Öğretmen Emeği: Niteliksel Değişimlere İlişkin Sistemik Denetimlerin Eleştirel Bir Analizi[1]


Kemal İnal[2]


Son yıllarda emek dünyasında yaşanan yapısal değişimin öğretmen emeği veya istihdamı alanındaki olumsuz sonuçları (örneğin, işsizlik, derslik içine uzanan artan kontrol, performansa göre ayrıştırma, yaratıcılığın kaybolması, paket programlara göre öğretim ve teknisyenleşme, eleştirel olmayan pedagojik pratiklerin artması vs.) genellikle sermayenin, neoliberal ideoloji çerçevesinde, işgücü üzerindeki artan denetimiyle bağlantılandırılır. Buna göre, daha esnek, kırılgan (precarious), güvencesiz ve değişken çalışma biçimleri (örneğin, sözleşmeli, saat ücretli, vekâleten çalışma) dayatılan “bilgi emekçileri”, derslik içinde yaratıcılık, inisiyatif ve yönlendirmeye dair hak, yetki ve sorumluluklarını kaybederler. 




Post-fordist üretim yöntem ve tekniklerinin yeni talepleri uyarınca kişiliklerinden mesleki birikim ve becerilerine değin bir dizi alanda baskıya maruz kalırlar. Bu sistemik bakış açısına göre öğretmen, güçlü bir yapı olan kapitalizmin “yeni” yenidenüretim süreçlerinde pasif biçimde, kendine bahşedilen rolü oynamaktan, askıda kalmaktan, kuklacının elinde istenilen performansları sergilemekten başka bir şey yapamaz. Tabiri caizse, pedagojik dünyada aciz bir mesleki çalışandan öteye gidemez. Öğretmeni özne, fail (agent) ve inisiyatif alabilen bir bilgi emekçisi, mücadele eden kamu çalışanı olarak değil de, sistemin istediği türde şekillendirdiği bir nesne, daha doğrusu yeni nesnellik ilişkileri içinde (neoliberal kapitalizmin pedagojik alanda yarattığı yeni sistemik sınıfsal düzenlemeler çerçevesinde) yukarıdan dayatılan her türlü program, oryantasyon ve fiiliyatın (öngörülen resmi pratiğin) pasif uygulayıcısı veya figüranı olarak gören bu yaklaşım, haliyle öğretmen emeğinin dönüşümünü analiz ederken okul/derslik içi direnç hatlarını, başkaldırı noktalarını, itiraz fiillerini, kolektif mücadele deneyimlerini (sendika), aşağıdan “bilinçsiz” direniş stratejilerini (Michel de Certeau) göremez.


Neoliberal kapitalizmin eğitim ve okula maddi (kâr) ve manevi (ideolojik) müdahalelerini çeşitli yapısal parametreler (şirket, piyasa, devlet, çıkar amaçlı STK’lar vs.) üzerinden ele alan, araştıran, ölçen ve raporlayan bu yaklaşımın kör kaldığı esas nokta, neoliberal kapitalizmin eğitim/okul sistemi içinde pürüzsüz, doğrusal ve sorunsuz şekilde işle(ye)mediğidir. Çekilen pedagojik resimde, ressam (devlet, şirketler, çıkar amaçlı STK’lar vd.) fırçasını istediği gibi sallamakta, beğendiği renkleri kusursuzca kullanmakta, figürlere desen üzerinde istediği şekli vermekte, amaçladığı manzarayı ortaya çıkarabilmektedir. Bu yukarıdan, toptancı ve ayrıntılara kör kalan yaklaşım, eksiksiz ve kusursuz bir kapitalizm manzarası çizerken aşağılarda, ayrıntılarda, küçük noktalarda, dar bölgelerde, çıkmaz sokaklarda neler olduğunun farkında değildir.

Oysa çeşitli alan araştırmalarının da gösterdiği gibi,[i]sistem her istediğini yapamamakta, çoğu reform kâğıt üstünde kalmakta, robotlaştırılmaya veya otomatlaştırılmaya çalışılan öğretmen bir şekilde, bilinçli veya bilinçsiz, aşağıdan veya tepeden, farkında olarak veya olmadan kendince olmasında fayda gördüğü eğitim mücadelesini sürdürmektedir. Sistemin onu giderek daha fazla araçsallaştıran düşünce ve uygulamalarına karşı koymakta, öğretmenliğin klasik/geleneksel rollerini (aydın, entelektüel, dönüştürücü, idealist vs.) oynamaya çalışmaktadır.


Buradaki temel sorun, merkezden belirlenen ve etüt çalışması yeterince yapılmayan reformların aşağıdaki öğretmenin fikri alınmadan uygulamaya konulması durumunda başarı şansının düşük olmasıdır. Bu başarısızlık ve eğitsel kriz üzerine yapılan sistemik çalışmalar, eğitimin öznelerinin reformları neden yeterince sahiplenmediğini, bunlara uyum sağlayamadığını açıklamaya çalışırken çoğu zaman aktör temelli yaklaşımlarını (eğitim bileşenlerinin algılarını ölçen çalışmalar) kaba pozitivist çizginin dışına çıkaramadılar. Örneğin, 2004 yılında Türkiye’de Milli Eğitim Bakanlığı’nca (MEB) devreye sokulan İnşacı Eğitim Yaklaşımı’nın (konstrüktivizm), öğrenci merkezli pedagoji, çoklu zekâ, otantik ölçme-değerlendirme, beceri eğitimi, performans ve proje ödevleri gibi onca parıltılı parametreye rağmen neden başarısız olduğunu, bu sistemik veya Marksist yapısalcı (yenidenüretim) yaklaşımlar açıklayamadı.[ii] Öğretmeni öğrencinin periferisine çekmeye çalışan, onu (mentor, koç, rehber gibi) çeşitli adlar altında klasik/geleneksel rolünden (bilgilendirerek aydınlatma) sıyırmaya çalışan bu reform uygulamasının başarısızlığının gerisindeki asıl saikleri göremediler. MEB’in mahkemelerce iptal edilen birçok reform programına/uygulamasına (ilk akla gelen “Kariyer Basamakları Sınavı” örneğin) karşı çıkan eğitim sendikalarının bileşenleri olan öğretmenler, bu başarılarını okul içlerinde, sokak ve meydanlarda güçlü öznellikler, özneleşmeler yaratarak gerçekleştirdiler. Öğretmenin özneliğini fiiliyatta bir fail olarak göstermesindeki saikler sadece örgütlü bir çerçevede (ideolojik ve sınıfsal mücadele, sistemin demokratikleştirilmesi vs.) anlaşılamaz. “Aşağıdan yazılan tarih”[iii] çoğu zaman bilinçsizdir, fail sisteme itiraz veya eleştirisinin farkında bile olmayabilir; hatta yukarıdan dayatılan her türlü kural, norm, değer ve düzenlemeyi (yönetmelik, genelge vs.) pas geçerek kendi özgül, yerel ve otantik çözümlerini devreye sokabilir.[iv]

Bütün bunlar şu anlama geliyor: Evet, neoliberal kapitalizm eğitim ve okula müdahale etmekte; kamusal (parasız, demokratik, yaygın ve halkçı) olması gereken eğitim hizmetini, iptal ettiği refah devleti konsepti çerçevesinde, paralı kılarak metalaştırmakta, okulların şirket mantığınca yönetilmesine yol açmakta, çeşitli eğitim hizmet ve mekânlarını (eğitim, temizlik, kırtasiye, kantin, spor salonu vd.) ya taşeronlaştırmakta ya da şirketlere kiralamakta, bir zamanlar devletçe çok ucuza mal edilip üretilen ders kitabı gibi çeşitli pedagojik materyalleri özelleştirmekte (kendi üreteceğine piyasadan satın almakta) ve nihayet öğretmen tanımını, emeğini ve pratiğini yeniden şekillendirmekte, dahası güvencesizleştirmekte, piyasanın kalibresine göre ölçmekte, şirketvari önlemlerle yeniden düzenlemektedir. Kuşkusuz bütün bunlar öğretmenlerin eskiden olduğu gibi öğretmenlik yapmalarını engellemekte; ücretleri azalmakta, eski orta sınıf temelli yaşam tarzlarını bozmakta, refah seviyelerini düşürmekte, geçim sıkıntılarını artırmakta; MEB’in öğrenci ve velilerle daha fazla sorun yaşamasına neden olmaktadır. Bunlar öğretmen emeğinin bildiğimiz, eski kalıplarda gerçekleştirilmesini engellemekte, öğretmeni ciddi bir varoluş sıkıntısı ve mücadelesi içine düşürmektedir. Bütün bunların bir sonucu olarak, her geçen sene artan sayıda öğretmen meslekten ayrılmayı düşünmekte, sıkıntılarından dolayı başta stres olmak üzere çeşitli hastalıklara yakalanmakta, çoğu zaman umutsuzluğa kapılmakta, geleceğine ilişkin ciddi endişeler yaşamaktadır. Sorunun asıl nedeni elbette bir sistem olarak kapitalizmin öğretmenlik mesleğini güvenceli bir iş olmaktan çıkarıp piyasanın dalgalanmalarına bırakan neoliberal ideolojik politikalarıdır. Bu politikalar eğitim kisvesi altında öğretmeni artık rahat bırakmamakta, (okul içinde kamerayla izlemekten öğretmenin öğretim başarısını yıl sonunda notla değerlendirmeye açan başarı temelli performans değerlendirme ölçeklerine değin) çeşitli denetim politikalarıyla onu Toplam Kalite Yönetimi içinde yeniden şekillendirmektedir.




Bu çalışmada yukarıdan, yapısal ve sistemik şekillendirmenin öğretmen emeğini dönüştürmeye çalışırken sorunsuz, pürüzsüz ve doğrusal biçimde işlemediğini göstermeye çalıştım. Öğretmenin sistemik bakış açısını eleştirerek özne olabilmek için failliğini bilinçli veya bilinçsiz devreye soktuğunu, denetim süreçlerine türlü şekillerde karşı çıktığını anlatmaya gayret ettim. Bunun neden böyle olduğunu teorik ve pratik olarak ortaya koymaya çalıştım. Teorikten kastım, öğretmenin sınıfsal konumunun meslek üzerinden yarattığı avantajların (bilgi sahibi olmak, aydınca duruş, orta sınıf tutumlar vs.) ona sağladığı çeşitli üstünlükler. Pratikten kastım ise, öğretmen emeğinin bireysel itirazdan kolektif örgütlenmeye değin geniş bir direnç hattı oluşturmasıdır.


Öğretmen kimdir?

Öğretmenin kim ve ne olduğunu tanımlamak için öncelikle yapılması gereken, onu kendi konumu, işlevi, rolü veya görevleri üzerinden anlamaktır. Bu çerçevede, insanlık tarihi kadar eski olan, tarihin her döneminde bir biçimde öğretici pozisyonunda bulunan, verdiği bilgi karşısında emeğinin karşılığını iki farklı biçimde (ayni ve nakdi olarak) alan öğretmenin ne ve kim olduğunu iki temel yaklaşım içinde ele alabiliriz: Kültürel-pedagojik yaklaşım ve sınıfsal yaklaşım. Kültürel-pedagojik yaklaşıma göre öğretmenin kim ve ne olduğu öncelikle sosyolojik işlevinde görülür; yani öğretmen, kimin hizmetindeyse, onun dünya görüşüne uygun üç temel şey aktarır: bilgi (bilinç), beceri (meslek) ve değer (ahlâk). Aktarım şeklinde öğrettiği bilgiler günlük yaşama kültürel uyarlanmayı gerektiren sosyal gerekliliklere gönderme yapar. Elbette bu bilgiler somuttan (babaya karşı nasıl davranmalı) soyuta (din) uzun bir spektrum içerebilir. Alınan eğitim ilerledikçe ve karmaşıklaştıkça bu bilgilerin soyutluk düzeyi artar, giderek mesleki bir konumun (diyelim rahiplik) özel gerekleri için daha uzmanlaşmış formlar yaratabilir. Dolayısıyla ilkokuldan üniversiteye değin sahip olunan uzmanlığa göre verilen bilgi düzeyi ile öğrencinin kapasitesi arasında doğrusal bir ilişki vardır.




Fakat her öğretmen sadece bilgi ve beceri öğretmez, tüm bunlar belli bir dünya görüşü (genelde ahlâk) altında formüle edilen bir sisteme göre anlam kazanır ve meşrulaştırılır. Her öğrenci sosyal yaşama uyarlanmak için gerekli olan bilgi ve mesleki becerileri öğrenirken belli bir değerler sistemini de (Ne için yaşamalıyız? Anne babamıza karşı nasıl davranmalıyız? Mevcut yönetimi neden benimsemeliyiz? vb.) öğrenir. Bu bakımdan hem eğitimin hem de öğretmenliğin normatif bir yönü vardır; sosyal yaşamda “normal” (normlara uygun) biri olabilmek için kuralları bilmek ve ona uymak lazımdır. Okul mevcut kuralları öğrettiği gibi kendince yeni kurallar da koyabilir, bunları yeniden üretebilir. Bu yaklaşım çerçevesinde, Rousseau’dan Durkheim’a uzanan çizgide çocuk için tasarlanan öğretim bir bakıma toplumun (sosyal yaşamın) minyatürü olarak tasarlanan okulda ete kemiğe bürünür. Eğitim ister özel isterse kitlesel/kamusal olsun, veli (çocuğun yasal temsilcisi) ile öğretmen (iktidarın temsilcisi) arasında yapılan anlaşmada öğrenci genelde bir nesne (istenen şeklin verileceği hamur[v]) olarak görülür ve öğretmenin mutlak inisiyatifi altına alınır. 

Bu geleneksel yaklaşım en genel anlam ve formunu paternalist eğitimde bulur: Bilgi sahibi, uzman, “aydın”, “baba” olarak öğretmenin, çeşitli eksiklik ve kusurları haiz (saf, deneyimsiz, bilgisiz, bilinçsiz) öğrenci üzerindeki yetki, hak ve sorumluluğu mutlaktır; onu eğitmek için gerekirse dövebilir. “Eti senin, kemiği benim” yaklaşımında öğretmene neredeyse sonsuz bir güven beslenir. Çocuk, anne-babasının samimi, şefkatli dünyasından çıkıp öğretmenin “sert” sosyal dünyasına adım attığında çoğu zaman zorluklar yaşar; bu zorlukların yaşanması öğrenciyi sosyal dünyanın içine sokarken öbür yandan da “yontar”, ona içinde yaşadığı sistemin gücünü gösterir. Bu bakımdan bu yaklaşıma göre öğretmen, aile ile devlet arasında aracı bir kurumdur; öğrenci, yaşamın, ailesinin yumuşak dünyasından ibaret olmadığını “resmi” kural, değer ve normları öğrenerek fark eder. Öğretmenini taklit ederek sistemi daha sonraki hayatında yeniden üretmeye yönelir. Bu yaklaşım oldukça mekaniktir zira en geleneksel formlar altında bile öğretmen ile öğrenci arasındaki eğitim süreci düz ve sorunsuz değildir, planlandığı gibi gitmeyebilir.     
 

Sınıfsal yaklaşım ise, öğretmenin rol, konum ve işlevlerini belli bir ideoloji içinde politikleştirir. Buna göre öğretmen bilgi, beceri ve değerleri saf bir pedagojik-kültürel bağlamda üretmez ve öğretmez; tüm bunları öğretirken belli bir sınıfsal perspektife göre hareket eder. Bu hareketine kumanda eden iki faktör (ülkedeki sınıfsal dengenin eğitimi belirlemesi ve kendi orta sınıf değerleri) yer yer iç içe geçebildiği gibi zaman zaman da çelişebilir. Öğretmen aslında o toplumdaki üretim ilişkilerine göre rol ve anlam kazanır; asıl işlevi bu ilişkilerin yeniden üretimini gerçekleştirecek insan gücünü yetiştirmektir. Egemen sınıf veya sınıflar koalisyonunun egemen fikirleri, öğretmenin tanımından hareket alanına değin tüm siyasi ve mesleki kişiliğini belirler. Sınıfsal yaklaşıma göre öğretmen, eğitim sistemi içinde istediği bilgi, değer ve beceriyi öğretmekte serbest, bağımsız ve yetkili biri değildir. Aydınca tavırları olabilir, topluma göre daha ileri düşünebilir, devletin çeşitli politikalarını yeri geldiğince eleştirebilir, hatta değiştirmeye yeltenebilir ama bütün bunlar onun özerk, bağımsız veya özgür olduğunu göstermez.

Kuşkusuz bütün bunlar mekanik biçimde olup bitmez; her öğretmen, eğitim kural ve yönetmeliklerine, müfredat ve ders kitabı şablonlarına, biçimsel düzenlemelere bağlı olsa da “kendince” bir yol tutturabilir. Her öğretmen derslik içinde öğrencileriyle aynı şekilde iletişim kurmayabilir; kimi öğretmen resmi ideolojiyi şevkle benimser ve öğrencilerine aktarırken, kimileri de resmi ideolojiyi eğip bükebilir, farklı kalıplara sokabilir, yorumlayabilir, hatta reddedebilir. Ama son tahlilde, bu yaklaşıma göre, öğretmenin derslik içinde öğrencilerine resmi ideolojiye taban tabana zıt bilgi, değer ve beceri aktarmasına izin verilmez.




Derslik içinde öğretmen ile öğrenciler arasında eğitimin dolayımlanması bağlamında resmi ideoloji, öğrencinin sınıfsal kökeni, etnik kimliği, dinsel değerleri, cinsel tercihleri gibi bir dolu parametre devreye girer. Ortaya çıkan şeye eğitim desek de bu eğitim tam tersi “çıktılar” da (sapkın, ideolojik, resmi ideoloji karşıtı, yaramaz, cahil, öğrenememiş öğrenciler/mezunlar vs.) üretebilir. Bu yüzden öğretmen her ne kadar kalıplaşmış olsa da (ki bu da her zaman mümkün değildir), birörnek, yukarıdan belirlendiği gibi, mutat, istenilen mezunlar ortaya çıkmayabilir. Eğitimin bu yönü bize öğretim mesleğinin fabrika ayarlarında bir üretime benzeyemeyeceğini gösterir; o yüzden öğretim mekanik bir süreç değildir, doğal gelişim sekteye uğrayabilir. Zira konu insandır ve öğretmen de insandır.

Kaldı ki, son yirmi-otuz yılda öğretmenlik mesleğinde yaşanan bir dolu değişim, öğretmeni bir seçim yapmaya zorladı: Geçmişte öğretmen için eğitimin başat anlamı, öğrenciyi toplumsal yaşama hazırlamaktı ki buna kabaca “adam etmek/olmak” (sosyalleştirmek) diyebiliriz. Eskiden velinin öğretmen ve okuldan ilk beklentisi çocuğunun “adam olması” yani topluma (vatana, devlete vs.) hayırlı olmasıydı. Bu sosyal yaklaşımda vurgu, öğrencinin idealize edilen toplumsal yaşama hazırlanmasıydı; burada elbette makam, mevki, meslek edinimi gibi “maddi değerler” rol oynuyordu ama bunlar daha çok ikincildi. Oysa günümüzde eğitimin geçirdiği niteliksel dönüşüm, yani kabaca eğitimin metalaşması ve ticarileşmesi, öğretimi bir idealize meşgale olmaktan çıkarıp araçsallaştırdı. Öğretim artık üzerine çokça yatırım yapılan, aşırı rasyonelleştirilen, belli amaçların basit bir etabına[vi] dönüştürülen niteliğiyle daha çok ekonomize edilen bir etkinliktir.




Okudukça bize ailemiz, devletimiz ve şirketlerimizce çeşitli şekillerde (harç, burs, kredi vs.) yapılan yatırımın karşılığını vermemiz gerekir veya bunlar bizden beklenir. Bununla ilgili olarak öğrenci için öğretmen artık “adam edecek” bir sosyal rol modeli, örnek figür veya aydın değil, elindeki bilgiyi en pratik şekilde (olabildiğince hızlı, doğru ve kestirme biçimde) aktarması istenen yeni model bir öğreticidir (mentor, koç, rehber). Bu yeni durumda öğretmen ile öğrenci arasında dolayımlanan bilgi, beceri ve değerlerin birincil kaynağı ne toplum ne de devlettir; elbette bu ikisi hâlâ işbaşındadır ama asıl piyasadır. Haliyle öğretmenin yeni bilgi, teknoloji ve becerilere uyarlanması beklentisi yüksektir; bu beklentiyi önce şirketler, sonra devlet, en son da veliler dile getirir. 

Ülkemizde TÜSİAD’ın kamu eğitimindeki en önemli saptaması, mezunların verimsizliği, yani piyasalardaki iş, bilgi, beceri ve teknolojiler bakımından verimli iş görememesidir. Bu yüzden neoliberal kapitalizmle birlikte 1980’li yılların başından bu yana dillendirilen yapısal reformların asıl adresi, şirketlerin çalışma biçimleri değil, devletlerin geleneksel kamu eğitim hizmeti felsefesidir. Beklenen, kamu eğitiminin klasik yaklaşımları (en genelde “adam olma” veya “hayırlı evlat”) terk edip piyasalarda yüksek rekabete dayanabilecek, esnek, bilgi ve becerilerini sürekli yenileme kapasitesine sahip bir işgücünün yetiştirilmesidir. Bu eğitim konseptinin asıl öznesi, kolektif davranışları içinde iş gören gruplar değil, kendi becerileri içinde çalışan bireylerdir. Son otuz yılda eğitimde yaşanan dönüşümde öğretmen kritik bir role sahip olduğu için, öğretmen emeğinin yeniden düzenlenmesinde ‘formasyon’, ‘dikte’, ‘kontrol’ gibi çeşitli klasik gereklilikler arasında en çok önem verilen boyut şudur: Derslik içi verimli bir pedagojik etkinliğin sergilenmesinde pedagojik ve siyasi kontrolün daha ayrıntılı formlar içinde yeniden üretilmesi.




Öğretmen emeğini yeni kontrol biçimleri 

Geçmişte öğretmenin, dersliğine girip kapıyı kapattıktan sonra bilgi, beceri ve ustalığına olan inançla yaptığı işin denetimi oldukça klasik bir usulle (yılsonu müfettişi denetimi, onun yazdığı rapor vs.) yerine getirilirdi. Bu denetimin pedagojik yönü ağır basar, formel kalıplar izlenir, sonuçta genellikle olumlu yazılan raporla MEB kendi merkezi politikalarını yeniden üretirdi. Bu geleneksel süreçte bilgi, teknoloji ve öğretim yöntem/tekniklerinin yavaş değişimi, öğretmenden yeni bilgi, beceri ve değer beklentisini asgari seviyede tutmaya neden oldu.




Fakat 1980 sonrası tüm dünyada bir yandan sosyal refah devletinin neoliberalizm çerçevesinde budanması, öte yandan küreselleşmeyle birlikte şirket ve devletler arasındaki artan rekabet, eğitimin bu görece durağan yapısını değişime, reforma ve piyasa taleplerine daha açık hale getirdi. Piyasalarda artan rekabet beraberinde işgücünün formasyonunu gündeme yerleştirdi; böylece yüksek katma değer üretecek işgücünün yetiştirilmesi için gözler eğitime çevrilirken öğretmenin yeni koşullara uyarlanması daha fazla gündeme gelmeye başladı. Öğrenci merkezli eğitim gibi öğretmeni derslik içinde ve öğretim süreçlerinde (sunuş, ders anlatımı, performans ve proje ödevleri vs.) görece pasifleştiren yöntemlerle öğrenci daha etkin, yaratıcı ve becerikli kılınmaya çalışıldı. Diğer yandan öğretmenin bu pasiflik içinde bile etkin olabilmesinin yol ve yöntemleri araştırılırken öğretmen daha fazla denetime tabi tutuldu. Öğretim sürecini kolaylaştırmak, öğrenciye yol göstermek, ona rehberlik etmek gibi öğretmene biçilen yeni görevler öğrencinin daha etkili ve verimli bir şekilde öğrenim görebilmesini (en kısa zamanda ve en etkili şekilde soru çözmesini, en ilginç şekilde sunuşlar yapmasını, piyasaya uyarlanabilmek için uygun proje ve performans ödevleri yapmasını) hedefledi. Ancak bu durum, öğretmeni derslik içinde serbest, özgür veya özerk kılmaktan ziyade, onun giderek daha fazla denetime tabi tutulmasına yol açtı. 


Bu yeni süreçte artık öğretmenden bir şey öğretmesi değil, öğrenmeyi kolaylaştırması beklendi: öğrenmenin kolaylaşabilmesi için öğretmenin farklı yöntemler bulması (örneğin matematiği müzik eşliğinde öğretmesi), gerektiğinde palyaço kılığına girmesi gibi beklentiler oluştu. Yeni nesil öğrencilerin (Y ve Z kuşağı) matbu (print-based) değil ekran temelli (screen-based) formasyon biçimleri (ekrandan ders çalışma, tahtadaki notları ve öğretmenin ders anlatımlarını cep telefonuna kaydetme, sosyal medyadan öğrenme vs.), haliyle onlar için yine görsel temelli öğrenme yöntemlerini öne çıkardı. Materyal olarak video ve online kaynakların kullanıldığı ve öğretim sürecinin neredeyse tümünün interaktif biçimde gerçekleştirildiği bu ortamda eski geleneksel öğretim araçlarının (tahta-tebeşir, beyaz tahta-keçeli kalem, tepegöz vd.) yerini alan powerpoint gibi piyasada üretilen ve satın alınan sunuş paketleri, öğrenciyi bir yandan pratikleştirirken öte yandan entelektüel anlamda geriletmeye başladı. Ansiklopedi, kitap, defter, dergi gibi klasik eğitim araçları eğitim aşamalarında yukarı çıktıkça ortadan kaybolurken, ekran temelli öğretim, öğretmenin bir yandan işini kolaylaştırırken[vii] öte yandan da onu teknoloji ve paket programların araçsal uzantısı haline getirdi.

Günümüzde öğretmen emeğinin denetimi artık müfettiş gibi geleneksel figüratif araçlarla değil, öğretmenin uyguladığı paket programlara ve teknolojik araçlara hâkimiyeti, çıktılarının sonucu (mezunların okul giriş sınavlarında aldıkları puanlar vs.), okulun kalite temelli imajına yaptığı katkı, hatta eğer özel bir okulda çalışıyorsa, okuluna çektiği/bulduğu müşteri sayısı üzerinden sağlanmaktadır. Öğretmenin ezber, dikte, klasik anlatım, kendini yenilememe gibi geleneksel pedagojik “hastalıklar”a yakalanmaması veya varsa bunları iyileştirmesi için devreye sokulan denetim, kimi zaman oldukça katı ve gayriinsanî biçimler (örneğin, öğretmenin yılsonu öğrenci testleri/raporları ile denetlenmesi veya derslik içinde merkezi kamera gözetleme sistemleriyle gözetim altında tutulması) alabilmektedir.



Bütün bu yeni kontrol biçimlerinin temel gayesi, öğretmenin emek üzerinden sistemin değişen yeni mantığının içine daha fazla sokulmasıdır. Örneğin geçmişte bir öğretmenin öğrencisiyle tek biçimli/yollu bir ilişkisi olurdu: Eğitim. Şimdi buna ticari bir ilişki de eklendi, öğretmenler yıl içinde otuz kalemi aşan başlıkta öğrencilerden para toplamaya yönlendiriliyor. Artık her öğretmenin çantasında bir para kesesi var; kayıt, temizlik, sanat faaliyeti, gezi, kırtasiye gibi birçok başlık altında öğrencilerden para toplamaya zorlanılan öğretmen aslında öğrencisi ile işveren-müşteri ilişkisi kurmaya zorlanıyor. Bu ekonomik ilişki eğitsel ilişkinin altını oyuyor; misal, para vermeyen öğrenci müze gezisine veya sinemaya gidemiyor, folklor veya yaratıcı drama çalışmasına katılamıyor. Bu da öğrencilerin kamu okullarında ekonomik sermayelerine göre sınıflandırılmasına yol açıyor, piyasa mantığı (“paran kadar eğitim alırsın”) okulun içine kadar giriyor, yeterli parası olmayan öğrenciler mahzunlaşıyor, nihayetinde kamu okulu bir şirket gibi yönetiliyor. O yüzden devletten yeterli bütçe alamayan müdür, çareyi yerel kaynaklarda (okulun kantin ve spor salonu, bahçesinin park amacıyla kiraya verilmesi, okul-aile birliğinin gelir getirici etkinlikler düzenlemesi, öğretmenlerin kermeslerde satıcı rolüne girmesi vs.) aramaya başlıyor. İki yakasını bir araya getiremeyen kimi okullar kış ortası yakıt bulamadığı için kaloriferlerini çalıştıramıyor, ısınamayan öğrenciler sıralarında paltolarıyla oturmak zorunda kalıyorlar.



Dönüşümün sonuçları    

Son yıllarda eğitim literatüründe öğretmen emeğinin dönüştürülmesinin, profesyonel bir mesleğin vasıfsızlaşması, öğretmenin proleterleşmesi, çalışmanın yoğunlaşması, artan yabancılaşma gibi sonuçları olduğu iddia ediliyor. Tabii bunlara mesleğin imajının yerle bir olması, geçim sıkıntısı, erken yaşta yakalanan hastalıklar, ikinci bir iş yapma zorunluluğu, meslekten bıkkınlık, okul yönetimi, Bakanlık ve velilerle yaşanan sorunların artışı gibi birçok boyut eklenebilir. Geçmişte öğretmen mesleği kutsal olarak bilinir, öğretmene toplumda yüksek saygı gösterilir, mutlak güven duyulurdu. Fakat öğretmenlerin alım güçlerinin düşmesi, mesleğin ekonomik anlamda imajının yerle bir olmasına yetti. Hâlâ “garanti” bir meslek olarak görülmesi, öğretmenliğin içerdiği cazip şartlardan ziyade gençlik arasında yaşanan yüksek işsizlik oranlarının sonucudur. Fakat kadrolu öğretmen olmak için geçilmesi gereken aşamalar (eğitim fakültesine girmek ve orayı bitirmek, KPSS’den alınması gereken yüksek puan, alan sınavı, partizanca gerçekleştirilen mülakat, atanmayı bekleme vs.) oldukça zordur. Bu aşamaları geçemeyenler için açılan sözleşmeli öğretmenlik, vekil öğretmenlik, saat başı ücretle öğretmenlik gibi rezerv postlar da garanti değildir. Bu tür öğretmenler (kadrolu/asıl öğretmenlerin aşağılaması, sosyal haklardan mahrum kalma, yazın tatil zamanı ücret alamama gibi) birçok sorunu aynı anda yaşarlar. Çalışma koşullarının zorlaşması, okul yönetimi (MEB ve hatta devlet) ile yaşanan sorunlar, ülkedeki siyasi iktidarın nitelikleri gibi faktörler nedeniyle öğretmen sesini pek de çıkarır görünmemekte, sendika gibi yapılardan uzak durmakta veya iktidara yakın kişi, yapı ve değerlerle ilişki kurarak kendini garantiye almaya çalışmaktadır.



Fakat Türkiye’de 1990’ların başlarında kamu alanında ortaya çıkıp gelişen sendikacılığın da gösterdiği gibi, öğretmenler tümden pasif kurban rolünü kabul etmiş görünmemektedirler. İktidara yakın olsa da öğretmenlerin sendikalara her geçen gün artan üyelikleri, mesleki anlamda yaşana olumsuz dönüşümlere bir yanıt olarak okunabilir. Fakat daha da önemlisi, her ne kadar öğretmenlerin çoğu sisteme tepkilerini politik-sınıfsal olarak gösterecek bir kapasite ve niyette olmasa da, öğretmenler öğretim süreçlerinde yaşanan sorunlara karşı çeşitli biçimlerde (aktif-pasif muhalefet, itiraz, direnç gösterme, bilerek yanlış anlama, bildiği gibi yapma vs.) tepkilerini ortaya koyabilmektedirler. Böylece vasıfsızlaşma, proleterleşme ve araçsallaşma sonucu öğretmeni bekleyen tehlikelere (robotlaşma, teknisyenleşme, birörnekleşme vs.) karşı bir çıkış söz konusu olabilmektedir. Örneğin her yaz okulların kapanmasının hemen ardından artık merkezi video-konferans sistemiyle yapılan seminer çalışmaları pek de verimli geçmemektedir. Çoğu öğretmen bu seminerleri fazla şematik, standart, verimsiz, gereksiz, can sıkıcı bulmaktadır. Bu seminerler esnasında çoğu öğretmenin gösterdiği tepkiler (uyuklama, dinlememe, tuvalete gitme, sigara içmeye çıkma, kendi aralarında konuşma vs.), yukarıdan düzenlenen, öğretmenin ihtiyaçlarına dikkate almayan, fazla merkezi bu pedagojik etkinliklerin pek de işe yaramadığını göstermektedir.    



O halde, öğretmenin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan sistemik veya yapısal mantık, politika ve düzenlemeler her ne kadar çok etkili olsa da, öğretmenlerin fail olabildiklerini, sistemi sorgusuz sualsiz kabul etmeyebildikleri ileri sürülebilir. Yukarıdan aşağıya doğru uygulanan yapısal reformların aşağıda, yani öğretmen katında pek de başarılı olamaması, öğretmenin sisteme bir yanıtı olarak okunabilir. Bu anlamda reform, gözetim, denetim, yeniden tanımlama, farklılaştırma gibi değişik biçimlerde kendini gösteren kontrol biçimleri öğretmen emeğini piyasanın taleplerine göre şekillendirmeye çalışırken öğretmenler de kendi klasik rollerini (sosyalleşme için öğretim, aydınca tutumlar kazandırma, daha adil bir dünya için eğitim verme vs.) unutmamaya ve entelektüel rollerinin gereğini yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Bu, öğretmenin bir ölçüde mesleki doğasından kaynaklanan olumlu bir sonuçtur ama asıl, öğretmenin sınıfsal olarak yıpranmasına (vasıfsızlaşma, proleterleşme, teknisyenleşme, robotlaşma vs.) verdiği bir cevaptır. Kapitalizm altında eğitim sistemi, politikası ve mantığı ne kadar güçlü olursa olsun, bir fail olarak öğretmenin öznelliği kendi nesnelliğini yaratacak imkânları yaratabilmektedir.





[1] Daha önce Saha (Yurttaşlık Derneği, Üç Aylık Süreli Yayın, Eylül 2016, Sayı:4, ss. 60-66) yayınlanan bu makale burada yayınlanması için yeniden gözden geçirildi ve bazı değişiklikler yapıldı.  
[2] Sosyolog



 NOTLAR

[i] Bu konuda son birkaç yıl içinde en dikkate değer iki çalışma için bkz. Orkun Saip Durmaz, Türkiye’de Öğretmen Olmak: Emek Süreci ve Yeniden Proleterleşme (İstanbul: NotaBene, 2014); Halil Buyruk, Öğretmen Emeğinin Dönüşümü (İstanbul: İletişim, 2015).  
[ii] Bu başarısızlığı Türkiye ve Uganda örnekleri üzerinden karşılaştırmalı olarak sahada inceleyen çok değerli bir çalışma için bkz. Hülya Koşar Altınyelken, Changing Pedagogy. A Comparative Analysis of Reform Efforts in Uganda and Turkey (Amsterdam, 2010).
[iii] Michel de Certeau, The Practice of Everyday Life, Translated by Steven Rendall (Berkeley, Los Angeles: University of California Press, 1988).
[iv] Bu konuda eğitim literatüründe okul müdür ve yardımcılarının, hatta öğretmenlerin nasıl da kendi inisiyatif, karar ve yetkilerine dayanarak okul, öğretmen ve öğrencilerinin (hatta velilerinin) sorunlarını çözdüğüne dair ilginç birçok çalışma vardır.
[v] Locke’un ifadesiyle, her çocuk zihni boş (tabula rasa) doğduğu için yetişkinlerin meşru müdahalesine açıktır.
[vi] Artık öğretim, “köşeyi dönme” yolunda Bourdieucü anlamda simgesel sermayeler (diploma, sertifika vs.) sağlayan bir ara aşamadır; okula bir şeyler öğrenmek için gideriz hâlâ ama bu şeylerin olabildiğince pratik/pragmatik (bir takım baraj veya girişi sınavlarında çıkacak sorularla ilgili olması gibi) olmasına da azami dikkat sarf ederiz. O yüzden okul öğretimi (schooling) artık hızla geçilmesi gereken etaptır; piyasaya beceri, mesleki veya formel anlamda uyarlanmanın bir ön aşamasıdır.
[vii] Kolay ve fakat verimli öğretim, günümüz eğitim sistemlerinin mottosu oldu. Kolaydan kasıt pratik olması, yani en kısa sürede (zaman), en uygun ortamda (mekân), en kaliteli ürünün alınacağı (verim) bir süreci imlemektedir.  

Yorumlar