hızla çocukların bağımlılık tehlikesine
girmeden iyileşmelerine çalışılıyor. Bu süreçte çocuğun pis, hasta ya da terbiyesiz olmasına asla izin
verilmez.
Bilhassa üst-orta sınıf isterik ve öfkeli anne-babalarda
korkunç bir “hijyen ideolojisi”
gelişir…
Şöyle: Benim çocuğum nasıl olur da, o pislerin (fakir, Kürt,
Suriyeli, roman, köylü, engelli vb çocukların) içinde okur?
Kamu okullarında bile bu isterik veliler, okul
yönetimlerinden çocukları için “özel
sınıf”lar oluşturulmasını neden istiyorlar acaba?
Bu “özel”
talepteki ayrımcı, ırkçı, dışlayıcı düşünceyi fark ediyor musunuz?
***
Şöyle bir
Youtube’a girin; Finlandiya’nın “mucizeler”
yaratan eğitim sistemini anlamaya çalışan, sorgulayan, genellikle öve öve
bitiremeyen yüzlerce video ile karşılaşırsınız. Bunlardan birinde Harvard’lı bir
pedagoji profesörü yola düşer ama öncesinde kafasındaki soru şudur: Finlandiya
nasıl başardı? ABD olarak biz bundan hangi dersleri çıkarabiliriz? Finlandiya’yı
ziyaret eden profesör, sadece yetkililer ile konuşup okulları gözlemlemekle
kalmaz, bir ailenin evine de konuk olur; o evde yaşayan öğretmen anne ile iki
öğrenci kızı ile konuşur.
Bu programda profesör bir dolu çıkarım yapar; önemli, anlamlı
ve verimli çıkarımlar.
***
Finlandiya eğitim sisteminin artılarını ya da özel yönlerini biliyoruz:
nitelikli öğretmen
yetiştirme sistemi,
çocukların ihtiyaçlarına göre tasarlanmış okul mimarisi,
ücretsiz kamusal
eğitim,
bedava sıcak yemek,
standartlaştırılmış test sınavları yerine yaratıcılığı ölçen değerlendirmeler,
rekabet ve yarışmanın
olmaması,
çok az ev ödevi,
merkezi bir müfredat sistemi yerine “core” (çekirdek) bir müfredat ile özerk ve özgür bırakılan öğretmenler…
Liste çok uzun.
Fakat dikkati çeken bir şey var bu ülke eğitim sisteminde: “Güven”
***
Finlandiya’da öğretmenler, devlet, öğrenci ve velilerin
kendilerine güvendiğini üzerine basa basa söylerler.
Neden?
Nelerine güvenilir öğretmenlerin?
Devlet ve sistem açısından güvenin anlamı şu: Sevgili
öğretmenim, ben seni çok zor bir sınavla seçtim, öğretmen yetiştiren fakültemde
eğittim, sana yeterince materyal verdim. Şimdi sıra sende; sana güveniyorum. O
yüzden, acaba işini doğru mu, yoksa yanlış mı yapıyorsun diye seni
denetlemeyeceğim, ölçmeyeceğim, sana not vermeyeceğim, seni “eksik” olarak kodlamayacağım. İşini
kaybetmene neden olacak ayrımcı, dışlayıcı ve otoriter bir tutum
takınmayacağım. İşini en iyi şekilde yapabilmen için her türlü önlemi alıp en
modern imkânları sana tanıyacağım.
Kısaca, tepende demoklesin kılıcı gibi durmayacağım.
O halde: Bırakın “öğrenci merkezli eğitim”
sistemini; her şey öğretmende başlıyor, öğretmende bitiyor. Gemiyi yürüten
kaptandır; direksiyon yoksa arabanın nereye gideceği kestirilemez.
İyi öğretmen= iyi
eğitim.
Temel formül budur.
Ama o iyi öğretmenin ardında iyi devlet, iyi eğitim sistemi,
iyi çevre, kısaca birbirlerine güvenen insanlar vardır. Güven, hayatı
kolaylaştırır. Güven, en güçlü sermayedir. Kolay kazanılmaz ama kazanıldı mı da
kolay ve çabuk uçup gitmez.
Türkiye’de kimse kimseye güvenmez; herkes birbirinin çukurunu
kazmakla meşgul olur, açığını bulmaya çalışır, punduna getirip yapıştırmayı
akılcı sanır; kindarız, pazarlıkçıyız, şiddete taparız, kadını bir mal gibi
görürüz, çocuğumuz bizim projemizdir, bir ton hurafeyi gerekli bilgi diye
yuttururuz...
İlkokulda öğretmene “bakıcı”
muamelesi yaparız. Huyunu, tipini, tarzını, ideolojisini, ders anlatma biçimini
beğenmediğimiz öğretmeni hemen MEB’e gammazlarız, şikayet etmek için olağanüstü
bir gayret içine gireriz ama bir kez olsun, çocuğumuzun öğretmeni ile aklı başında
bir şekilde konuşmaya yeltenmeyiz.
Biz niye böyleyiz?
Buradan nasıl kurtuluruz?
***
Ekleyelim: Finlandiyalı öğretmenler birbirlerinden öğreniyorlar, kendi
aralarında yoğun bir iletişim halindeler, sorunlu her öğrenci için yoğun
toplantılar yapıyorlar ve kimsenin geride kalmasına izin vermiyorlar; en iyi,
daha iyi nasıl eğitirim diye düşünüp duruyorlar. Güven varsa, dayanışma ve
işbirliği kolaylaşıyor.
***
Ortalama bir Finlandiya okulunda bir başka önemli şey daha
var: Okul içinde
hemen herkesin mutluluğu. Ya da şöyle diyelim: Tüm eğitim bileşenlerinde alışılmadık
bir rahatlık hali var; dingin, kaygısız, geniş, huzurlu bir eğitim ortamı veya hava…
Öğretmende(n) korku yok, kopya çekmeye ihtiyaç duymuyor öğrenci, herkeste ve
herkes için saygı temel kural, birbirinin açığını bulup suratına yapıştırmak
yerine herkes birbirinin eksiğini kapatmaya çalışıyor.
Ama öncelikle her öğretmen ve öğrenci, işini kendi yapıyor,
kimseye yük olmadan.
***
-----------------------Peki, “iyi eğitim”in temel ilkesi ne olmalı?------------------
Rousseau: Uygarlığın insanı yozlaştırdığını,
haliyle iyi eğitimin doğaya yakın, doğal
olması gerektiğini ileri sürdü…
Kant: İyi eğitimi yoğun bir entelektüel eğitim olarak kodladı…
Durkheim: İyi eğitim için okulun, toplumun
bir minyatürü olması gerektiğini
ileri sürdü.
Biri doğayı, diğeri entelektüelliği, öteki de
toplumu
baz alalım dedi. (Peki, bizim ülkede baz alınan nedir?)
Bu filozof veya sosyal bilimciler gibi pek çok batılı ve
doğulu bilge, çeşitli çözümler önerdiler.
Bugün Batılı ülkelerde, mevcut eğitim sistemini beğenmeyip
kurulan pek çok alternatif okul var: Özgür
Okul, Ev okulu, Waldorf Okulu, Montessori yöntemini uygulayan okullar, ekolojik
okullar, orman pedagojisi uygulayan programlar, demokratik okullar…
Bunlar
değerli deneyimler olmakla birlikte, bir kısmı sorunlu sistemle bütünleşmiş,
piyasalaşmış durumda; buralarda okuyabilmek için bir ton para harcamak lazım. Çoğu,
bizim gibi ülkelere isim hakkını utanmadan satıyor.
Parayla satın alınan eğitimin nesi alternatif, neye
alternatif, hangi yönüyle alternatif?
***
Ama yine de bu deneyimler yabana atılamaz; aslında bunların
ideal bir karışımı Finlandiya’da var. Bu ülkede, PISA direktörünün de dediği
gibi, deneylerin sonuçları değil, deneyin nasıl yapılacağı öğretiliyor. Moda
deyimle, nasıl öğrenilebileceği öğretiliyor. Ezber yok; önce anlama var, sonra
yaratıcılık ve üretim. Ama öğretmen ne kenarda, ne oyun dışı ne de sembolik bir
konumda; aksine, tam da merkezde.
Orada öğretmen, ne mentor, ne koç ne de rehber.
Öğretmen öğretebilmek için ne dersi kolaylaştırıyor, ne
palyaço kılığına giriyor ne de fanstatik yöntemler uyguluyor.
Sıkı eğitim, hayatı kolaylaştırır.
Öğrenciler, pedagojik bir halka ise, öğretmen o halkanın bir
bileşeni ama en sağlam bileşeni; o yoksa, halka veya zincir kopar.
***
Peki, Türkiye’de durum ne?
Öncelikle, ne devlet öğretmenine güveniyor ne de öğretmen
devlete; öğretmen ile veliler arasındaki ilişki çok yakın ve üretken değil.
Öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişki çok hesapçı, çirkin ve terbiyesizce. Daha
yakın zamanda medyaya yansımadı mı? Öğrenciler sosyal medyada, “ey öğretmen, işte performans sistemi
geldi, şimdi sıra bizde, bizden not istemeye gelme!” diye yazmadılar mı?
Bizde öğretmen ile öğrenci arasındaki ilişki, yabancılaşmış bir
ilişkidir. Bakmayın öğrencinin öğretmenin önünde önünü iliklediğine; asıl arka
tarafta, beri yanda, gizli bölgelerde neler olduğuna bakın.
Bunun sorumlusu ne öğretmendir ne de öğrenci.
Bu ilişki, iyi insan olmak üzerine değil, not üzerine
kuruludur; giriş sınavlarına en iyi şekilde hazırlama üzerine kuruludur, öğretmenin
öğrencilerini giriş sınavlarına hangi “kaliteli” okullara soktuğu üzerine
kuruludur.
Bir okul düşünün-----kimi dersler boş geçer, eğitim diye giriş sınavlarında
sorulacak problemleri en kolay, kestirmeden çözecek yol ve formüller öğretilir,
bütün sistem sınavlar üzerine kurulur, eğitim diye sadece “öğretim” yapılır, yani derse girilir, dersten çıkılır, yine derse
girilir…
Ama yaşanan problemlerden hiç ders alınmaz…
***
Bir ilahiyatçı profesörün dediği gibi; günümüz Türkiye’sinde
idare veya otoritenin üçayağı var: Masa
(yönetim), kasa (para), nisa (cinsellik).
Masa, kasa, nisa…
Bütün insani faaliyetler buraya doğru, eğitim de. Bu üç
alandaki performansımız da iyilik değil, kötülük saçıyor. Çocuklarımıza okul
kuruyoruz, içinde eğitim yok. Müfredat hazırlıyoruz, içinde gerçek ihtiyaçlar
yok. Ders kitapları dağıtıyoruz, içinde güzellikler yok.
Öğrencilerimize güvenmediğimiz için, hala kopya çekiyorlar.
Kopya çekmeyen öğrenci neredeyse yok gibi. 1982’den bu yana zorunlu olarak
okutulan “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersine
rağmen muazzam bir ahlaksızlık değil midir kopya çekmek?
Kopya: Çalışan öğrencilerin emeklerine saygısızlık.
Oysa çocuklarımıza güvensek, onlara hayatın ne için yaşanması
gerektiğini öğretsek, belki de kopyaya yönelmeyecekler. Fakat bu girdilerden
istediğimiz çıktıları elde etmek için onları sürekli kontrol ediyoruz,
sınırlıyoruz, ölçüyoruz.
İyilik değil, kaliteyi yakalamak adına.
Öyle olunca da, ya PISA’da “başarısız” dediğimiz sonuçlar alıyoruz ya da “işsiz” mezunlar üretiyoruz. En kötüsü, çocuklarımızı okullarımızda
çarkın basit bir dişlisine çeviriyoruz.
Sonuçta da, ortaya çıkan sonuca bakıp şaşırıyoruz.
Şaşırmamıza şaşırmamız gerekirken…
Ama öncesinde, kurduğumuz sistemin işe yaramadığını unutup,
sistemin kurbanı olan çocuklarımızı suçluyoruz.
Peki, ne yapıyoruz da çocuklarımız “başarısız” oluyor?
***
Çocuklarımıza güvenmiyoruz ya da çocuklarımızın sadece ya
zekasına ya problem çözme becerisine veya sınav kazanma potansiyeline
güveniyoruz.
Ama kendilerine, sırf kendileri oldukları, olması gerektiği
için güvenmiyoruz. Onlara hata yapma
hakkı tanımıyoruz; sadece sınavlardaki başarılarına veya başarısızlıklarına
göre ölçüyoruz; kişilik-kimliklerini ezmeyi eğitim sanıyoruz.
***
Özetle: İyi eğitim
İlkelere dayanır.
En önemli ilke, öncelikle savaşsız, sömürüsüz, ayrımsız,
ayrıcalıksız, insanca bir dünya için eğitmek yolunda çocuğa, potansiyeline,
olası yeteneklerine, yaratıcılığına, kimliğine ve kişiliğine güvenmek ve saygı
duymaktır.
İyi eğitim, öncelikle güven üzerine kuruludur.
Güvendiğiniz dağlara kar yağmaz; yeter ki güveninizi imkân,
etik ve bilgelikle harmanlayın.
Yorumlar
Yorum Gönder