Bilimsel Alanda Radikal Değişim- Kamu Yararından Şirket Çıkarına [1]



Kemal İnal[2]


Giriş

Kapitalizmin ve kapitalist ülkelerin 1973 petrol krizinin ardından “refah devleti” politikalarını terk etmesiyle sonuçlanacak olan yeni bir yapısal dönüşüme girmesiyle birlikte hemen tüm kurumsal yapı yeniden neoliberal kapitalizmin gereklerine göre düzenlenirken bundan eğitim ve okulların etkilenmemesi söz konusu olamazdı. Dönüşüm veya radikal kırılma, kapitalizmin krizine ve yeni türden bir sermaye birikimine yanıt olarak, “toplumsal”, “ortak yarar”, “kamusal çıkar” gibi kavramları ve gerçeklikleri arka plana iterken, daha doğrusu piyasa ve devletin gözünde itibarsızlaştırırken, başka kavram ve gerçeklikleri (“bireysel”, “tekil yarar”, “şirket çıkarı”) ön plana çıkardı. Nitekim kurumlardan, bu bölümün ana konusu olan bilimsel alan ve üniversitelerden beklenen şey, halkın ortak yararı veya kamusal çıkarlar adına iş görmesi, araştırma yapması ve çözümler üretmesi, önermesi değil ve fakat piyasadaki şirketlerin öncelikli taleplerine yanıt vermesi oldu. Böylece bir zamanlar yüksek idealler (insanlık, toplum çıkarı vs.) için yapılan bilim ve kurulan üniversitelerden, toplumsal değil ekonomik bir aktör (girişimci) olmaları beklentisi, basit bir kurumsal değişimden ziyade topyekün bir yapı ve iklim değişikliğine yol açtı. Günümüzde bilim ve üniversiteler, “soyut” veya “işe yaramaz” idealler yerine pragmatik felsefe doğrultusunda işlerlik bekleyen bir zihniyet iklimi, kamu yararına olan ne varsa önemsizleştirirken, kendini piyasanın şirketler dünyasında buldu. Bu bölümde önce bu radikal dönüşüm veya kırılmanın kavramsal çerçevesi çizilecek, ardından da Türkiye’de bu sürecin bilim ve üniversitelerde ne tür sonuçlara yol açtığı tartışılacaktır.



Kavramsal çerçeve: Devlet ve Kamu arasındaki İlişki

Kamu veya kamusal (public) kavramları genellikle devlet ile birlikte ele alınır, hatta devlet ile aynı şey olarak addedilir. Oysa devlet, ille de kamu ile kamusalın zorunlu bir varlık nedeni olmayabilir; her ne kadar kamuya seslenen politikaların aracı olarak görülse de.  Zira burada devletin niteliği, bu ilişkiyi kökten belirler. Mesela kapitalist çıkarlara hizmet eden bir devlet, sosyal değil, bireyci nitelik, yapı ve düşünceler için politika oluşturup uygulayabilir. Devlet gibi zor ve rıza aygıtlarına dayalı olmayan çeşitli toplumsal örgüt ve örgütlenmeler (çeşitli alanlardaki sivil toplum örgütleri, sendika gibi hak arama örgütleri, tabandan örgütlenme ve doğrudan demokrasi uygulamaları vs.) pekâlâ kamu ve kamusal denilen alanı yaratabilir ve onun adına iş görebilir, hak talep edebilir ve onu temsil edebilir. Bu bakımdan kamu ve kamusal ile demokrasi arasında doğrudan bir bağlantı vardır. En geniş toplumsal birlik olan halkın çıkarlarının “kamusal çıkar”, “kamusal fayda” gibi adlar altında ifade edilmesi, kamu ile demokrasi arasında bir ilişkiyi ön gerektirir. Halk, kendi örgütleri (siyasal parti, dernek, vakıf, birlik, inisiyatif, ağ örgütlenmesi vs.) ile kendi çıkarlarını takip etme sürecine girdiği andan itibaren kendisi (kamu) adına bir politika oluşturur ve demokrasiyi kendi eylem ve çıkarları için talep eder. Halkın halk için yönetiminin ve kamu adına çıkarlarının çeşitli örgütlerce talep edilmesi, öncelikle devleti ve politikalarını bir mücadele alanı haline getirir. Zira halkın kamusal çıkarlarının takip edilmesi ve yerine getirilmesi, kapitalizmde burjuvazinin bir yönetim aygıtı olan devleti hedef tahtasına oturtur. Burjuvazi devleti kendi tikel çıkarları için öncelikle siyasal ve hukuksal alanlarda örgütlemeye kalkarken, halkın temsilcisi olan özne ve yapılar ise kendi çıkarları adına devleti politikasını değiştirmeye doğru itebilir, zorlayabilir.



Öte yandan, kapsam ve örgütlenme bakımından kamu ile devlet arasında ciddi bir fark vardır. Devlet, daha formel/resmi bir örgütü ve örgütlenmeyi ifade ederken kamu, halk nezdinde, kendi geniş çıkarlarının peşindeki çeşitli yapı ve öznelerin informel yönelimini ve genişliğini gösterir. Kamu, halk adına toplumsal bir çoğunluğu, tekil yapılar (şirket, girişimci vs.) ise bu çoğunluğa karşı demografik bir azınlığı teşkil eder. Kamu ve kamusal alana söz konusu olan politika, örgütlenme, mekân, hak kullanımı, demokrasi gibi şeylerden bahsederken, burada kamuyu niteleyen toplumsal özneye, yani halka ve onun “toplumsal” çıkarlarına göndermede bulunuruz. Örneğin, bedava girilen, içinde serbestçe çeşitli faaliyetlerde bulunulan, halka açık kamusal bir alan olan parklar, parasız verilen ilköğretim, çeşitli ücretsiz sosyal haklar ve güvenceler, öncelikle kamunun (halkın) kamusal (toplumsal) taleplerine verilen bir yanıtı ifade eder. Burada devlet, bu taleplerin formüle edilmesi, düzenlenmesi ve hak sahipleri için uygun hale getirilmesinde sadece aracı bir örgütsel işlevsellikle tanımlanır. Ama pratikte elbette (kapitalist) devlet, bu aracı işlevsellik tanımının ötesine geçip şirket ve burjuvazinin çıkarlarına yontan hukuksal, siyasal ve ekonomik yapının kurulması ve geliştirilmesi için rol oynayabilir. Bu süreçte devlet, kapitalizm ve kapitalistler adına konum alıp çeşitli yanlı işlevsellikleri yerine getirebilir. Mesela, Lichtman’ın (2013: 287) belirttiği gibi devlet, özel mülkiyet adına kamusal denetimi yadsıyabilir, bireysel sözleşmeyi ortak hükmün reddi olarak kullanabilir, öne sürdüğü kişisel rekabet toplumsal işbirliğini itebilir, benimsediği meziyete göre ödüllendirme[3] bölüşümü dışlayabilir. Nitekim kapitalizmin tarihi tam da böyle gelişti. Bu tarih içinde genelde görülen, kamusal denetimin fiilen yok edilerek doğan boşluğun muazzam ölçüde gelişen şirketler tarafından doldurulması için devletlerin aldıkları önlemlerdir. Lichtman, koloni döneminden başlayarak Amerikalıların kişisel dokunulmazlığa (özelliğe) ve kendi başlarına bırakılmaya verdikleri yüksek önceliğin genel bir politika oluşturduğunu belirtir. Bu politikanın oluşturulması sürecinde şirket kapitalizmi politikasının gelişimi için mahkemeler devlet adına çeşitli roller (tekellerin büyüyen gücünün hükümetçe denetlenmesini engellemek, emeğin karşı denge sağlayıcı gücünü zayıflatmak ve şirketlerin büyümesinin yargısal temellerini kurmak için çeşitli yasaları uygulamak) alarak, halkın çıkarlarına karşı bir politika izledi. Sonuçta Amerika’da grevler, direnişler ve boykotlar yasaklanırken sendikaların gücü ciddi şekilde kırıldı (Lichtman, 2013: 301-306).



Bu mantık bilim ve üniversiteler için de aynı seyri izledi. Örneğin, ortaçağdaki kuruluşlarından bu yana üniversiteler daima birbirleriyle rekabet halinde oldu ama bu rekabet akademik cemaatin iç değerleri üzerine oturulmuşken şimdi ise devlet ve daha çok da şirketler tarafından yönlendirilmekte; dış kaynaklı verimlilik, tüketici tepkisi ve hesap verebilirlik üzerine oturtulmaktadır (Barnett, 2008: 123). Görüldüğü gibi, her zaman kamu (halk) ve kamusal (halkın çıkarları) adına hareket etmeyen devleti kamu ve kamusal ile eşitlemek yanlış. “Kamusal fayda”  ve “kamusal haklar”, devlet aracılığıyla pekâlâ şirketleşme ve ticarileşme sürecinde aşınabilir, gözden ırak tutulabilir ve çarpık[4] biçimde savunulabilir.         

              

ŞİRKET ÇIKARI DOĞRULTUSUNDA ÜNİVERSİTENİN YENİ POLİTİKALARI

1970’li yıllarda temel bir dönüşüm başladı. Buna göre devletin görevi artık, yurttaşını sosyal açıdan tahkim etmek değil, onu piyasalardaki yüksek rekabete dayanacak şekilde yetiştirmek oldu. Bu da eğitimi ticari ilişkilere açmayı gerektiriyordu. Bunun için de devletin piyasaları güçlendirici hukuksal, ekonomik ve toplumsal önlemleri alması lazımdı. Piyasaların büyümesi için haliyle devletin “küçültülmesi”[5] şarttı. Devletin küçültülmesi, bu formel (resmi) yapının üretici, dağıtıcı ve ulaştırıcı hizmetlerden vazgeçmesini; yani elindeki Kamu İktisadi Teşekkülleri’ni (KİT) özelleştirmesini gerektiriyordu. Aynı zamanda kamu sektöründeki çalışanların hem sayısının azaltılması, hem de kalanının çalışma düzeninin yeni kavramlara (esneklik, performans ölçümü vs.) uydurulması için önlemler alınmasının gereğine inanılıyordu.



Bilhassa 1990’lardan bu yana üniversiteler, dünya genelinde ticari nitelikte bilgi, beceri, öğretim programı, finans, muhasebe ve yönetim örgütlenmesi modellerini benimsemeye zorlandılar (Levidow, 2008: 260). Sürecin sonucunda, Dünya Bankası’nın bir raporunda da adlandırıldığı gibi öğrenciler “müşteri”ye, üniversiteler de “ticarethane”ye dönüştürüldü. Neoliberal kapitalizmin içinde serpildiği küreselleşme çağında aslında üniversitelerle ekonomik hayatın uyumu kaçınılmazdı (Timur, 2000: 321). Bu uyumun yakalanmasında bilimsel ve üniversiter alanda belli politikalar uygulanmasının çok önemli bir rolü vardır. Bunlardan öne çıkanları şunlar oldu: 

1)      Ölçülebilir kılma: Kapitalizmin gelişiminde, feodal sistemin belirsizlikleri ve öngörülemezlikleri karşısında şeyleri ve ilişkileri, meta düzeni gereği belli bir standarda koyma ve ölçebilme gereği doğdu. Bu gereğin yerine getirilmesi demografik nitelikli istatistik gibi bilim dallarının öncelikle devlet hizmetinde bir disipline dönüştürülmesine, ülke sınırları içindeki çeşitli enformasyonun işlenmesine (istihbarat vs.) yol açtı. Her şeyi standartlaştırmak, aslında benzer, mümkünse aynı ölçüleri her yerde daim kılmayı gerektirdi.[6] Neoliberal kapitalizmle birlikte hemen her şeyi ölçülebilir kılma, nicelikleştirme veya sayısallaştırma mantığı yaygınlaşmış durumda. Piyasanın değeri fiyata indirgemesi, eğitim kurumunun akademik başarıyı zekâ ölçekleri ya da karneler üzerinden ölçmesi,  paranın her şeyin ölçüsü haline gelmesi, hemen her alandaki düşünce ve eylemlerin standartlaştırılması, nicelikleştirmenin geldiği noktayı göstermektedir. Elbette, Lichtman’ın (2013:276) dediği gibi, niceliksel ve bu nedenle ölçülebilir olan bir şey, niteliğin varoluş nedeni olabilir. Ama burada yapılan, niceleyici araçların (matematik, saat zamanı, adet olarak çalışma, belli standartlar, çeşitli sayısal ederler vs.), belli bir değer, standart veya ölçü dışındaki, daha doğrusu altındaki alınan sonuçları (puan, skor, sayı vs.) başarısız, haliyle değersiz görmesidir. Bu nicel göstergelerin insani yargının yerini tutması elbette mümkün değildir, zira “değerler” sayılamaz. Bu noktada niceliksel göstergeler fetişleştirildikçe, insani yargı değer yitirmektedir. Bu değer yitimiyle birlikte, akılcı faaliyet verimli faaliyetle eşdeğer olarak tanımlanmaktadır. Verimli faaliyete konu olan her mal veya hizmet (meta), piyasanın öncellikli konusu olurken toplumsal fayda ya da kamusal yararın dışına atılmaktadır. Ama “[B]elirli kurallara bağlanmış salt niceleme, insani varoluşun yıkımını getirir. İnsan esenliği niceliksel değil, nitelikseldir, sayısal olarak homojen değil, zengin çeşitliliktedir, tekdüze değil hiyerarşik ve amaçlı olarak yapılandırılmıştır, oranlanabilen alt parçacıklara bölünebilir değil, organik olarak bütünleşmiştir…” (Lichtman, 2013: 280-281). O halde, niceliksel araçlar (cetvel, saat, para vb.) ancak niceliksel olanı ölçebilir ama mesela zekâ gibi negatif yargıları formüle edemez.



Neoliberal kapitalizmle birlikte girişimciler, şirketler ve devletlerarası aşırı rekabet, beraberinde standartlaşma, kalite testleri, performans ölçümleri, denetim ve disiplin süreçleri, gözetleme araç ve eylemlerini getirdi.

Niceleyici araçlardan olan kalite, tıpkı rekabet ve girişimcilik gibi, bugün devlet eliyle yüksek öğretim sistemlerinde akademik etkinlikleri yapılandırıcı bir ideoloji, kavram ve kimlik kaynağı haline geldi (Barnett, 2008: 139-140). “Meslektaş hakemliği”, “amaca uygunluk”, “müşteri memnuniyeti” ve “toplam kalite yönetimi” gibi kavramlar altında tanımlanan kalite, nihayetinde bir “itaat kültürü” yaratmaktadır. Bu kültür içinde hareket eden kurumlar kendilerini yoğun bir bürokrasi içinde-işleyiş kuralları, resmi belgeler, kendilerine yönelik değerlendirmeler, özel unsurlar (işe alınma oranı, okulu yarıda bırakma oranı, aktarılabilir beceriler vs.) ve bunların sonucunda ortaya çıkan kamusal rapor içinde bulmaktadırlar (Barnett, 2008: 141-144).



2)      Piyasalaştırma/Ticarileştirme: Piyasalaştırma, neoliberal kapitalizmin ölçülebilir kılma ve özelleştirme ile birlikte en fazla etkili olan bir diğer kavramıdır. Kavram, hem kurumların bir işyeri/ticarethane gibi davranmasını ifade etmekte hem de insan ilişki ve değerlerini piyasaya özgü özelliklere göre teşvik etmektedir (Levidow, 2008:259). Piyasalaştırma veya ticarileştirmenin hedefi, kurumu girişimci rolüne sokmaktır. Üniversitenin kendini bir marka gibi pazarlayabilmesi için biçimsel alamet-i farikalar (rozet, marka, logo, imaj-resim vb.) yoğun biçimde işe koşulur. Girişimcilik, üniversitede basit bir yönetim felsefesi veya idareciliğin ötesinde, kurumun varlık nedeni haline gelir ve temel ideoloji olur. Çalışanlar için artık bu ideoloji, biçimsel prosedürlerin ötesinde, bilinçdışına sızan bir etmen haline gelir. Yönetici veya çalışan için yeni bir lügat (kazanım, kâr, kazanç, fırsat, gelir akışı, proje, fon, getiri vs.) oluşur.

Ticarileşme elbette girişimci inisiyatifi, yüksek yönetici maaşı ve agresif pazarlama teknikleri (Bok, 2007: 6) gibi tekniklerin daha fazla kullanılmasına yol açar. Tabii bu teknikler, rekabetin ve kazancın daha yüksek olduğu alanlarda (fen bilimleri, işletme, tıp fakülteleri, eczacılık vb.) kullanılır, sosyal bilimlerde değil. Spor bölümleri, sürekli eğitim, yönetici programları, patent/lisans antlaşmaları, sertifika programları, mektupla, TV ile veya internet üzerinden eğitim, teknoloji transfer ofislerine eşlik eden diğer “ucuz” uygulamalar da (kampus otoparklarının stiker karşılığında kiralanması, amfi ve dersliklerin isim haklarının ünlü politikacı ve işadamlarına satılması, ilan panoları, TV ve internetteki tüm derslere reklam koyma, üniversitenin kendi yayınevi vb.), kampus içindeki her uygulama, mekân ve ilişkinin satılabileceğini gösterir. Elbette bu ticarileşme veya piyasalaşmanın bir talep yönü vardır. Bok’un da (2007: 195) belirttiği gibi ekonomik büyüme, yeni keşifler/icatlar, uzmanlaşmış bilgi, kişilerin kariyerlerinin daha karmaşık ve ani değişikliklere açık hale gelmesi, her yaş ve meslekten yetişkinin daha fazla eğitim talep etmesi, daha iyi bir işe girip daha başarılı kariyer sahibi olmak için daha fazla eğitim ihtiyacı, bir talep olarak bilim dünyası ve üniversitelerin daha fazla piyasalaşmasına/ticarileşmesine yol açar. Yüzünü piyasaya dönerek bilim ve öğretim yapma pratiği, üniversiteyi toplumsal sorunlara ürettiği çözümlerden ziyade, mezun kalitesi, marka olması, sıralamadaki (ranking) yeri, öğretim üyesi başına düşen atıf sayısı, popülaritesi ve projeleri açısından kendini tanıtmasıyla daha çok öne çıkarır. Böylece üniversite, kendini dışarıya tanıtırken sosyal değerleri (eleştirel düşünce, özerk yönetim, insan hakları, demokrasi, çevre koruma, kültürel gelişme, estetik vb.) değil, ekonomik değerleri (verimlilik, kalite, performans, rekabet, standartlaşma, akreditasyon, beceri, istihdam vd.) vurgulayarak daha fazla tanınırlık kazanır. 


   
Bilim dünyası ve üniversitelerin piyasa ve ticaretle tanışmasının tarihi pek de yeni değildir. Daha 1900’lü yılların başlarında Chicago Üniversitesi düzenli reklamlar vererek öğrenci çekmeye çalışıyordu. Pennsylvania Üniversitesi ise bir “Reklam Bürosu” yoluyla ismini duyurmaya çalışıyordu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra üniversiteler, hükümet ve vakıflardan kaynak aramanın yanı sıra, zengin mezunlardan ve potansiyel bağışçılardan daha fazla bağış almaya başlamıştı. Yine bu dönemde birçok kampüste küçük şirketlere teknik yardım sunan ya da girişimcilerin yeni şirketler kurmaları için sermaye sağlayan iş geliştirme merkezleri kuruldu. 1970’lere gelindiğinde rektörler bir pazarlamacı gibi konuşmaya başlamışlardı bile. Gelinen noktada artık şirketlerin akademik araştırmalara desteği iyice artmıştı: 1970’lerde % 2,3’ten 2000’de % 8’e. Bu süreçte sponsor firmaların öğretim üyelerine çektikleri kıyağın listesi iyice uzamıştı: yemek, akşam eğlencesi, golf maçları, gemi gezileri vs. Hocalar, eğitim yerine artık daha fazla araştırmaya yönelmişlerdi, zira araştırma sonuçları üniversite dışında pek çok kesimce okunuyor, ödüller alıyor, ün kazandırıyor, danışmanlık yolları açıyor, yeni iş teklifleri sağlıyordu (Bok, 2007: 4-93). En önemlisi de, geliri artırıyordu. Bugün ise, üniversitelerin neredeyse tümünde, tıpkı şirketler gibi insan kaynakları veya halkla ilişkiler ve tanıtım departmanları altında işleyen reklam büroları var. Üniversiteler artık günümüzde başarılı öğrenci, kaliteli öğretim üyesi ve paralı veli çekmede sayısız aracı (TV ve gazete reklamı, şehir meydanlarında stant açma, video ve klip, belgesel vs.) birlikte kullanmaktadır. Sonuçta, piyasa üniversitenin içine iyice girerken, bilim ve toplumsal sorumluluk da üniversitenin dışına iyice atılmaktadır. 



Gelinen noktada piyasa, kampüsteki kimlikleri değiştirir, çünkü kendisine ontolojik bir yaşam kurar ve yayılır (Bourdieu, 1988). Kendini şirket/işletme gibi yapılandıran üniversite, evrenselliği yok oldukça, kamusal yararın aracı ve ortamı olmaktan hızla uzaklaşır. Piyasanın ekonomik taleplerine uyarlandıkça eleştirel ve müdahil olma niteliğini kaybeder. Nihayetinde hem epistemolojik hem de ontolojik bir krize girer. Hakikat iddialarından vazgeçmiş, özerk kimliğini kaybetmiş, söylemi belirsizleşmiş, iletişimi muğlâklaşmıştır çünkü. Bilim, hakikat ve evrensellik değer yitirirken firma ve girişimcilerle aynı dili konuşan akademisyenler, üniversiteler ile iş dünyası arasındaki bağlantıların gittikçe ekonomikleştiğinin en önemli göstergelerinden biri haline dönüşür. Üniversiteye kaynak yaratacak enstrümanların (proje, patent, telif, teknoloji üretimi ve transferi, lisans anlaşması, piyasa için bilgi üretme, eleman yetiştirme vs.) öne çıkarılmasıyla danışmanlık, seminer verme, lisansüstü program açma, kamuoyu araştırması yapma, borsada oynama, arazisini ve mekânını kiralama gibi edimler, ticarileşmenin/piyasalaşmanın temel alanları olur. Öğretim üyesi artık bilimi değil, piyasa değerlerini öğretmeye başlar.    



Bilimsel alanın ve üniversitelerin ticarileştirilmelerinin en önemli sonuçlarından biri de, şirketler için çalışan bilimcilerin araştırma bulgularını yayınlama konusunda sıkça şirket engeliyle karşılaşmalarıdır (Özbudun ve Demirer, 2006: 33). Şirket için araştırma yapma, ders verme, proje geliştirme, patent alma gibi edimler, zamanla bilimci ve üniversitelerin bağımsızlıklarını yitirmelerine neden olur. İnternetten ders pazarlayan, ilaç şirketlerinden veya çeşitli firmalardan para alan, bilimsel icat ve keşiflerinin kullanım hakkını sanayi kuruluşlarına satan, şirket kuran veya şirkete ortak olan, danışmanlık yapan öğretim üyesinin çalışma mekânı görünürde kampüstür ama o aslında piyasanın tam merkezinde çalışmaktadır.   
3)      Özelleştirme/Piyasalaştırma:  Kamusal hizmetlerin (eğitim, sağlık, ulaşım, kültür vb.) özelleştirilmesi temelde iki biçimde olur: İlk olarak, kamu kuruluşunun kendisi şirket veya işadamlarına satılmaktadır. İkinci olarak, kamu kuruluşu içindeki kimi hizmetler kiralama yoluyla şirketlere veya taşeronlara verilmektedir. Her ikisinde de mantık aynıdır: kamusal hizmetini bir metaya çevirmek. Tabii bir de gizli (aslında çok bariz) bir yöntem daha vardır. Bu yönteme göre devlet, parasız veya çok düşük ücretli kamu kaynakları (çeşitli resmi kurumlar, eğitim, öğretmenevi, devlet üretme çiftliği vb.) için finansal arzını (bütçe) kıstıkça (mesela eğitime yeterli bütçe vermedikçe), o devlet kurumu (diyelim üniversite) kamudan yitirdiğini özel şirketlerden kazanma veya telafi etme yoluna gitmek zorunda kalır. Haliyle üniversiteler, finansal kaynağı edindiği şirketlerin AR-GE veya eğitim kuruluşu haline dönüşmektedirler. Bu, yüzünü piyasaya dönme, işin görünen maddi boyutudur. Levidow’a (2008: 268-269) göre bu süreç hemen kavranamayan biçimler alabilir: ideolojik dil, fon sağlama öncelikleri, kamu-özel kesim ortaklığı, öğrenci katkı payları, fayda-maliyet analizi, performans göstergeleri, öğretim programı değişiklikleri, yeni teknoloji, paket haline getirilmiş malları olarak tüketiciler. Levidow’a göre neoliberal stratejiler bu süreçte bizi bir iş planının parçaları, yani rakipler, ortaklar, müşteriler vb. haline getirir. Bu da çalışanların birbirlerine bakışını kökten değiştirir. Ne var ki, O’Neill’in de (2001:256-257) dediği gibi, bilimin piyasanın mülkiyet ilişkilerini kullanması, bilimin içsel niteliklerine kendini adamayla uyuşmaz. Zira teoriler ve bilgiler, dışlayıcı mülkiyet haklarının uygun olduğu kalemler değildir. Piyasalar hemen ya da yakın zamanda sonuç verebilecek teorilere değer ve destek verir. Aksi durumda diğer çalışmaları dışlar ve giderek itibarsızlaştırır. Kısaca piyasa, bilimsel bilgi için yanlış bir kamusal test sunar (O’Neill, 2001: 253). Piyasa, gizliliği (mülkiyet ve satış hakları, kâr vs için) özendirir ki, bu da bilimdeki açıklığa, kamusal ve mesleki sınamaya, toplumsal eleştiriye karşı bir hava yaratır. Oysa demokrasi, güvenilir ve inanılır kamusal bilgi kaynaklarının var olduğu şartları gerektirir. Bilimin ticarileştirilmesi, bilginin üretim ve yayılmasını zenginlik ve güçle özdeşleştirdiği için bu koşulları sakatlar (O’Neill, 2001: 249-250). Bilimsel sorumluluk ve kamusal yarar yerini giderek patent, telif hakkı ve ticari gizlilik, en sonunda da şirket çıkarı ve kâr anlayışına bırakır. Bir yanda akademik açık iletişim yükümlülüğü, öte yanda ticari mülkiyet gizliliği birbiriyle çatışır. İletişimsizlik rekabet açısından istikrarlı bir strateji olabilir (O’Neill, 2001: 235) ama bilim ve üniversiteler, ürünlerinin kamusal sorumluluğunu taşıyabilmek için kamuya açık olmak zorundadır.



Sonuçlar

1)      Kamu yararından şirket çıkarına geçişle birlikte halk artık parasız, nitelikli, herkesin erişimine açık kamusal hizmetlerden yeterince yararlanamamaktadır (de Gaulejac, 2013: 14). Bu, eğitim hizmetlerindeki ticarileşme/piyasalaşma ve özelleştirmenin yarattığı sonuçlardan belki de en önemlisidir.   
2)      Şirket kültürü ve çıkarı sivil ve politik toplumun temel kurumlarının derinlerine doğru yayıldıkça, demokratik katılım ve yurttaşlık için sağlam bir araç sunan ticarileşmemiş kamusal alanlar -ki bunlar diyalog, eğitim ve öğrenmeyle ilgilidir- eşzamanlı biçimde küçülmektedir (Giroux, 2008: 86). Demokratik değerler yerini ticari değerlere bıraktıkça entelektüel tutkular sıklıkla bir girişimcilik enstrümanına indirgenir. Kamu alanı sadece bir yatırım fırsatı olarak tasvir edilir; kamu yararı da giderek kamu düzensizliğinin bir metaforu haline gelir. Sonuçta şirket kültürü, hem iyi bir yaşam için model hem de bireysel başarı ve tatmini tanımlamak için paradigmatik çerçeve haline dönüşür. Bunun vardığı nokta, itaatkâr işçiler, depolitize edilmiş tüketiciler ve pasif yurttaşlardır (Giroux, 2008: 87).   
3)      Bu süreçte artık kamu çalışanlarının yaşadıkları sorunlar (taciz, mobbing, anlam kaybı, depresyon, tükenmişlik, baskı, paradoksal emirlere boyun eğme, bireyselleşme, kolektiflerin dağılması, kültürel yaşamdan kopuş vs.) hem çeşitlenmekte hem de artmaktadır (de Gaulejac, 2013: 15). Çalışanların bu sorunları, yeni yönetim felsefesinin fetiş kavramları (yenilik, esneklik, uyum, değişim, müşteri memnuniyeti vb.) ile daha da şiddetlenmektedir. Çalışanlar, kamu yararı yerine piyasa talepleri doğrultusunda daha fazla çalışmaya zorlandıkça, piyasa ilişkileri, çalışanın kurumunun dışından içine taşınmaktadır.
4)      Kamu yararının şirket çıkarı karşısında yenilgiye uğramasının ilgili boyutlarından biri de etiktir. Kamu yararı, halkın çıkarı adına etik olanın erdemli tarafını tarif eder. Ancak başta akademik etik olmak üzere etiğin pedagojide sürekli çarpıtılması veya yok edilmesi söz konusudur. Araştırmaya değer konu seçiminden uygulanacak teknik ve yöntemlere, bulgu ve sonuçların yayınlanmasına değin birçok boyut etik ile ilişkilidir. Bir araştırmanın bulgu ve sonuçlarının sansür edilmesi yoluyla kontrol edilmesine artık sık rastlanmaktadır. Bilim insanının araştırması için finansörü ile uzlaşması, mesleki etiğin çiğnenmesine, mesleki sorumluluğa ihanet etmesine yol açmaktadır (Evans, 2007: 155-157). Etik açıdan aslında birçok sorun yaşanır: İnsan hakları alanında yaşanan ihlaller (bilhassa ilaç sanayinde), işten atılma, daha yoğun denetim (performans, verimlilik, iş çıktısı bakımından vs.), moral-motivasyon kaybı, emekçiler içinde artan bölünme, örgütlenme özgürlüğünün aşınması, ücretlerin düşmesi ve çalışma koşullarının kötüleşmesi vs. Tüm bunlar emekçilerde toplumsal sorumluluk bilincini zayıflatırken özel inisiyatif insiyatif ve kişisel sorumluluk dilini güçlendirir. Şirketlerin politik, ekonomik ve kültürel iktidarı yaygınlaştıkça, kamu çalışanları da kendi kimliklerini bir tüketici yaşam tarzı, alışveriş merkezi veya bireysel kurtuluşu vazeden yayın ve pratiklerde yeniden kurmaya itilirler.     
5)      Kamu yararı yerini şirket çıkarına bıraktıkça entelektüel emek de büyük ölçüde bir alım-satım konusuna, mülkiyet meselesine dönüşür. Üniversite hocaları ve bilim insanları, emeklerinin piyasadaki karşılığıyla daha fazla ilgilendikçe, TV’de program yapımcılığı, gazete köşe yazarlığı, çevirmenlik, proje ve şirket danışmanlığı, dergi ve gazete editörlüğü, finansman konseyi üyeliği, ticari şirketlerin kuruluşuna katılım, şirket yöneticiliği gibi, emeğini ve zamanını çalıştığı kurumdan ziyade piyasada değerlendirmeye daha fazla yönelirler. Bu, kamu görevlisi olan emekçilerin piyasaya çıkmalarına ilişkindir. Fakat tersi bir durum da söz konusudur. Artık daha çok şirket sahipleri veya CEO’ları okullarda daha çok istihdam edilmekte (özellikle mütevelli heyetlerinde), işletmeler okullara ticari ortaklık için daha fazla başvurmakta, şirket yöneticileri kampüslerde ders vermek veya proje önermek için daha fazla bulunmaktadırlar. Bu, okullara fon ve bağış adı altında daha fazla sermaye girmesine neden olmakta, yüzü para görmekten başka bir şeye tepki vermeyen bir eğiticinin yetişmesine yol açmaktadır. Bunun sonucunda, Giroux’nun (2008: 113) da belirttiği gibi, öğretim üyeleri artık aşırı derecede soyut, ileri düzeyde estetize edilmiş, nadiren açık bir politik duruş sergileyen ve daha geniş kamusal meselelere büyük ölçüde duyarsız görünen bir dille akademik çalışma yapıyorlar.  
6)      Üniversite ve bilimsel kurumlar, yüksek akademik rekabet sürecinde başarı endeksine girebilmek için akademik sıralamayı (ranking) artık temel almaktadırlar. Sıralamada yüksek yer kapmak ve puanlar almak için alanındaki en iyi hocaları transfer etmek, en iyi öğrencileri cezbetmek için burslar vermek, kaliteli hocaları başka kurumlara kaptırmamak için onlara dolgun ücretler vermek, belli başlı politikalar haline geldi (Bok, 2007: 14). Öğretim üyelerine özel imzalanan sözleşmelerde atıf sayısı, proje ve performans, ders ve tez çalışmalarında verimlilik, üniversitenin finansmanına katkı, medyada görünürlük[7] gibi kriterler öne çıkmaktadır. Bu tür istihdam edilen kapitalistleşmiş öğretim üyeleri ve bilim insanlarının piyasaya özgü bilgi ve becerileri (standardizasyon nasıl sağlanır, maliyet nasıl düşürülür, müşteri odaklı politikalar nasıl oluşturulur, borsada nasıl oynanır, arz/talep yasalarına nasıl uyulur, pazar araştırması nasıl yapılır, rekabetçi nasıl olunur, kâr nasıl edilir, istihdamda esnekleşme nasıl sağlanır, performans nasıl değerlendirilir vb.), eğitim kurumunun aslında neyin eğitimini yaptığını gösterir. Akademisyen bir girişimci olarak piyasadan kurumu adına fon, bağış, rant, gelir topladıkça kendi piyasasını genişletir; aynı zamanda bu gelirlerin önemli bir kısmını kendi cebine atar. Bu süreçte ilginç bir ittifak oluşur: Bürokrasi, özel sektör ve sivil toplum örgütleri bir araya gelir.         
7)      Girişimci denilen bilim kurumu veya üniversiteler bugün işsizlik, güvencesizlik, doğanın tahribatı, hormonlu yiyecekler, GDO’lu ürünler, rant ilişkileri, çarpık kentsel dönüşüm, mutenalaştırma, demokrasi ve hak ve özgürlüklerin ihlal edilmesi, yok edilen kültür ve kimlikler, nesli tüketilen canlılarda ciddi bir sorumluluk sahibidirler.    



TÜRKİYE’DE DURUM

Türkiye’de üniversitelerin kamu yararından şirket çıkarına yönlendirilmesinde birçok faktör (büyük burjuvazi ve devlet, Bologna Süreci, özel üniversiteler, teknokentler vd.) belirleyici oldu. Bunları tek tek inceleyelim.  

1)      Büyük burjuvazi (TÜSİAD): Türkiye’de büyük burjuvazi eğitime ve bilime iki biçimde müdahale etti. İlk olarak, kamusal eğitim sistemi ve bilim politikalarının piyasalaşmaya açılmasını talep etti; ikinci olarak da, bu talebe uygun olarak kendisi bizatihi bir aktör olarak rol aldı. İlkiyle ilgili olarak TÜSİAD, 1990’lardan itibaren yazdırdığı çok sayıda eğitim raporuyla ulusal eğitim sisteminin çok fazla geleneksel[8] kaldığını, oysa artan küresel rekabet koşullarında ulusal eğitimin yenilikçi olmak adına piyasanın taleplerine daha fazla duyarlı olması gerektiğini ileri sürdü.[9] Bu çerçevede bireyin bilgi ve becerilerinin çeşitlenmesi ve arttırılması adına müfredat ve ders kitaplarının içeriğinin yenilenmesini, eğitim hizmetlerinde ileri teknolojinin daha fazla kullanılmasını, eğitim merkez örgütlerinde reform yapılması ve yapılan reformların denetlenmesi için daha fazla yabancı uzman çalıştırılmasını, eğitimin bireyci değerleri daha fazla vurgulamasını istedi. Bu talepler bilhassa AKP tarafından 2002’den itibaren adım adım karşılanmaya çalışıldı. İkincisi açısından şunlar söylenebilir: Büyük burjuvazi bugün küresel kapitalizmin yol açtığı artan şirket ve devletlerarası rekabet koşullarına dayanabilmek için kendi eğitim kurumlarını ve bilim merkezlerini kurmaya başladı; buradan devşirdiği emeği öncelikle kendi kuruluşlarında istihdam etmeye yöneldi. Bu çerçevede endüstri meslek liselerinin dönüştürülmesi için bazı liselerde kendi işliklerini kurdu[10], ama asıl atılımını kendi kurduğu özel üniversiteler ve teknokentlerde yaptı. Gelinen noktada, bugün artık özel üniversitelerin neredeyse tamamı çeşitli büyüklükteki burjuva aile ve kişilerin mülkiyetindedir. Bu eğitim kurumları ve bilimsel merkezler, bu şirketlerin bir yan kuruluşu gibi çalışmaktadır. Amaç, kâr yapmaktan kaliteli emek gücü yetiştirmeye, oradan da şirketin/grubun reklam ve tanıtımını yapmaya değin oldukça geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.



Özel üniversitelerdeki hâkim felsefe (“kullanan öder”), bugün kamu eğitim sistemini de ciddi ölçüde tehdit etmeye başladı. “Paralı eğitim” aslında önce “harç” adı altında kamu üniversitelerinde başladı, ardından özel okul ve üniversitelerde “eğitim-öğretim ücreti” adına dönüştürüldü. Kuşkusuz bu zihniyetin yerleşmesinde devletin, bilhassa ANAP, DYP ve AKP gibi neoliberal partilerin önemli rolü vardır. Bu partiler, hükümet ettikleri dönemler boyunca, eğitimdeki neoliberal dönüşümü[11] tamamlamak için çok sayıda yasa çıkarıp şirketlerin önünü açan uygulamalara imza attılar.     

2)      AB (Bologna Süreci): Türkiye 2001 yılından itibaren Bologna Süreci’ne üyedir. Üyeliğini de, şunları kabul ederek ve uygulama sözü vererek aldı: Endeksli yayın, Erasmus ve Sokrates adları altında öğrenci ve öğretim üyesi değişim programları, torba kadro, tek tip programlar, akreditasyon (dışsal denetim), yönetişim, ECTS (Avrupa Kredi Transfer Sistemi-ortak ders kredi sistemi), iş piyasasına uygun program, ders ve projeler hazırlamak, mütevelli heyeti (Gümüş ve Kurul, 2011: 90-91). Bu noktaya nasıl gelindi? Türkiye Batı kulübü (kapitalist cenah) içinde kalma adına ilk kez en kapsamlı biçimde yapısal uyum programlarını 24 Ocak 1980 ekonomi kararlarıyla uygulamaya yönelmişti. Bu kararlar, piyasa ekonomisi adı altında nihayet neoliberal bir ekonomi yapısına evrildi. Bu süreçte, eğitsel alanda belki de en önemli faktör Bologna Süreci oldu. Türkiye’nin de imzaladığı bu sürecin asıl amacı, AB bölgesi üniversiteleri arasında ortak bir yapı kurup Avrupa için küresel bir güç olmanın yolunu açmaktır. Bunun için de ultra-meritokratik (standart koyma, akreditasyon, performansa göre çalıştırma/değerlendirme vs.) bir yapı haline getirilmeye çalışılan üniversitelerin tümüyle piyasa taleplerine göre belirlenen ve çalışan bir felsefe içine girmesi öngörüldü. Bologna Süreci, öncelikle akademik yapı, faaliyet ve özneleri standartlaştırmak adına ölçme ve değerlendirmede, benzer müfredatlar oluşturmada tek bir mantığı temel almaktadır. Bu mantık, üniversiter yapının girişimci bir yapı olmasını öngörmektedir. Burada üniversite ve üyelerinden, öğretimden ziyade araştırmaya yönelmeleri, yenilikçi ürünler geliştirmeleri, girişimci olmaları ve tüm bunların sonucunda eğitimin kalitesini artırmaları beklenmektedir. Bütün bunlar haliyle bu program çerçevesinde üniversiteyi, ders programı içeriği, akreditasyon, öğretim üyesinin özgeçmişi, öğrencilere verilen kariyer desteği, öğrencilerin bitirme projeleri, iş hayatına hazırlık, öğrenci projelerine sağlanan destek, bölüm mensuplarının motivasyonları gibi konularda yeniden konum almaya itti.   



Bologna Süreci’nin söyleminin temel kavramları (bilgiye dayalı toplum, istihdam edilebilirlik, hareketlilik, yaşam boyu öğrenme, kalite güvencesi) (Gümüş ve Kurul, 2011: 18) her ne kadar itiraz edilmesi zor görünen “soft” nitelikler taşıyor olsa da, aslında öyle değil. Çünkü bu kavramların ardında yatan uygulamalar (yüksek öğretimde bütçe kısıntıları, tekno-bilime öncelik vermek, çokuluslu şirketlerle kurulan ilişkiler, düşünsel mülkiyet, temel araştırmadan uygulamalı araştırmaya yönelme) (Gümüş ve Kurul, 2011: 15), aslında bu sürecin akademik kapitalizmi güçlendirdiğine işaret ediyor.  

Oysa sonuçta bireyin bilgi, beceri ve eyleminin (meritokrasi) dışında her türlü geleneksel ilişki (ayrımcı dinsel örgütlenme ve kadrolaşma, kişisellik, kayırma, patronaj, hemşericilik, siyasi görüş, partizanlık vb.) üniversiteleri esir aldı. Burada piyasaya dayalı “rasyonel” ve “verimli” işleyen bir kural, standart veya ölçüden (herkese aynı şekilde uygulanan) ziyade, keyfe keder bir kişisellik üniversitenin hemen tüm iç süreç ve yapılarına (yönetim, kadro ilanı, ders verme, tez değerlendirme vs.) damgasını vurdu.     



3)      Özel Üniversiteler: Türkiye’de artık üniversitelerin büyük bir kısmı piyasa mantığına uyum sağlamış durumdadır. Teknokentler, projeler, patentler, şirketler ile birlikte ortak çalışmalar, şirket çalışanlarına ders verdirme gibi yöntemlerin sayı ve çeşidi giderek artmaktadır. Bilimsel alan kapitalizmin denetimi altına girerken üniversiteler maliyet-zarar hesabı yapan şirketler gibi çalışmaktadır. Borsada oynayan, öğrencilerinden harç ve türlü adlar altında (kayıt, diploma, kimlik kartı, transkript, otopark, yemek, kütüphane hizmetleri vs) para toplayan, döner sermayeye göre işleyen, proje geliştiren, danışmanlık hizmeti veren, şirket ve kurumlara yerleşke içinde ticari programlar açan, uzaktan eğitim veren, yaşam boyu öğrenim sunan, sertifika ve paralı pedagojik formasyon programları açan üniversiteler artık tam bir şirket gibidirler. Kayıt dönemlerinde medyaya verilen reklamlardan çeşitli mekânlarda (şehir meydanları, parklar, yerleşkeler vs.) tanıtımlarını yapmaya değin uzanan oldukça uzun bir tanıtım zinciri söz konusudur. En “uygun” öğrencileri kapabilmek için türlü avantajlardan (burs, ücretsiz yurt, araba ve tatil gibi hediyeler, yurtdışında hazırlık okutma, stajını prestijli kurumlarda yapma imkânı sunma vs.) bahseden üniversiteler var artık karşımızda. Şenlik, konser, panayır, kariyer ve tanıtım günleri, çeşitli reklamlar, üniversiteye hem gelir getirdiği hem de onu piyasada tanınır bir marka yaptığı için, üniversite yönetimleri ile şirketler arasında ciddi pazarlık konusu haline gelmektedir. Örneğin, Ankara’da bir devlet üniversitesinde düzenlenen konserlere sponsor olan bir banka, bu desteğin karşılığı olarak rektörlükten kampus içinde kredi kartı pazarlama izni aldı (Değirmencioğlu, 2008: 41). Artık hemen her üniversitede bankaların (kimi yerleşkelerde o bankayla anlaşma yapıldığı için tek bankanın) şubeleri ve bankamatikleri var. Üniversiteler devletten her geçen sene daha az bütçe aldıkça, mali kaynak olarak gözlerini hem öğrencilere hem piyasaya dikmektedirler.



Özel ile kamu üniversiteleri arasındaki eşitsizlik ve adil olmayan uygulamalar da, özel üniversiteler üzerinden hızlı piyasalaşma ve ticarileşmenin bir başka göstergesi olmaktadır. Özel üniversitelerin devlet tarafından daha fazla kayırılması (çeşitli vergilerden muafiyet, ucuz arsa, % 45’e varan devlet yardımı vb.), kamu üniversitelerinin giderek rekabette daha geride kalmasına neden olmaktadır ki, bu bilinçli bir politikadır. Böylece kamu üniversiteleri, özel üniversitelere benzemeye zorlanmakta, yarış dışı kalanlar ise kendi kaderine terk edilmektedir. Oysa özel üniversitelerin kâr amacı gütmemesini emreden Anayasanın 130. maddesinin tam tersine özel üniversiteler, kendilerini toplumsal bir yarara vakfetmeleri gereğinin aksine, kâr eden bir şirket gibi çalışmaktadırlar. Özel girişimcilik ruhunun gücü, akademik değerlerin belirsizleşmesi, artan rekabet, teknoloji temelli pratiklerin artan önemi gibi gelişmeler, özel üniversitelerin avantajına bir durum yaratmaktadır. 

4)      Teknokentler:  Teknokentler (Teknoloji Geliştirme Bölgeleri), 2001 yılında çıkarılan 4691 sayılı yasaya dayanmaktadır. Yasa, temelde, ülke sanayisinin ya da sanayinin uluslar arası rekabete dayanabilir bir yapıya kavuşturulmasını, teknolojik bilgi üretilmesini, AR-GE’ye dayalı ürün ve üretim yöntemlerinin geliştirilmesini, teknolojik bilginin ticarileştirilmesini, teknoloji yoğun üretimin desteklenmesini ve ileri teknoloji sağlayacak yabancı sermayenin ülkeye girişini hızlandıracak teknolojik altyapının oluşturulmasını amaçlamaktadır (Ersezer ve Ulutürk, 2008: 114) . Yasa ile bu alanda yatırım yapacak aktörlere arazi temini, altyapı ve idare binası inşası, yönetici şirketin her türlü resim, vergi ve harçtan muaf tutulması, AR-GE faaliyetlerinden elde edilen kazançlardan vergi muafiyeti, AR-GE personelinin, araştırmacıların ve yazılımcıların ücretlerinin vergiden muaf tutulması, öğretim elemanlarına yaptıkları araştırmaların sonuçlarını ticarileştirmek amacıyla bu bölgede şirket kurma hakkının tanınması, kurulu bir şirkete ortak olmaları veya bu şirketin yönetiminde görev alabilmeleri için onlara çeşitli kolaylıklar tanınmıştır (Ersezer ve Ulutürk, 2008: 115). Tüm teknokentlerde öne çıkan çalışma-araştırma-geliştirme alanlarının (yazılım-bilişim, elektronik, savunma sanayi, telekomünikasyon, ileri malzeme teknolojileri, tasarım, biyoteknoloji) piyasa tarafından da önemsenen ve baş tacı edilen alanlar olması, bir rastlantı olmasa gerek. Bu, teknokentlerin aslında piyasaların ve haliyle şirketlerin taleplerine göre şekillendiklerini gösteriyor. Zaten bu konularda çalışan firmalar teknokentlere girip çalışmaya karar vermektedirler.                 
 
SONUÇ

Bugün, Aronowitz’in (2000) de belirttiği gibi üniversiteler, para karşılığı akademik ideallerden sürekli taviz veren “bilgi fabrikaları”na dönüşmeye başladı. Artık gerek bilimsel alan gerekse üniversiteler, yoğun bir akademik-pedagojik rekabet kisvesi altında piyasa ve şirketlerin taleplerine göre kendilerini yeniden dizayn ederken, hoşgörü, söylemsel özgürlük, insana saygı, eleştirel diyalog, bilimsel hakikat, toplumsal fayda ve kamu çıkarı gibi kavramlar hızla itibarsızlaştırılmaktadır. Üniversiter değerlerin altı oyulup gerçek içeriği boşaltıldıkça bilimsel alanlar da zarar görmekte; piyasada yeterince ilgi görmeyen, yani “müşteri” (öğrenci) çekmeyen bilim dalları (felsefe, sosyoloji, antropoloji başta olmak üzere) bir bir kapatılmakta ya da bu disiplinlere lisans düzeyinde öğrenci alınmamaktadır. Bu dalda çalışanlar çeşitli sorunlarla (kadro, terfi, mali kaynak vb.) karşılaşırken mezunları da iş bulamaz hale getirilmektedir. Mezunlar işsizlikle karşılaşınca yeniden bilgilenme (yaşam boyu öğrenme adı altında çeşitli kurs ve dershanelere yönelme) ihtiyacı duymakta; ciddi bir “kariyer” sıkıntısı yaşamaktadırlar. Ekstra alınan bilgiler, mezun yetişkinin gerçekten kendisini geliştirmesi ve yetkinleştirmesine yol açmak bir yana, onu piyasaya dayalı bilgi ve becerilere daha fazla mahkûm etmektedir. Mezuniyet sonrası edinilen bilgi ve becerilerin “bilgi ekonomisi” veya “bilgi toplumu” adı altında meşru bir çerçeveye sokulması, emeğin üretici performansını kendisi ve toplum için değil, şirket çıkarlarına göre kullanmasına yol açmaktadır. Emeğin işgücü verimliliğini sorgulayan şirketler, emeğin kendini yeniden üretmesi için gereken şartlara gözünü kapatmaktadırlar. İtaatkâr işçi, depolitize edilmiş tüketici, pasif yurttaş gibi adlarla yeniden tanımlanan modern insan, bırakın kendini yeniden üretebilme becerisi gösterebilmeyi, mevcudu korumak adına daha sıkı bir yarışın içine itilmektedir. Bugün artık sınavlara hazırlanan öğrenciler, unvan almak içim kıyasıya çalışan öğretim üyeleri, performans testlerinden geçmeye çalışan öğretmenler, piyasadaki özel eğitim kurumlarında (kurs, dershane vb.) çok düşük ücretlere angaryaya koşulan eğitimciler, kamu yararının şirket çıkarı karşısında yaşadığı yenilginin sonuçları olarak görünen gerçeklerdir.   




            Bütün piyasalaşma veya ticarileşme biçimlerinde kendini başat olarak ortaya koyan kalite, baskıcı bir denetim biçimi (Gümüş ve Kurul, 2011: 147) olarak, daha yüksek bir emek verimliliği açısından değil, eleme ve dışlamanın bir biçimi olarak kullanılmasından dolayı eleştiri almaktadır. Akademinin kendi klasik denetleme biçimleri hızla aşınırken, hesap verme, esneklik, sonuç odaklı kaynak yaratma, performansa dayalı ödeme (Gümüş ve Kurul, 2001: 146) veya iş akdi imzalama gibi biçimler çalışanda ciddi derecede iş güvencesi ve çalışma sürecinde moral-motivasyon yıpranmasına neden olmaktadır. Bologna Süreci’nde kalite, akreditasyon adı altında emeği, müfredatı, dersleri ve çeşitli programları, hatta proje ve araştırmaları değerlendirme adı altında denetime tabi tutmaya yol açmaktadır. Akreditasyonun öne çıkardığı yarı-akademik özneler (paydaş, ortak, mütevelli heyet üyesi, danışma kurulları, teknopark uzmanı vs.), güçlü bir akademik kapitalizm üretmektedir. Bu süreçte çalışanların unvan ve sıfatlarının değiştirilmesi (örneğin, eskiden asistan denilen şimdinin araştırma görevlilerinin “burslu öğrenci” olarak tanımlanması), kapitalizmin akademideki etkisinin çapını göstermektedir.  

            Akademik kurumların yeni terminolojisi (borç, denk bütçe, zarar eden bölümler, maliyet, kârlılık,  mali peformans, personel performansı, verimlilik, müşteri algısı, müşteri/öğrenci odaklılık, hizmet vs.) (Arslan ve Odman, 2011:617), yerleşkelerdeki egemen ideolojik dili yansıtıyor. Bu ideolojik dil, çeşitli uygulamalar sonucu, akademik aklı, maddi kazanç, teknolojik ilerleme, şirket kârı, piyasa yararı doğrultusunda yeniden şekillendirmektedir. Üniversitelerde bilgi, hakikat ve akıl gibi temel kavramlar zora girdikçe akademik özerklik rafa kalkmaktadır. Böylece “yüce” idealler (erdem, karakter, insanlık vb.) için eğitim yapma, toplumun ihtiyaçlarını öncelikli olarak ele alma, bilimin halkın sorunlarını çözecek şekilde geliştirilmesi de zayıflamaktadır. Bilginin ve bilimin mabedi, neoliberal kapitalizmle birlikte sözde çevreye (halka, topluma veya kamuya değil, piyasa ve şirketlere) daha fazla açıldıkça, “sakin sığınak” (Bok, 2007: 3) olmaktan çıkıp hareketli bir piyasaya dönüşmektedir.  
    

Kaynakça

Aronowitz, Stanley. The Knowledge Factory: Dismantling the Corporate University and Creating True Higher Learning, Beacon Press, 2000.  

Arslan, Hakan. ve Odman, Aslı. “İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki Şirketleşme ve Sendikalaşma Süreci”, İçinde: Fuat Ercan ve Serap Korkusuz Kurt (Der.), Metalaşma ve İktidarın Baskısındaki Üniversite, Sosyal Araştırmalar Vakfı, İstanbul, 2011, ss. 593-632.

Barnett, Ronald. Her Türlü Aklın Ötesinde Üniversitede İdeoloji İle Yaşamak, çev. Sema Eren, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2008. 

Bok, Derek. Piyasa Ortamında Üniversiteler. Yüksek Öğretimin Ticarileşmesi, çev. Barış Yıldırım, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,  2007.

Bourdieu, Pierre.  Homo Academicus, Translated by Peter Collier, Stanfor University Press, Stanford, California, 1988. 

Bulut, Ergin. The Transformation of the Turkish Vocational Training System: Creation of Lifelong Learning, Loyal Technicians, UnPublished Master Thesis, Boğaziçi University, 2007.

de Gaulejac, Vincent. İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum, çev. Özge Erbek, Ayrıntı, İstanbul, 2013. 

Değirmencioğlu, Serdar. “Kamusaldan özele dönüşen olanaklar ışığında üniversitede demokrasi” İçinde: Servet Akyol vd. (Der.), Dönüştürülen Üniversiteler ve Eğitim Sistemimiz, Eğitim Sen Yay., Ankara, 2008.

Ersezer, Devrim ve Ulutürk, Süleyman. “Türkiye’de Üniversitelerin Finansmanı, Özel Üniversiteler ve Teknokentler” İçinde: Servet Akyol vd. (Der.), Dönüştürülen Üniversiteler ve Eğitim Sistemimiz, Eğitim Sen Yay., Ankara, 2008.

 Evans, Gillian R. Akademisyenler ve Gerçek Dünya, çev. E. Kılıç, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007.

 Giroux, Henry. Eleştirel Pedagojinin Vaadi, çev. Umre Deniz Tuna, Kalkedon, İstanbul, 2008.

Gümüş, Adnan. ve Kurul, Nejla. Üniversitelerde Bologna Süreci Neye Hizmet Ediyor? Eğitim Sen Yay., Ankara, 2011.

Gür, Bekir. (2014) Eğitimle İmtihan (2004-2013), Ankara: SETA.

Headrick, Daniel R. Enformasyon Çağı. Akıl ve Bilim Çağında Bilgi Teknolojileri, 1700-1850, çev. Zülal Kılıç, Kitapyayınevi, İstanbul, 2002.

İnal, Kemal. ve Akkaymak, Güliz. (Eds.) Neoliberal Transformation of Education in Turkey. Political and Ideological Analysis of Educational Reforms in the Age of the AKP, Palgrave Macmillan, New York, 2012.

İnal, Kemal. “Türkiye’de Büyük Burjuvazi ve Eğitim. Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği’nin Eğitim Raporlarının Eleştirel Analizi”, Eğitim, Bilim, Toplum, Sayı: 42, 2013.

Levidow, Les. “Yüksek öğretimde neoliberal gündemler” İçinde: Alfredo Saad-Filho ve Deborah Johnston (Haz.), Neoliberalizm. Muhalif Bir Seçki, Çev. Şeyda Bağlı ve Tuncel Öncel, Yordam Kitap, İstanbul, 2008.  


Lichtman, Richard. Liberal İdeolojinin Marksist Eleştirisi. Eleştirel Toplumsal Kuram Üzerine Denemeler, çev. Şükrü Alpagut, Yordam, İstanbul, 2013.

O’Neill, John. Piyasa. Etik, Bilgi ve Politika, çev. Şen Süer Kaya, Ayrıntı, İstanbul, 2001. 

Özbudun, Sibel ve  Demirer, Temel. Eğitim, Üniversite, YÖK ve Aydın(lar), Ütopya, Ankara, 2006.

Timur, Taner. Toplumsal Değişme ve Üniversiteler, İmge, Ankara, 2000.






[1] Özgür Üniversite’nin 26-27 Ekim 2013 tarihlerinde Mimar Sinan Üniversitesi’nde (İstanbul) düzenlemiş olduğu “Neoliberal Küreselleşme Çağında Bilim ve Sanat” adlı sempozyumunda sunulan bildiri. Yayınlandığı yer: Alternatif Eğitim Dergisi, Sayı:2, Mayıs-Ağustos 2016, ss. 119-138.  
[2] Alternatif Eğitim Dergisi editörü. (inalkemal@gmail.com)
[3] Meziyete göre ödüllendirme, liberal yazında “meritokrasi” (liyakat rejimi) olarak bilinir. Burada her türlü soy-sop, akrabalık, köken, arka-hami, geleneksel ilişki ve parayla satın almadan azade, bireyin sadece ve sadece kendi aklı, bilgisi ve becerisi ile yaptığı işte ve mesleğinde yükselebileceği, yani sistem tarafından ödüllendirileceği öngörülür. Bu öngörünün temelinde ise mükemmel işleyen bir eşitlik ve adalet görüşü vardır. Burada bireyin başarıya yönelik kendi eylemi yüceltilirken “çalışan herkes kazanır” şiarı doğrultusunda çalışıp çabalayanın karşısında hiçbir engelin (sınıfsal konum, etnik köken, çeşitli dezavantajlı kimlikler vs.) duramayacağı ileri sürülür. Haliyle birey, kendi imkânları ve değerlendirdiği fırsatlarla bir engel olarak görülen toplumsal güçlükleri aşma becerisi gösterdiği için kendi tekliği içinde yüceltilir.   
[4] Örneğin, birçok kapitalist devlet, “çılgın”, “muazzam” büyüklükteki yatırımları, halkın adına ve halk için (çünkü halk onları bu yatırımları yapsın diye seçmiştir) yaptıklarını iddia eder. Burada devlet, elbette seçilmiş hükümet ile atanmış bürokrasinin uyumlu birlikteliğini ima ediyor. 
[5] Neoliberal kapitalizm döneminde, tüm “devlet küçültülmeli” sloganlarına rağmen bir girişimci gibi çalışan ve aynı zamanda daha “zor”a dayalı devasa devlet örgütlenmelerinin doğuşuna tanıklık ettik, ediyoruz.  
[6] Sınıflandırma, standartlaştırma ve ölçmenin Batı’da gelişimi konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Daniel R. Headrick, Enformasyon Çağı. Akıl ve Bilim Çağında Bilgi Teknolojileri, 1700-1850, çev. Zülal Kılıç, Kitapyayınevi, İstanbul, 2002.
[7] Medyada görünürlüğün ikili faydası var: Bir yandan bu öğretim üyesi piyasasını canlı tutmakta, öte yandan bu öğretim üyesi üzerinden üniversitenin adı medyada daha sık görünmektedir.  
[8] “Geleneksel eğitim” denilen eğitimin modern bir kurgu olduğunu ve fakat böyle bir şeyin geçmişte veya bugün karşılaşılan bir olgu olmadığı konusundaki tartışma için bkz. Gür (2014) 
[9] TÜSİAD’ın bu raporlarının içeriğinin eleştirel bir değerlendirmesi ve meslek liseleri konusundaki dönüşümdeki rolü için bkz. İnal (2013) ve Bulut (2007)
[10] Bu konuda Bulut’un (2007) master tezi çok önemli bilgiler vermektedir. 
[11] Bu dönüşümün içeriği hakkında geniş bilgi için bkz. İnal ve Akkaymak (2012)

Yorumlar