Kemal
İnal
Kapitalist basın-yayım dünyası, medyası ve halkla
ilişkiler ve tanıtım sektörü, kimi, ne zaman, hangi nedenle ve kimin için
çok-satar yapacağını iyi bilir. Çoksatarlık, kapitalizmde çeşitli ürünleri, düşünceleri
ve yazarları metalaştırmaya yarayan etkili bir mekanizma, bir piyasa kültürüdür.
Bu kültürün üzerine oturduğu asıl kaynak, bir nesne, yoğrulacak bir hamur veya yönlendirilecek “özel okur”lardır. Bu
okur tipi, çoğu zaman kült yazarını kendi dünyasının biricik anlamı olduğu
konusunda içine çeker, orada eritir, onunla birlikte hayaller dünyasında kaybolmaktan büyük bir zevk alır. Kendilerine çok sat(ıl)an bir kitapla veya
başka bir metayla anlamlı, tılsımlı, zengin ve rengârenk bir dünya kurduğuna
inanan küçük burjuva okurlar, piyasanın habire kendileri için yeniden ürettiği
“özel yazar”larını sahiplenerek sürüden ayrıldıklarını düşünürler. Bu kendini
özel hissetme halini küçük burjuva okura sağlayan şey, çoksatar romancının
piyasa üzerinden efsaneleştirilmesi de olabilir elbette.
Burada tipik tavırlar bellidir: Çok özel bir romancı,
hikâyeci, müzisyen, mizahçı vs. olmanın gerekleri yani ortalıkta çok az gözükme
veya her türlü ortamda gözükme, kendine sıra dışı, karizmatik nitelikler
atfetme, Allah vergisi yeteneğin kendinde tecelli etmesinin yarattığı haleyi sürekli vurgulama, eserleriyle kurduğu o küçük dünyanın ne kadar da masum,
derin ve zengin olduğunu daima açıklama veya olabildiğince dar bir dost
çevredeki kurulan çok özel dünyalar, medyayla girilen çıkar ilişkileri…
Kült yazarla çoksatan bir kültürel dünyanın içine
girme isteği, haliyle kapitalizmin yol açtığı yaraları görmeme isteğiyle at
başı gider. Gerçeklikten kaçmak, gerçekliğin yarattığı sorunları zaman zaman
küçümsemeyi, bu sorunlarla karşılaşma, hesaplaşma ve mücadeleden kaçınmayı
gerektirir. İstanbul’un trafiğinden, rant ilişkilerinden, habire para kazanma
hırsından, kirinden, pasından, kalabalığından mı bunaldınız? Adres bellidir:
Bodrum veya daha sakin bir deniz kenarı, orman, dağ başı, kamping alanı, kırlık
bölge, yaylalar sizi bekliyor. Orada ütopyanıza uygun bir mekân, ortam, ilişki
seti ve hava yaratabilirsiniz. Bu temiz hava, dingin ortam, organik besin, has
insan arayışı, küçük burjuvayı içine çeker. Çeker ama küçük burjuva “insanları”
sevmez, sadece “insanı” sever. Hava kirliliğini yaratanlardan nefret eder, o zaman küçük bir organik bahçe yaratarak katharsis hali yaşar.
Edebiyat dünyasının çoksatar roman ve hikâyelerinin
okuru da böyledir. Edebiyat çöplüğünden gelen kokulardan bıkıp usandığında,
edebiyatın metalaşması karşısında tavır alacağına, bir mücadeleye girişeceğine,
birilerinden hesap soracağına, kendi özeline çekilip kendine masallar anlatarak
kapitalizmin yarattığı ağrıları dindirecek kült, efsane, farklı yazarlar
aramaya başlar. Bu, kaçışın, yenilgiyi kabullenmenin, hırsızlığa ve her
türlü pisliğe ses çıkarmayıp da ortak olmanın başladığı bir noktadır.
Türkiye basım-yayın dünyasından birileri son
yıllarda gözünün önündeki her türlü kirliliğin, yozluğun, çürümüşlüğün,
sefaletin üstünden atlayarak, mümkünse onları hiç görmeyerek efsane bir romancılık/hikâyecilik
ve romancılar/hikâyeciler geleneği yaratmaya çalışıyor. Büyük ölçüde yarattı
da. Bu gelenekle kapitalizmin sert kayasıyla uğraşmak yerine, küçük küçük,
hazmedilmesi kolay romanlar/hikâyeler anlatarak küçük burjuva okurlara
gerçeklikten kaçış imkânları sunuluyor. Bu tarzın en etkili kalemlerinin
başında İhsan Oktay Anar geliyor. Bu hikâyecinin okurları, yaşadıkları
hayatlarını yeterince ilginç bulmuyorlar ki, her gece “yar bana bir eğlence!”
nidasıyla piyasaya taleplerini iletiyorlar. Bu anlamda Anar, son yıllarda kendi
piyasasını yaratmanın ötesinde, kendisi büyük bir piyasa haline gelen, piyasa
kültür duvarının çok önemli bir tuğlası haline dönüşen halesiyle bize çok
şeyler anlatıyor.
İhsan Oktay Anar bize ne anlatıyor?
Bu adam bize ne diyor aslında?
Kitapları ve yarattığı efsane dünyası, halesi nasıl
değerlendirilmeli?
Anar, tam da Batılı, egzotik hazlar peşinde koşan ve
fakat modern hayatın içinde gerçek yaşamın bütün insanlara dayattığı yoksulluk,
sömürü ve politik çürümenin keyif kaçırıcı an ve dayatmalarından kaçmak isteyen
şehirlerdeki zavallı küçük burjuvalar için yazmaktadır. Şehirlerdeki küçük
burjuvaların iç sıkıntısı geçiren, kabız, insanları sevmez ruh hallerine merhem
olabilecek ürünlerin başında gelen postmodern roman ve hikâyeler, iyi
bildiğimiz gibi bizi bugünden çekip alarak geçmişe götürmek bakımından çok
farklı dünyalar yaratırlar. Kurmaca, gerçekliğin olanca gücüne karşı her geçiş
noktasında, istasyonda fark atar durur. Tuhaf hikâyeler, ilginç mekânlar,
farklı kişilikler, tarihten anekdotlar, o bildik meseller, antika dünyalardan
tecrübeler, çeşitli zıtlıklar, basit olaylarda deruni anlamlar arayan şehirli
küçük burjuvalar için Anar’ın romanları kapitalizmin pisliklerinden kaçıp
saklanmak için ideal bir kovuk, niş veya sakin korunak sağlamaktadır. Yazarın
kendisini efsaneleştirmek için marjinal bir yaşam tarzı seçmesi, okurunu adeta
hazdan delirtmektedir: “Benim yazarım, o kadar özel ki, genelin içine çıkıp da
kendini heba etmiyor?” Bu hem okurun kendi dünyasında hem de yazar üzerinden
okurun edebiyat dünyasında yaratılan özel olma hali, günümüz gerçekliğinin
sözde kaba sabalıklarına, standart dışı boyutlarına, türlü-çeşitli sorununa
verilen bir yanıt, atılan bir goldür güya.
Bu özel olma hali, medyadan ve insanlardan kaçış,
kendi kabuğuna çekilme, tılsımlı bir dünya yaratma isteği, ille de yalnızlığın
yarattığı efsaneleştirici hale, kapitalizmin piyasa ilişkilerine karşı bir
duruş mu? Hiç de değil. Piyasada çok görünmek kadar hiç görünmemek veya çok az görünmek de
iyi para, şöhret, kutsiyet ve özellik getiren bir imkândır. Çoksatan romancı/hikâyeci,
piyasasını o piyasa içinde çok az görünerek de genişletebilir. Kapitalizm,
değil midir ki, okuru avlamak için sonsuz imkân sunan bir sistemdir. Artık iş,
bunu bilene, bundan yararlanana kalıyor.
Anar’ı okurları çok özel bir dille yazdığı için
benimsemiş görünüyor. Oysa bu özel dilin alamet-i farikası, ağdası, eski Türkçe
kelimeleri yalap-şap kullanan bir şehirli züppeliği ve okurda “adam amma da dil
cambazıymış!” dedirten yapısı değil, Türkçeyi yüz elli kelimeyle konuşan zavallı
küçük burjuva okuru avlamak için kullanılmasıdır. Kelimeleri roman ve hikâye
sanatı içinde sadece bir araç olarak kullanmak yerine, dile kendinden menkul
postmodernist bir değer biçen ve metni tüm gerçekliğin yerine koyan, hayatın
kendisini sadece ve sadece hikâye olarak gören bu küçük burjuva roman ve hikâyecilik
tarzında toplum, ete-kemiğe bürünmüş insanlar, çeşitli ve fakat zengin grup
ilişkileri, kolektif değerler, insani durumlar, mücadele içinde olan kültürler
yok. Varsa yoksa okura “sen çok özel bir okursun, çünkü ben özel bir yazarım”
dedirten edebi mesajlardır. Bu özelliğin çıktığı kapı da hep marjinal bir
değerler dünyası olmaktadır. İletişim dünyasında her türlü sosyal gerçeklerden
kaçmak için özel dünyalar arayan okur, izleyici, dinleyiciler vs. kendilerine
böyle kült, efsane, biricik, çok özel, acayip hikâyeci, romancı, şarkıcı vs
bularak rahatlamaktadırlar. Bu
anlamda İhsan Oktay Anar hikâyeciliği veya romancılığı, küçük burjuva okuru
sosyal gerçekler karşısında teskin eden, onu kendinden geçiren, çoğu zaman
uyuşturan boyutuyla gönüllerde taht kurmaktadır. Bu kurmaca üzerinden okurda
gerçekleşen özel olma hali, Orhan Pamuk başta olmak üzere birçok romancı ve hikâyecide
mevcut.
Kitaplarının adlarına bir bakalım: Puslu Kıtalar Atlası, Amat, Kitab-ul Hiyel,
Efrasiyab’ın Hikayeleri… Bu isimleri okuyunca ne hisseder, ne düşünürsünüz?
“A evet, çok özel bir yazar olduğu daha kitabın adından belli canım” mı yoksa
“böyle roman-hikâye ismi mi olur?” Öyle ya da böyle; burada mesele, kitabın
daha adında başlayan “derin yazar” algısıdır. Türkiye’de günlük hayatında 150
kelimeyle konuşan okuru avlamak son derece kolay. Çoğu postmodern yazar bunu
daha kitabın başlığıyla, ön kapaktaki sıra dışı resimle, olmadı arka sayfaya
eklenen tipik “bu müthiş kitabı okuyun” yollu tavsiyelerle çok kolayca
becerir.
Anar, Osmanlıyı ve İslam’ı, öncelikle o arkaik,
yazmada olduğu gibi okumada da zorlanılan dil ve tarzı, yüz elli kelimelik
Türkçeyle konuşan ve yazan okura sevdirme derdinde olan postmodernizme angaje bir
yazardır; sivil toplumculuğun, liberal solun, belli yayın evlerinin bir Türkiye
projesidir. Anar’ın tarihe bakışı, tıpkı romantizmin hümanist insan anlayışını
yansıttığı için bütünüyle idealisttir; kahramanları tam anlamıyla “artistik”tir,
yani sadece kitap sayfalarında ancak görünebilecek hikâyelerdir. Bu yönüyle
Anar, sistemle hiçbir hesaplaşmaya giremeyecek kadar korkak, çekingen ve
kendine özel bir yazardır: Ben kendime özel bir dünya kurdum ve o dünyanın
içine hiç kimseyi sokmam. O, tarihsel gerçekler içindeki önemli toplumsal
olayların üstünden hızla atlayıp tuhaf, fantastik, garip veya acayip, sıra dışı
olaylara, hayallere, kişiliklere, bilmem hangi geminin bilmem hangi
ayrıntısına, cetvele, pergele, haritaya, zamana, sonsuzluğa, zaaflara veya
erdemlere odaklanarak okura tarihin derinliklerinden seslenir; küçük burjuva
dünyaların marjinal yaşam tarzları için bol malzeme sunar. Herhalde bu
malzemeyi tükettiğinde zevkten sarhoş olan küçük burjuva okur için bu fantastik
masallar önemli oranda bir katharsis (arınma) sağlıyordur. Bu sahte, güya ve
ucuz arınma biçimi için küçük burjuva okuru bu sürece hazırlayan, ısındıran
liberal eleştirmenler için bu iş, yani yazarımızı allayıp-pullama işi, basit
bir para kazanma, işinin parçası olma ediminin ötesinde anlamlar taşıyor olsa
gerek; zira bu tür eleştirmen için İhsan Oktay Anar tarzı hikâyecilik-romancılık
“hele şükür bizim de Borges tadında bir yazarımız var” diye avuntulara neden
olduğu için kendini yerelden kurtarıp evrensel sular içinde ifade etmeye imkân
sağlamaktadır.
Tıpkı Hasan Ali Toptaş gibi romanlarında
sözlüklerden çokça aranıp bulunmuş ve olaysız, insansız ve gerçekliksiz bir
bağlamda ard arda dizilmiş kelimelerle roman inşa eden birinden Kafka çıkarmak
gibi. Bu yerel yazarlarda evrensel yazarların izini arayıp bulma, tam da bir
küçük burjuva düşkünlüğünün dışa vurumudur. Gecekondu yıkımları, işsizlik,
sendikasızlık, düşen reel ücretler, yoksulluk ile ilgili yazında yeterince
evrensellik bulamayan postmodernist romancılık-hikâyecilik gözünü elbette tekin
sulara diker. O sularda yüzmek de balık avlamak da sorunsuzdur.
İhsan Oktay Anar, kapitalist bir projedir. Bu
projenin öncelikli hedefi, sanrılar, türlü sıkıntılar, çeşitli hastalıklar
pençesindeki küçük burjuva okurların sisteme yeniden sağaltımıdır. Yeniden
üretim süreçlerinde edebiyat etkili ve verimli bir araçtır. Lezzet, tat, çeşni
arayan küçük burjuva okurlar aynı zamanda tarihsel kaçış hikâye ve romanlarıyla
kendinden geçmek isterler; bu anlamda İhsan Oktay Anar, küçük burjuva okur için
edebi bir afyondur. Çektikçe insanın
içine çekesi gelen bir afyon!
Yorumlar
Yorum Gönder