Çocuk ve Demokrasi



Kemal İnal


Çocuk ve demokrasi, ilk bakışta belki de yan yana düşünülemeyecek kadar birbirine uzak iki kavram ve gerçeklik olarak görülebilir. Zira demokrasi antik dönemden bu yana yetişkinlerin daha çok kendileri için tasarladıkları bir yönetim sistemi olarak görüldü. Sadece çocuklar değil ve fakat kadın, engelli, yaşlı, deli, köylü, köle, serf, işçi gibi değişik katman ve kesimlerin ilk demokrasi tasarımından bu yana epey bir süredir siyaseten ve siyaset alanından dışlandığını, marjinalleştirildiğini söylemek mümkündür. “Yetişkin demokrasisi”, akıl, deneyim, yaş, aktiflik gibi bir dizi ölçüt bakımından sadece olgun insanı (daha çok yetişkini, tercihen erkeği) siyasetin ve yönetimin merkezine yerleştirerek çocukları devlet yönetiminden aile idaresine değin bütün kritik yaşam alanlarından dışladı.



Hristiyanlık temelli Ortaçağ Avrupa geleneği günahkâr gördüğü çocuğu, şeytani tasarımın kirli bir yaratığı olarak yorumladı. Vaftiz, bir bakıma, çocuğun dünyaya bedeninde getirdiği kiri (Şeytanın mirasını), Tanrının iradesini bu dünyada temsil eden yetişkin-dindarın kutsal bir tasarrufuyla temizleme işidir. Bu bedensel kirden temizlenen çocuk, yine de olgunlaşmamış, acemi, gelişmemiş, sürekli mızmız, altını kirleten, ne zaman ne yapacağını bilemeyen bir insan yavrusu olarak yönetmeye değil, yönetilmeye muhtaçtır. Bu bağlamda şu ana değin tüm toplumların tarihi, çocukların yönetilmelerinin tarihidir. Bütün bir Ortaçağ geleneği çocuğu aşağılamaya varana değin türlü düşünce ve uygulamalarla küçülttü, küçümsedi. Hatta çocukluk diye bir kategoriyi bile tanımazdan geldi. 


Yani Ortaçağ Avrupa’sında “çocukluk” diye bir kategori yoktu; böyle bir kategori bilinmiyordu; yedi yaşına kadar olan devre “bebeklik”, yedi yaşından sonraki devre de “yetişkinlik” olarak tanımlanıyordu. Bu yüzden “çocukluk” bir “sosyal kurgudur”. Bu kurgunun da yetişkinlerin ürünü olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Ortaçağ Avrupa’sında baş kurgucu Kiliseyken, daha sonra bu rol okula ve nihayet ulus-devlet ile birlikte devlete geçti. Her halükarda çocuk, aile ve evdeki bir ileri karakol olan baba aracılığıyla genel yönetime bağlandı. Çocuk yönetilmelidir, zira tecrübe onda değil, yetişkindedir. Tecrübenin yaşantılara bağlı olduğunu ileri süren John Locke (2003), bembeyaz bir kâğıt ya da balmumu olarak gördüğü çocuğu (erkek çocuğu) biçimlendirmede anne-babasına sonsuz bir hak tanıdı. Kilisenin biçimleyiciliğinden modern aile ve devletin biçimleyiciliğine geçişte Rousseau (2000) gibi filozofların düşünceleri bir çığır açtı. 



Rousseau temel biçimleyicinin ne Kilise ne de aile ya da devlet olması gerektiğini söyledi. Ona göre bu biçimleyici “Doğa” olmalıdır. Doğanın yönettiği çocuk, en iyisidir; Emile (farazi bir erkek çocuk), doğanın elinde, bağrında en iyi şekilde yetişecektir, biçimlenecektir. Aslında “ilk günah” anlayışına karşı çıkan Rousseau, Kilise’nin yerine ikame ettiği soyut bir doğa anlayışından ziyade, çocuk üzerinde egemenlik kuracak bir gücü (Cumhuriyet ya da Devlet) haber veriyordu. 


Aydınlanma filozoflarının “İnsan”ı her türlü analizin merkezine alırken “Çocuk”u hakları ve ödevleri olan bir “biçimlenmemiş yetişkin” olarak tasarlamalarında eğitim kurumuna büyük iş düştü. Bu bağlamda kapitalizmin 16. yüzyıldan itibaren gelişmesini hızlandırmada,  özellikle matbaanın icadından sonra gelişen modern okul anlayışında çocuğun ekonomikten ziyade psikolojik (şefkat) ve sosyal (statü göstergesi) olarak ailesel ilişkilerin merkezine alınmasında bazı etkenler önemli rol oynadı. Postman, Ortaçağ geleneği içinde önemsenmeyen çocuğun önemsenir hale gelmesinde modern okulun yanı sıra ayıp düşüncesinin ortaya çıkmasından bahseder. Modern okul ile birlikte çocuk artık üretim alanında (tarla, bahçe, ev işleri vb) çalışan bir işgücü olmaktan kurtulur, “okullu” olur ama daha önemlisi çocuğun yanındayken yetişkinlerin kendilerine çeki-düzen vermesidir (ayıp düşüncesinin doğması) (Postman, 1983, 1995). 

Postman’a göre matbaanın icadıyla birlikte gelişen eğitim şartları içinde çocuk giderek bir saygı nesnesi olmaya, yetişkin dünyasından koparılıp korunması gereken ve farklı bir doğası olan bir varlık muamelesi görmeye başladı. Fakat bu farklı varlık, ne kadar yetişkin sevgisi, değeri ve saygısına muhatap olsa da, bir türlü “üzerindeki tasarruf hakkı”ndan (yani velayet ve vesayet) asla vazgeçilmeyecek birini de temsil ediyordu. Aydınlanma geleneği, Fransız devrimcilerine bir anlayış devretti. Bu anlayışa göre, tıpkı Danton’un dediği gibi “çocuk, Devletindir”. Baba ise, elinde bulundurduğu çocuğu yargılama yetkisiyle (18. yüzyıl) çocuğun özgür-özerk bir kimlik kazanmasının önünde en önemli engeli temsil ediyordu. Fransız Devrimi, sözde özgür yurttaşlar üretecekti ama bu sınıfa çocuklar girmiyordu. Çocuklardan beklenen, devlete, öğretmene, ana-babaya, daha çok da babaya itaat, sadakat idi. Babalaşan devlet ve analaşan bir vatan karşısında çocuğun pek fazla bir şansı yoktu. Velhasıl, “Çocukların Kilise’nin çocukları olmaktan kurtulup devletin çocukları olmaları, onların özgür kılınmaları değildir.” (Bumin, 1983: 85) Özgür de olamadılar zaten, ulus-devlet kapitalistlerle (burjuvazi) işbirliği yaparken çocuklara tarla-bağ-bahçe-ev işleri değil ama bu kez maden ocakları, atölye ve fabrikaların yolları görüldü. 


18 saate varan mesai süresi içinde her türlü kirli ve tehlikeli çalışma ortamında, güneş yüzü görmeden çalıştırıldılar, çünkü kadınlar gibi onların da emekleri ucuzdu. Marx ve Engels bu duruma isyan edip çalıştırılan çocukların çektikleri çilelere dikkat çektiler. Üretim alanlarında basit, ucuz, yönetilmesi ve itaat ettirilmesi kolay bir kategori olarak çocukların, bırakın demokrasiden pay almayı, hakları olabileceği düşünülmedi bile. 19. yüzyılda fabrikayı çocuk açısından olumlayan-çünkü fabrika çocukları hem sokaktaki tehlikelerden koruyor hem de çocuk kanalıyla aileye maddi gelir sağlanıyor, hatta ülke kalkınmasında çocuk emeği önemli bir rol oynuyordu-bakış açısı olaya verimlilik, kalkınma vb. açısından bakıyordu ama zaman içinde gelişen reformcu ve hayırsever burjuva hareketinin yanı sıra sosyalist perspektif, çocukların yerinin fabrika değil, okul olduğu konusunda bir başarı sağladı. Bunun hemen ardından çocuğa ihtimam gösteren, onu demokrasi açısından koruyup-kollayan bir reformcu düşünce, çocuk haklarından daha fazla bahsetmeye başladı. 


Fakat Batılı modern düşünce, nasıl Ortaçağda Kilise çocuğu mistik açıdan ele aldıysa, onun gibi yeni bir idealizasyona gitti ve çocu(klu)ğu romantikleştirdi. Romantikleştirme, çocuğa yeni bir kutsallık atfederken çocuğa yapılan onca baskı, haksızlık, sömürü ve istismarı edebiyat dünyası içinde, daha çok da roman ve öykülerle boşuna yüceltti durdu. Bu, aslında gerçek sorunlardan, çocuğa yapılıp edilenlerden bir kaçıştı. Çocuklara kişilik, saflık ve masumiyetin yanı sıra “kurtarıcı” bir rol atfeden bu romantik edebiyat geleneği yayınladığı kült eserlerle kapitalizmin sorunlarına derman olacak bir “evliya çocuk” rolü çizdi ki, bu arketipsel kurtarıcı çocuk imgesinden medet umuldu (Byrnes, 1995). Kemalettin Tuğcu romanlarında da karşılaşılan bu çocukta ‘müthiş bir insani cevher’ bulma anlayışı, çocukluğu romantikleştirip idealize ettikçe çocuğun haklarından ziyade çocuğun acınması gereken, daha doğrusu onun toplumun vicdanını temsil eden bir varlık olduğu anlayışına evrildi. Yeşilçam’da Yumurcak, Ayşeçik, Ömercik gibi karakterlerde temsiliyet bulan bu arketipsel çocuk imgesi, çocuğu alıp normal bir ortak söz, yetki ve karar sürecine sokacağına onu yetişkinlere söylediği sözler ve yaptığı davranışlarla habire ders veren bir konumda tutarak yapay bir sahnenin ortasında yalnız bıraktı. 

Yeşilçam’ın bu çocuk karakterleri, toplumun vicdanına vıcık vıcık bir acıma duygusuyla seslenerek, çocuğu türlü istismar ve ihmallerden kurtaracağını sanan bir safdillik sergiledi. Bu safdilliğin çocukta gördüğü saflık, masumiyet ve naiflik, aslında yetişkinlerin çocuğu yönetilmesi gereken bir varlık olarak görmelerini daha çok meşrulaştırdı. Batı’da 19. yüzyılda gelişmeye başlayan Çocuk Hakları Hareketi çocuğun bir kişi(lik), kendine ait bir özerklik ve özgürlük dönemi olduğunu “çocuğun yüksek yararı” üzerinden temellendirirken ürettiği birçok belgede çocuğa biçtiği bir dolu hak arasında onun yönetme ve yönetenlerden biri olma hakkını görmedi. Kant’ın aydınlanma üzerinden dile getirdiği erginlik meselesinde çocuk, aydınlatıcı güçlerin (devlet, ebeveyn, öğretmen vd.) üzerinde her türlü tasarrufa sahip olunmasında nesne olmaya devam etti. Çocuk Hakları Hareketi, çocuğu, yetişkine havale edilen siyasetin dışında tutmaya gayret etti; olsa olsa onu “sembolik demokrasi oyunları” (sınıf mümessilliği, okulda nöbetçi öğrencilik, kol başkanlığı ya da bizim 23 Nisan’lardaki devlet büyüğünün koltuğuna oturtma gibi) içinde görmekten öte geçemedi.



Bugün BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, 18 yaşına kadar her insan çocuk sayılmaktadır. Fakat bu tanım oldukça soyuttur ve birçok soruyu açıkta bırakmaktadır. 18 yaşına kadar olan bir çocuk, birçok iş (maddi üretim, öğrencilik, çocuk doğurma, derneklerde çalışma vs.) yapabildiği halde nasıl oluyor da genel ve yerel seçimlerde oy kullanamıyor, yönetici seçilemiyor? Acaba 18 yaşın hemen sonrası, mesela 19 yaş demokrasi açısından uygun bir yaş mıdır? Burada meselenin yaştan ziyade çocuğu ve genci dışlayan bir “yetişkin aristokrasisi”nin olduğunu söylemek mümkündür. Aristo’dan bu yana çocuklar aleyhine edilmemiş hakaret kalmadı. Hele emekleme çağındayken yerde sürünen, pis bir hayvanı simgelediği düşünülen çocuğa, yetişkin aristokrasinin şimdi yerine geleceği emanet etmesi, traji-komiktir, zira çocuklara “sıranızı bekleyin” deniliyor. Bekleyin, çünkü siz, yetişkinin gelişmişliğinin tersine insanlığın ilkel dünyasını temsil ediyorsunuz. 


Carl Gustav Jung der ki, “çocuğun dünyası düşünsellik-öncesi, bundan da öte bilimsellik-öncesi bir dünyadır, bizden önce var olmuş olan insanların dünyasıdır.” (Matthews, 2000:37) Çocuğu ilkellikle eşitleyen bu modern düşünce, bir yandan 16-17 yaşındaki çocukları üniversite eğitimine başlamaları için uygun görmekte, öte yandan da onları insanlığın evrim çizgisinin en başına yerleştirmektedir. Bu, büyük bir çelişkidir. Hele ki, günümüzde teknolojinin internet ve sosyal paylaşım siteleriyle iyice sirayet ettiği “dijital demokrasi” anlayışı içinde gençlerin/çocukların sergiledikleri yeteneklerin tartışılamadığı bir konjonktürde çocuklar demokrasi dünyasından daha fazla ne kadar dışlanabilir ki?! 

Yetişkin aristokrasisinin çocukları adına velayet ve vesayet hakkı üzerinden kalkarak her türlü kararı vermesi, acaba hangi demokrasi geleneği adına ne oranda uygun bir davranış oluyor? Günümüzde çocuktan anne, baba, asker, işçi, aktör/aktrist, satıcı, müzisyen, işveren oluyor da neden yönetici olamıyor? Demokrasi geleneği çocukta yöneticilik potansiyeli görmüyorsa eğer, bunun nedenleri nelerdir? Batı’da üretilen demokrasi teorilerinin neredeyse hiçbirinde çocukları ilgilendiren bir bölüm yoktur. Çocuklara biçilen safdil “Çocuk Cumhuriyeti” kavramı da çocukları 23 Nisan dekolteli bir yönetim giysisi içinde gülünçleştirmektedir: Yetişkin Cumhuriyeti’ne karşı Çocuk Cumhuriyeti mi? 




Çocukluğu siyasal açıdan idealize eden bu cumhuriyetçi yaklaşım da çocuk hakları içine çocuğun yönetme hakkını koymaz. Denilir ki, ne anlar çocuk enflasyondan, diplomasiden ya da sağlık meselelerinden? Bu bakış açısı çocukta eksik bir potansiyel görür, onu bilgisiz, deneyimsiz ve acemi olarak görür ama yetişkinlerin yaptıkları siyasal hatalara ne diyeceğiz? Kuşkusuz çocuklar da yetişkinler gibi demokrasiyi yaşayarak içselleştireceklerdir, kâğıt üzerinde ya da teoride değil. ‘Çocuk Meclisleri’ dünyanın birçok ülkesinde faal, çocuk vekil ya da senatörler var. Ama bunu “çocukça” bulup olayı sembolikleştirmek, demokrasiye çocukluğun naifliğinin karışmasını engeller ki, bu, demokrasiyi yetişkin tiranlığında tutmaya neden olur. Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesiyse, bu halk içinde çocuklar da epey bir yekûn tutuyorsa, bırakalım çocuklar da demokrasinin nimetlerinden ve külfetlerinden faydalansın. Demokrasi nimetse sebeplensin, külfetse yüklenip taşısınlar. Bu haktır ya da görevdir, doğaldır ya da toplumsaldır, bireyseldir ya da kolektiftir; hiç önemli değil. Çocuk, demokrasilerin gözü, kulağı ve ağzı olabilir.                                                 

Kaynakça

Ariès, Philippe. Lenfant et la vie familiale sous l’Ancien Régime, Éditions du Seuil, Paris, 1973.

Bumin, Kürşat. Batı’da Devlet ve Çocuk, Alan yay., İstanbul, 1983

Byrnes, A. The Child. An Archetypal Symbol in Literature for Children and Adults, Peter Kung Pub., New York, 1995.

Locke, John. Eğitim Üzerine Düşünceler, Çev. H. Zengin, Morpa Kültür Yay., İstanbul, 2003.

Matthews, Gareth B. Çocukluk Felsefesi, Çev. Emrah Çakmak, Gendaş Kültür yay., İstanbul, 2000.

Postman, Neil. The Dissappearance of Childhood, W.H. Allen, London, 1983 (Türkçesi: Çocukluğun Yokoluşu, çev. K. İnal, İmge Kİtabevi  yay., Ankara, 1995)

Rousseau, J.-J. Emile ya da Çocuk Eğitimi Üzerine, Çev. M. Baştürk-Y. Kızılçim, Babil Yayınları, Erzurum, 2000.





.

Yorumlar