Kemal
İnal
Belkide ırkçılık
biçimleri içinde en az bilinen tür, dil ırkçılığı olsa gerek. Zira dil ırkçılığı
denilince insanın aklına hemen somut bir ayrımcılık biçimi gelmiyor. Oysa dil
ırkçılığı, ırkçılık biçimleri içinde belki de en eski olanı. Şöyle ki, coğrafi
keşifler ve alternatif ticari yol arayışlarının başladığı 15. yüzyıldan
itibaren Batılı tacir, din adamı, seyyah, gemici ve pek çok insan, ilk kez
karşılaştıkları Batı dışı yerli insanların konuştukları dillerin bir dil olamayacağını
düşündüler. Böylece, kendi konuştukları dile hiç benzemeyen dillerde konuşan bu
insanların ağızlarından çıkan seslerin hayvan seslerine benzediğini düşünerek
ilk kez dil ırkçılığını başlattılar. Sırf konuştukları dil kendi dillerine
benzemediği için “ilkel” insanların rasyonel düşünemeyeceğine de kanaat getiren
bu bakış açısını Claude Lévi-Strauss gibi antropologlar ürettikleri “yabanıl
düşünce” gibi kavramlarla çokça eleştirdiler.
Batıda 19. yüzyılda zirvesine
çıkan fiziki (ten veya deri, renk üzerinden) ırkçılığın bilimle kurduğu bağlar
giderek zayıflayıp sosyal bilimlerce mahkûm edilmeye başlanınca ırkçılık, 20.
yüzyıldan itibaren kültürel ve sosyal bir biçim aldı. Bir başka insanı sadece kültürel
bazı özellikleri yüzünden aşağılamak, dışlamak ve ona çeşitli biçimlerde
ayrımcılık uygulamak, bazı ülkelerde devlet politikası halini bile aldı. Bu
politikalara karşı yine Batılı ülkelerde, farklı dilleri kültürel zenginlik
olarak görüp bu dillerin korunması, geliştirilmesi ve hayatta kalması için birçok
kuruluş ve bilim insanı ortaya çıktı. Fakat gelinen noktada göç ve göçmenlik,
etnik azınlık ve farklı kimlik grupları söz konusu olduğunda dil ırkçılığı bir
biçimde varlığını hala sürdürmektedir. Bilhassa milli düzeyde, ulus-devletlerde.
Küreselleşme ile birlikte İngilizcenin
tüm dünyada ve bazı birkaç dilin (Arapça, Rusça, Türkçe, Almanca, Fransızca
vs.) belli bölgelerde hakimiyetini kurması ("lingua franca"), yerel birçok dilin yaşaması
karşısında bir tehdit oluşturmaktadır. Yok olma tehlikesi altında yaşayan
yerel, ulusal veya etnik dillerin kendi dillerini yaşatma taleplerindeki
(anadilinde öğretim, kendi dilinin resmi dil olarak tanınması vs.) artış, bir
yandan bu dillere ilişkin küresel düzeyde sempatiyi artırırken, öte yandan da o
ülke içinde bu yerel dil veya dillere karşı çeşitli ayrımcılık biçimlerinin
ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Dil ırkçılığı nedir?
Prof. Paul Mecheril’in de belirttiği gibi modern
döneme özgü bir fenomen olan dil ırkçılığı, ırkçılığın bütün pratiklerini
içerir. Dil ırkçılığı belli ideoloji ve pratiklerin kaynaştığı bir düzendir.
Meşrulaştırma pratikleri vardır ve bu, belli ideolojik söylemler üzerinden
işler. Haliyle, diyebiliriz ki, dil ırkçılığı, dil üzerinden yapılan basit bir
ırkçılık biçiminin çok ötesinde boyutlar içerir. Dil ırkçılığı günlük yaşam
gerçekliği içinde insanların düşünce ve pratiklerine (veya Bourdieu’nün "habitus“ olarak adlandırdığı "kültürel yatkınlıklar alanı“na) sinmiş olduğu
kadar daha sistemsel düzeyde de görülebilir. O halde, dil ırkçılığı,
emperyalizm, kapitalizm, sömürgecilik gibi meta sistemleri güçlendirici ve
meşrulaştırıcı söylem ve pratikler de içerebilir.
Örneğin, İngilizlerin Hindistan’daki kolonyalist sistemlerini güçlendirmek için ilk yaptıkları
şeylerden biri, çokdilli olan Hindistan’daki yerel dilleri Batılı rasyonel
eğitim sistemini oraya yerleştirmek için gelişmemiş bularak İngilizceyi standart eğitim,
bilim ve sosyal iletişim dili olarak yerleştirmesidir. Aynı
durum İspanya açısından Latin Amerika’da, Fransa açısından Kuzey ve Orta
Afrika’da, Rusya açısından Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Orta Asya’da söz konusu
oldu. Haliyle dil ırkçılığı hem devlet düzeyinde politik hem de şirketler
düzeyinde ekonomik ve bireyler düzeyinde sosyal dışlama ve aşağılamanın,
giderek yerel kimliklerin kültürlerini yok etmenin aracına dönüştürülebilmektedir.
Yine Mecheril’e göre dil ırkçılığı, yoğun bir ötekileştirme süreci içerir.
Burada üç temel ötekileştirme biçimi görülür: 1) Ötekiler değersizdir, 2)
Ötekiler tehlikelidir, ve 3) Ötekiler gereksizdirler. Bu üç değerlendirme
biçimi (“değersiz”, “tehlikeli” ve “gereksiz”), ötekinin nesnel varlığı
üzerinden kültürüne, yani özelde doğrudan konuştuğu ve yazdığı diline
yönelebilir. Bu yöneliş kendini çeşitli ayrımcılık biçimleriyle gösterir.
Örneğin, bir göçmenin göç ettiği metropol ülkede eleyici dil sınavlarına tabi
tutulması, vatandaşlık için belli bir düzeyde o ülkenin dilini öğrenmesinin
şart koşulması, kendi (yerel) diline o ülke eğitim ve sosyal hayatı içinde yer
verilmemesi (verilse de bunun sembolik düzeyde kalması), göç (host) ülkesinde
aksanlı konuşmasının yadırganması ve fakat aksansız konuşsa da tam ölçüde
entegre olmuş olarak kabul edilmemesi, dil ırkçılığının
farklı biçimleri olarak kabul edilebilir.
Göç(menlik) bağlamında dil
ırkçılığı
Göç kökenli kişinin göç(menlik) ile ilgili
durumlarının (“ne zaman, niye göç etti?”, “göç ile ilgili ne tür sorunlar
yaşıyor?” vs.) sürekli ona hatırlatılmasında dil, bir homojenleştirme,
kutuplaştırma ve hiyerarşik açıdan çerçeveleme
biçimleri olarak kullanılabilmektedir. “Göçmen”, dil bazında kendi ülkesinin
dili hor görülerek göç ettiği ülkenin dilinde homojenleştirilmeye çalışılırken
elde ettiği dilsel yetilerin başka bazı ayrımcılıkları yok etmediğini
görebilmektedir. Örneğin Almancayı mükemmel bir şekilde konuşsanız da
yaptığınız iş başvurusunda Alman(ca) olmayan adınızdan dolayı
kaybedebilirsiniz. Fransızcada çok üst düzeyde bir dil seviyesine ulaşsanız da,
renginizden dolayı bir grup kıyaslaması yapılarak Fransız olmayan gruba
yerleştirilip işinizde yükselemeyebilirsiniz. En sonunda da, diliniz, renginiz,
göçmenlik kökeniniz nedeniyle hiyerarşik açıdan çerçevelenip toplumun en alt
kesimine yerleştirilebilirsiniz. (Bu, bir tür “marjinal sosyalleştirme”
şeklinde tuhaf bir hal alabilir.)
Burada, etnik köken ile sınıfsal konum
birbirini destekleyecek şekilde işe koşulur: Etnik kökeniniz nedeniyle sınıfsal
olarak yukarı çıkma şansınız, tüm parasal ve mülk avantajınıza rağmen, kültürel
olarak engellenebilir. Burada standart dile hâkimiyetinizin bir önemi yok, zira
öğrendiğinizi ikinci dil (diyelim bir Türkiyelinin öğrendiği Almanca), tipik
bir Almanın gözünde sizi “yeterince Alman” yapmaya yetmez. “Yeterince Alman”
olmanın ölçütleri de son derece belirsizdir. Zira“öteki”nin Alman kültürü içinde
homojenleştirilmesi, aynı zamanda Alman kültürünün bozulması anlamına gelen bir
tehdit olarak anlaşılabilir.
Dil ırkçılığının sosyal
biçimleri
Dil ırkçılığının doğrudan siyasal olmayan başka
birçok biçimi daha vardır. Örneğin, “native speakerism”. Öğrenilen/konuşulan ilk
dilin en iyisi olduğuna işaret eden bu kavramda vurgu, kendi yerel dilini en
üstün konuma yerleştirip tipik bir etnosantrik tutum içine girmektir. Yine “aksanlı konuşma”, standart (tek
biçimli, her mekân ve zamanda aynı) konuşmaya karşı bir tehdit olarak
görülmektedir. Oysa aksandan arındırma, kültürel farklılık ve zenginliğe karşı
bir politika olarak görülmekte ve kabul edilmemektedir. Zira “aksansız
konuşma”, bir ulusal dilin standart değişkesinin kabulü anlamına ciddi bir
homojenleştirme içerdiği için dil ırkçılığı biçimi olarak görülmektedir.
Gramer, sentaks ve kelime hazinesinde bir yoksullaşmayı ifade eden “aksansız
konuşma”, dilin standart değişkesinde (varyasyonunda) zenginleşmeye yol
açarken, standart olmayan lehçe, ağız veya diyalektlerde bir yoksullaşmaya,
hatta yok olmaya yol açabilmektedir. Aksan, dilin üstüne gelen bir melodi,
dilin tınısını güçlendiren bir sesleniş biçimi olarak kabul edilmeli ve
korunmalıdır. Birçok ulus-devlet, bir yandan okullarında aksansız standart
konuşmayı norm olarak kabul ederken, öte yandan da lehçelerin yaşaması için önlemler almaktadır. Bu, çok
ciddi bir çelişkidir. Küreselleşmeyle birlikte kültürlerarası iletişim
kalıplarının çeşitlenip arttığı bir dönemde ötekinin diline, sesine ve aksanına
karşı kapalı bir duruş, demokratikleşmenin önünde ciddi bir engel haline
gelebilir. Her türlü homojenleştirme (başta asimilasyon olmak üzere), çağın
ruhuna aykırıdır.
Kimliklerin kendilerini ifade etme hakkı,
çokkültürlü/çokdilli eğitim gibi talepler, bugün dünyanın hemen her yerinde en
temel demokratik talepler olarak kabul görmüş durumda. Bourdieu’yü anarsak,
standart dil ve konuşmayı, haliyle bunun her türlü avantajını kullanarak elde
ettikleri sembolik gücü sembolik şiddete çeviren devletlerin ve üst sınıfların yaptığı
şey, en temel insan haklarını çiğnemektir. Bunun önüne geçmek için dil, bir
ırkçılık ve sınıfsal ayrımcılık biçimi (politik-kültürel güç, sermaye biçimi
vs.) olarak değil, barışı ve eşitliği güçlendirecek bir kültürel zenginlik
olarak görülmeli ve kullanılmalıdır. Ülkemizde son yıllarda Türkçeden farklı/başka dil, daha ziyade Kürtçe ile ilgili tartışmalarda durum nedir? Bir başka yazımda bu konuyu uzunca ele aldım.
Yorumlar
Yorum Gönder