Türkiye'de Resmi Din Eğitimi: Sorunlar, Eleştiriler ve Perspektifler





Kemal İnal

Politik ve ideolojik bir tartışma konusu

Türkiye’de din eğitimi, çoğu zaman pedagojik bir konu olmaktan önce, çeşitli tartışmacı ve rakip tarafların yer aldığı politik ve ideolojik bir konu olmuştur. Devletin veya özel sektörün okulunda bir öğrencinin din dersi alıp almayacağı, alacaksa kaç saat, nasıl ve hangi içerikte alacağı, muaf olacak öğrencilerin muafiyet neden ve biçimleri, müfredatta din konusunun yer alması gerektiği veya gerekmediği gibi konular büyük ölçüde politik bir sorun olarak hem devlet ve yurttaşlar arasındaki ilişkileri, hem de toplumun çeşitli sivil kesimleri arasındaki karşıt argümanları sürekli harekete geçirdi. Osmanlı kadar olmasa da çokkültürlü, çokdinli ve çokdilli bir yapı gösteren Cumhuriyet dönemi Anadolu coğrafyasında din, eğitim kurumu içinde bir şekilde yer aldı ama bu konum her daim çeşitli tartışmaları da beraberinde getirdi. Tartışmaların ana ekseni, dinin bir ders, disiplin ve alan bilgisi olarak müfredat, ders kitabı ve çeşitli pedagojik pratiklerde yer almasının laiklikle olan (genellikle negatif veya nötr) ilişkisinin nasıl kurulacağının yanı sıra, dindar kesimlerin din dersinin okullarda çocuklar için demokratik bir “insan hakkı” olarak görmesidir.




Seküler veya laik kesimler, din dersinin okullarda olmaması, olacaksa bile “seçmeli” bir ders (derslerin içinde ‘herhangi’ bir ders) olması gerektiğini savunurken, argümanlarını genellikle ulus-devlet gelenek temelli sosyolojik çağrışımları olan “çağdaşlık” diyebileceğimiz bir konsepte dayalı argüman üzerine oturttular. Bu argümana göre din, gerçekte geleneksel dönemlere özgü ‘arkaik’ ve ‘olgusal olmayan’(doğrulanması mümkün olmayan anti-pozitivist bir bilgi-değer alanı olarak) bir dogmatik bilgi ve hala kurulması devam eden modern değerler sisteminin uygarlık yolunda ilerlemesinin önünde bir ‘engel’, bilimsel gelişmelere karşıt bir ‘alan’ olarak kodlandı. 

Okullarda bilimsel gelişmelerin sistematik açılımları olan pozitif bilim derslerinin[1] verilmesi yeterlidir. Oysa din gibi kural koyucu ve değer empoze edici normatif sistemler, ne doğrulamaya ne de yanlışlamaya açık olan bilimsel bir özellik gösterdiği için hem bilimsel disiplinleri olumsuzlamakta hem de diğer normatif sistemlerin (ahlak, hukuk vb.) gelişmesine ket vurmaktadır. Bu seküler/laik argümana göre, Durkheim’ın toplumun bir minyatürü olarak gördüğü okulda ahlaki sistem, geçmişe ait din değil, bugüne ve geleceğe ait bilim sistemi üzerine kurulmalı; dini, devleti muhatap alan kamusal bir eğitim konusu olmaktan ziyade özel alanı ilgilendiren bir ailesel yetiştirme konusu olarak ele almalıdır. Burada dinin itildiği özel/mahrem alan ile bilimsel/akılcı bilgi-değer-becerilere göre kurulan kamusal alan arasında karşıt bir ilişki kurulur. Bu bakımdan modern sistemler içinde bilimin sürekli olarak dinle karşılaştırılması ve karşıtlaştırılmasında, aydınlanma döneminin ruhu etkili olmaktadır. Mutlak ilerlemeyi Newton bilim anlayışında gören bu argümana göre, insanın modern ve ileri teknolojiyi, bilgi sistemlerini ve modern bilgiye dayalı pratik becerileri kullanarak daha fazla “kesinlik” elde etmesinde din, bilim gibi asıl, itici ve yönlendirici aktör olamaz. Onun yeri artık “özel” alanda, ebeveynin çocuğuyla kurduğu yakın, sıcak ve samimi ilişkide ancak ailesel bir tercih olmalıdır. Bu bakış açısında din, mutlak gelişme ve ilerlemenin önünde bir engel olmamalı, kamusal düzenlemelerde bir rol oynamamalı ve fakat kendini sadece devletin dışında, özel ve sivil alanda gerçekleştirmelidir.


Bu bakımdan modernist paradigma “din eğitimi”ni olduğu kadar “dinsel eğitim”i de sistemin işleyişinde başat veya kritik bölgeden (devlet işlerinin kendini ifade ettiği kamusal alan) çıkartarak, devlet denetiminde “özelleştirme”ye çalıştı. Gerçi postmodernizmle birlikte dinsel bilgi, değer ve becerilerin de en az bilimsel ve seküler bilgi kadar bilmede, yol göstermede ve sorun çözmede işlevsel addedildiği ve çokkültürlü dönemde dinin en azından bir insan hakkı, zenginlik kaynağı ve modern sorunları çözme mekanizması olduğuna dair tezler var. Bunlar, dini “dar”, “ulus-devletçi” ve “kamusal denetim”den çıkarmaya çalışarak modern sistemlerde “ruhsuz” yetişen öğrencilere bir ruh kazandırmak gerektiğini ileri sürdü. Bu teze göre, modern bilimlerin eğitimde maddi, enstrümentalist ve faydacı doğası öğrencilerin manevi ihtiyaçlarını (öncelikle din) karşılamada yetersiz kalmış; giderek “köksüz”, “materyalist” ve “bireyci” kuşakların yetişmesine neden olmuştur. Bu din yanlısı argümanda, din eğitimi veya eğitimin dinselleşmesi[2] birkaç boyutta avunulur. 

İlk olarak, modern ideolojilerin insanın manevi sorununa (bir ruha sahip olarak bedenin ilkel itkilerine karşı koymak yani nefsine hakim olma meselesi, yüce değerlere inanıp yaşamın hakikatini kavramak vb.) çözüm olamadığı iddiasında zemin bulan boyut. İkinci olarak, demokrasinin farklı, zengin ve çeşitli dinsel kesimlere ve haliyle dinlere yer vermesinin ibadet özgürlüğüyle uyuşmasını ifade eden boyut. Üçüncü olarak, okulda dindar bir öğrencinin inancı gereği inandığı bilgi, değer ve beceri sistemini öğrenme talebi, yani insan hakkı boyutu.

İlk boyut,  din ile modern ideolojileri karşı karşıya getirerek ilahi din ile seküler ideoloji arasındaki açıklığı ele almaktadır. Buna göre, dinsel anlam ve değerler, modern ideolojilerin materyalizmi karşısında hala güçlüdür. İkinci boyut, dinlere demokrasi içinde bir yer verilmesini talep eder. Üçüncü boyut ise, dinsel talepleri evrensel bir insan hakkı olarak görür. Haliyle modern dönem okullarında, din dersinin herhangi bir dersten daha fazla talep edilmesinin ardında bu üç boyut yatar: 1) Okulda verilen pozitif bilime dayalı seküler ideolojiler öğrencilerin “manevi ihtiyaçlarını” karşılamamaktadır (işlevsel yaklaşım). 2) Dinin öğrenci tarafından öğrenilmesinin bir özgürlük konusu olarak formüle edilmesi (politik yaklaşım). 3) Her dindarın, okulunda dinini öğrenme talebinin bir insan hakkı olarak görülmesi (insan hakları yaklaşımı).




Modern, seküler ve laik kesimler ise din dersi talebini, okulda birtakım dinsel mekân (ibadethane) ve simgelerin (haç, bayrak, tesettür gibi) kullanımını bir “geriye gidiş” olarak görmekte, aydınlanmanın ilerlemeci felsefesinin engellenmesi olarak addetmektedir. Bu kesimlere göre modern hayatta din, aklı bir başka düşünce veya aktörün insiyatifleriyle ikame etmekte, sürekli gelişen modern pratiklere ket vurulmasına neden olmaktadır. Eğitim, dışa açık bir kurumdur; bilhassa belirli modern bilgi, değer ve becerilerin alımlanmasıyla sürekli değişen gündelik hayata ve iş piyasalarına uyarlanmayı gerektirir. Bu da, modern eğitim sisteminde sürekli ve yoğun bir kuşkuculuğu, eleştiriyi ve değişikliği gerektirir; oysa din, ezbercilik, nakil ve dikte gibi yöntemlerle eski, arkaik ve artık bir işe yaramayan, pratik değeri olmayan bilgi, değer ve becerileri aktararak modern dönemin ruhunun dışında kalmaktadır. Buradaki çağdaşlık argümanına göre din, içinde yaşadığımız çağın değil, başka, eski ve çok geride kalmış çağların bir kurumu olarak “günümüz” ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. Modernleşmeci yaklaşım, eğitim ile bireyin yetişmesini dolayımlayan bilgi, değer ve becerilerin, hatta tutum ve davranışların günümüze uygunluğunu “işlevselci” mantıkla meşrulaştırmaktadır. Dinsel kesimler de, dinsel ihtiyacın (dinsel/dini bilgi edinme, dinsel/dini değerler içinde sosyalleşme vb.) günümüzde manevi boşluğu doldurma anlamında işlevsel olduğunu ileri sürerken, çağdaşlaşmacı yaklaşımlara benzer bir mantıkla cevap vermeye çalışmaktadır.    


Bu iki kesim arasındaki çatışma yüzyıllardır sürüyor. Siyasal, toplumsal, kültürel, eğitsel olmak üzere birçok alandaki çatışma, dinin gündelik veya kamusal hayat içinde temsil edilip edilmeyeceği, temsil edilecekse nasıl, ne oranda ve kimler tarafından temsil edileceği konuları etrafında dönmektedir. Örneğin son yıllarda MEB okullarında “imam”, “hoca” veya “tarikat liderleri”nin zaman zaman çeşitli davetlere icabet ederek ders vermeleri, sohbetlere katılmaları veya dinsel eğilimli bazı vakıf ve dernek tipi kuruluşların MEB okullarında çeşitli faaliyetler (yardım, dayanışma vb.) yürütmeleri, laik/seküler kesimlere göre kamusal bir devlet alanı olan okulların dindar güçlerce yönetilmesine yol açmakta, bu da laikliği aşındırmaktadır.  


Sorunun temeli
Sorunun, yani genelde dinin kamusal hayatta, özelde okullarda temsilinin (örneğin din derslerinin verilmesi, mescitlerin açılması, tarikat liderlerinin ders vermeleri, dinsel vakıf ve derneklerin okullarda faaliyet ve proje yürütmeleri vb.)ortaya çıkardığı sorunlarınpolitik temelli olduğu açık. Bu temsil sorunu bir güç veya iktidar savaşıdır. İki dünya görüşünün karşı karşıya geldiği bu durum, aslında kaynakların paylaşımıyla ilgilidir. Eğitim veya okullar artık çok önemli bir sektör haline geldi. Önemli bir sermaye birikim alanına dönüşen eğitim alanı üzerinden gerçekleşen politik/ideolojik mücadelelerle amaçlanan, muazzam bir sermayeyi ele geçirerek kendi dünya görüşü doğrultusunda bir insan modeli yaratmaktır. Bu bağlamda, her iki kesim için belli dersler (laik/seküler kesimler için pozitif dersler-yurttaşlık bilgisi, milli güvenlik, Atatürkçülük, fen dersleri-dinsel kesim için ise daha çok gelenek-temelli dersler-din kültürü ve ahlak bilgisi, çeşitli seçmeli din dersleri, Arapça vb.) aslında bir “sosyal mühendislik” aracıdır. 

Devlet kanalıyla, yukarıdan aşağıya tasarımlanan bir insan modelinin hayata en çok sosyal derslerle geçirileceği inancının ardında yatan argüman, pozitif derslerin bir değerden, tutum ve davranıştan ziyade maddi bilgi ve beceri aktarmasıdır. Fakat seküler/laik kesimler, dersler arasında bir hiyerarşi kurarak (en tepeye pozitif dersler, en alta din ve ahlak gibi normatif dersler) modern dönemin ruhunu yakaladıklarını iddia ederler. Buradaki en ileri aşama “muasır medeniyet”, dönemin ruhuna uygun olması hasebiyle “çağdaş”tır. Dinsel kesimler ise geçmişi gömen bir felsefenin, bugün ve hatta yarını anlayamayacağını iddia ederek, özsel/özcü temellere oturtulan bir eğitim sisteminin daha başarılı olacağını iddia eder.


Şimdi bu iki yaklaşımı AKP dönemi özelindeki bir takım olaylarla somutlamaya çalışalım.

AKP Döneminde din dersleri
28 Şubat döneminde (1997) İmam-Hatip ortaokulları kapatılmış, ama bu okullar AKP döneminde yeniden açılmıştı. AKP döneminde, zorunlu din dersinin yanı sıra, 4+4+4 sistemiyle üç yeni din dersi[3] daha seçmeli olarak girmişti. AKP döneminde din dersiyle ilgili sorun yaratan uygulama olarak görülen asıl şey, aslında din derslerinin artan sayısından ziyade, derslerin içeriğine ilişkin sorunlar olarak görüldü. Bunu maddeler halinde anlatalım:


1    1) Kapsam/Konu: Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi (DKAB)[4]din eğitimi unsurlarından arındırılıp “dinler hakkında eğitim” niteliğine kavuşturulamamıştı. Burada “din eğitimi” ile kast edilen şey, “belirli bir din ya da inanca açık ya da örtük referanslarıyla, o dinin inanç esaslarını ve ibadetlerini benimsetmeyi amaçlayan, diğer dinlere de bu dinin bakış açısıyla yaklaşan dersler”,dinler hakkında eğitim ise “dünyada etkili olmuş din ve inanç gelenekleri hakkında temel bilgileri, tarihlerini, inanç ve ibadet esaslarını, kültür, dil, edebiyat ve sanat hayatına etkilerini ve tüm bu konularla ilgili tartışmaları içeren, tüm dinlere ve inanç biçimlerine eşit mesafede duran ve dini sosyal bilimsel bir olgu olarak değerlendiren dersler” (ERG, 2011: 17) kastedilmektedir. Diğer din derslerinde de öteki, farklı inanç grupları ya görmezden geliniyor ya da Sünni İslam inancından daha değersiz görülüyordu (Tüzün, 2016: 38). Burada ifade edilen sorun, bir dine ilişkin, dinle ilgili bir eğitim değil; “tek bir dine dayalı eğitim”in diğer dinlerle olan ilişkisinin hiyerarşik olmasıdır. Bir din öne çekilirken, diğer dinler arkaya itilmektedir. Bu politikayı haklı ve rasyonel bulanlara göre, ülke laik olsa bile belli bir dinin ağırlıkla öğretilmesi, yöneticilerin sosyal mühendislik çerçevesinde tepeden aldığı bir karar değil, aşağıdan gelen toplumsal taleplerin karşılanması anlamında demokratik bir politikadır. Haliyle müfredatta din dersinin içeriğinin nasıl olacağı tartışması, görüldüğü gibi siyasal bir sorunla (demokratik talep anlamında ebeveynin istemleri) ilişkilendirilirken, diğer argümana göre “tek bir din” öne çıkarılırken diğerlerinin dışlanması, hatta o “tek” dinin içerik olarak yanlış aktarılması, aslında demokrasinin ihlal edilmesidir.


    2)  İçerik: İçerikten kasıt, derslerin yapısının görünümüdür.  Seküler[5] kesime göre DKAB derslerinin içeriği yeterince “çoğulcu”, “nesnel” ve“eleştirel” değildir. Burada, bu üç eleştirinin yaslandığı zemin, birtakım ulusüstü (öncelikle verdiği dava kararlarıyla AİHM) kuruluşların aldığı tavsiye niteliğindeki kararlardır. Çoğulculuktan kasıt, diğer dinlerin, hatta ateizmin de öğretilmesi, öteki inanç biçimlerinin “bizim dinimize göre ötekileştirilmemesi”, faklı dinlerin görmezden gelinmemesidir. Nesnellik ise, dinlerin çarpıtmadan, doğru ve objektif biçimde anlatılmasıdır. Eleştirel ise, derslerde gerekirse dinlerin eleştirilmesini ifade etmektedir. Seküler liberal[6] kesime göre, asıl mesele, çoğulcu, nesnel ve eleştirel kalarak diğer dinlere de saygı gösterilmesi, onların varlıklarının kabul edilmesi ve onlardan bahsedilirken değerli olduklarının hissettirilmesidir. Dindar kesimlere göre ise, bu ülkede Müslümanlık egemen bir din ise ve gelen toplumsal talepler bu yöndeyse, o zaman İslam dini öne çekilir ve sadece bilgisel boyutta değil aynı zamanda normatif boyutta (çocukları endoktrine etmeye yönelik olarak) anlatılır, anlatılmalıdır.  


     3) Çocuk Hakkı: Din dersinin zorunlu, tek dine dayalı ve içerik olarak nesnel[7] değil, öznel olarak verilmesi, seküler kesime göre aslında ciddi bir anti-demokrasiyi de içinde barındırmaktadır. Zira o dersleri alan çocuklara hiçbir şey sorulmamakta; dersi almak istemeyip de almak zorunda kalan öğrenciler ötekileştirilmektedir. Böylece seküler kesime göre, gerek zorunlu gerekse seçmeli din derslerine ilişkin kararlarda söz ve yetkisi olmayan öğrenciler konuya dair bilgilendirilmemektedir.

4   4) Muafiyet: Türkiye’de her iki kesimi karşı karşıya getiren bir diğer konu da, DKAB dersinden muaf olma hakkı ve mekanizmalarıdır. Seküler kesim DKAB’ı bir insan hakkı ihlali olarak görmekte ve çocuklarının dersten muaf olmasının hassas biçimde yerine getirilmesini talep etmektedir. Buna göre muaf olan öğrenci, hedef haline getirilmemeli; çocuk, ayrımcılığa maruz kalmamalıdır. Bu kesime göre muafiyet sadece Hristiyan ve Musevi öğrencilere tanınmakta, ama örneğin Alevi veya Ateist öğrenciler için böylesi bir hak bulunmamaktadır. Öte yandan muafiyet, çocukları inançlarını açıklamak zorunda bırakmakta ve bu da çeşitli zorluklara neden olmaktadır (Kaya, 2015: 44-47). Seçmeli din derslerini seçmeyen öğrenciler aile, öğretmen ve akran baskısına uğrayabilir, çocuklar inanç ya da inançsızlıklarını gizlemek zorunda kalabilirler (Tüzün, 2016: 41). Böylece muafiyetle, dersten muaf olmakla kalmayan bir hak talebinin ötesine geçerek, muaf olan öğrencilerin sonrasında damgalanmamasını, ayrımcılığa uğramamasını, birilerinin hedefi haline gelmemesini de talep etmektedir. 

 5) Ölçme ve Değerlendirme: Din dersi gibi çok tartışmalı normatif bir alanın sınavlarının nasıl yapılacağı (okulda ibadet bir sınav sorusu/konusu olmalı mı?), sınavlarda çıkan soruların niteliği (sınavda din adına savaşmayı emreden “cihat” kavramı sorulabilir mi?) hala tartışmalıdır. Burada mesele, dinin farz, emir, sevap, güzel vb. olarak gördüğü kimi değer, kavram ve davranışların, günümüzün yaşam biçimiyle çelişkiye düşmesi durumunda ne yapılacağıdır. Fakat daha da önemlisi, farklı inançtan bir öğrencinin bu ders ve sınavında, kendi inancına veya kimliğine aykırı bir durumda (ders anlatımı, sınav sorusuna muhatap olma vb.) nasıl bir tutum takınacağıdır. Örneğin, Alevi bir öğrencinin inancına ters olduğu için Sünni inanç temelli konuları yeterince öğrenememesi ve sınavlarda kalması, pedagojik bir sorun mudur, yoksa bir insan hakkı ihlali midir? Ya da kendi inancına ters bir dinin, endoktrine edilmiş bilgisini sırf sınıfını/sınavını geçmek için öğrenmesi, bir insan hakkı ihlali olarak görülebilir mi? Görüldüğü gibi din dersinin amaç ve kazanımlarının nesnel olarak değerlendirilmesi sorunu çok zor ve karmaşık bir konudur.


6  6)  Okulda dinsel mekân ve simgelerin temsili: Bilindiği gibi laik Fransa’nın okullarında ne dinsel bir mekânın (ibadethane) varlığı ne de dinsel simgelerin temsil edilmesi söz konusudur. Türkiyede aşağı yukarı laik okul sistemini Fransa örneğinden aldı. 12 Eylül 1980 darbesiyle bu durum değişti: Önce din dersi zorunlu hale getirildi, AKP döneminde seçmeli din derslerine okulda mescit, din adamının konferansı vb girdi. Günümüz Türkiye’sinde okullarda sadece tek bir inanç biçiminin (Sünni İslam) mekân ve simgeleri yer almakta ve fakat diğerlerine yer verilmemektedir. Burada mesele, Sünni İslam inancına ait mekân (mescit) ve simgelerin (başörtüsü, dinle ilgili resim ve tablolar, yazılar, afişler vb.) belli öğrenciler tarafından benimsenmesi durumunda bunun bir ayrımcılığa hatta kayırmacılığa neden olup olmayacağıdır. Dahası, kamusal bir aktör olarak öğretmen, müdür, müdür yardımcısının değişik inançlara sahip öğrenciler karşısında tarafsız kalıp kalmayacağıdır. 

)   7) Rehberlik/Oryantasyon Sorunları: Tüzün’ün (2016: 41) de vurguladığı gibi, öğrencilerin dinle ilgili derslerde yeterli bilgi ve rehberliğe erişememesi, ders seçeneklerinin okullar tarafından sınırlanması, lise öğrencilerinin bile ders seçimlerinde tek başlarına söz sahibi olamaması, fiziksel koşullar ile insan kaynağının yetersiz olması, ders saatlerinin sınavlara hazırlık için kullanılması gibi nedenler, bu derslerin verimsiz geçmesine, derslerle ilgili çeşitli güçlüklerin yaşanmasına neden olmaktadır. Din, pozitif alanların aksine, sosyal yaşamda öğrencinin birçok yönünü (giyim, ibadet, hayata bakış, yaşam felsefesi, çeşitli tutum ve davranışlar) belirlemektedir; bu yüzden okul ortamında gerek din derslerinin seçiminde gerekse alınan derste aktarılan bilgi, değer ve tutumların öğrencinin kendi kişilik ve karakterine uygun olup olmadığı konusunda, ciddi bir rehberlik ve oryantasyon ihtiyacı gündeme gelmektedir. Yani din dersi ile kimya dersi aynı ağırlıkta ve etkide değildir. Öğrenci kimya dersinin konularına karşı bir mesafe geliştirip bu alanı rahatlıkla öğrenebilir (öğrenemese de hayatına bir biçimde devam edebilir), ama din dersi değer, tutum ve davranış gibi kişinin yaşamını uzun yıllar etkileyecek, hatta belirleyecek bir ağırlığa sahiptir. Kimyayı öğrenemediğinizde en fazla sınavı geçemezsiniz ama dinle ilgili temel bilgilere sahip değilseniz toplumda büyük olasılıkla ayıplanma, dışlanma gibi davranışlara maruz kalmanız mümkün. Türkiye bu yakın markaj ve denetim noktasına doğru hızla sürüklenmektedir. Örneğin, cumaya gitmeyen bir iş insanı kendini baskı altında hissedebilmektedir.



8  8) Yaş, Gelişim ve Zihinsel Kapasite: Türkiye’de çocuklara erken yaşta din dersi verilmesinin yarattığı sorunlar da vardır. Buradaki temel sorunlar, öncelikle çocuğun yaş, gelişim, değer ve vesayet bakımından haklarına odaklanmaktadır. Çeşitli uluslararası sözleşmelerde (örneğin BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi), din ve ahlak değerlerinin, öğrenim özgürlüğünü ihlal etmemesini salık vermiştir. Burada temel mesele, din ve inanç özgürlüğüdür; yani ebeveyn ve vasilerin çocuklarının kendi inançlarına uygun bir biçimde dinsel ve ahlaki eğitim görmelerini sağlama özgürlüklerine saygı gösterme yükümlülüğü getirilmiştir. Ama bu derslerin yansız ve nesnel olması gerektiği, ayrımcılık doğurmayan muafiyetler veya ebeveyn/vasinin istekleri ile uyumlu alternatifler sağlayan koşulların olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu işin mevzuat tarafıdır. Bir de, çocuğun yaş ve gelişim, bilgi ve bilinç düzeyiyle ilgili sorunlar vardır. Literatürde çocukların kaç yaşından itibaren din ve ahlak eğitimi alabileceği, onlara soyut dini kavramlar öğretirken nelere dikkat edileceği çok tartışmalıdır. Mesela bir dinde dayak meşru ise, bu okulda çocuklara uygulanabilir mi? Acaba dinin insan onuru ve değerine aykırı düşünce ve pratikleri okulda çocuklara öğretilebilir mi? Çocuk okulda dinin yaptırım ve kavramlara göre mi eğilecek, yoksa evrensel insan hak ve özgürlüklerine göre mi? Mesela “yanlış” bir davranış “günah” değilse, bu durumda nasıl bir tavır takınılacak? Ya da “sevap” olan ama yanlış bulunan bir düşünce ve davranışta nasıl pozisyon alınacak? Bilimsel gerçekler, yasa ve teoriler ile dogmatik inançlar karşı karşıya geldiğinde çocuk hangisine inanmalıdır? Örneğin, "Yaratılış Dogması" ile Darwin’in "Evrim Teorisi"iç içe okutulduğunda, bu ikisinin tezleri karşıt olduğu bilindiğine göre, çocuğa bir yanda din ve inanç özgürlüğü gerekçe gösterilerek Yaratılış Dogması öğretilirken, Darwin Teorisi yanlışlanacaksa, bu nasıl olacak? Aynısı tersi için de geçerlidir. Bir başka nokta, Atay’ın da (2015: 39) belirttiği gibi, çocuğun erken yaşta dinsel kavramları gerçek anlamda öğrenemeyeceğidir. “Çocuklar erken yaşta, içinde yaşadıkları dini kültürü, ezbere, sorgulamadan, zaman zaman korku ve kaygı odaklı ve dayatmacı bir öğrenme ile kazanabilirler. Çünkü soyut düşünme becerileri, dinle ilgili somut olmayan kavramları anlayabilmek için yeterli olgunluğa ulaşmamıştır. Özellikle çocuğun anlamakta zorlanacağı dini kavramları öğretmeye çalışmak, çocukta cevaplandırılması zor soruların oluşmasına neden olacaktır. Zihinsel gelişim açısından yeterli olgunluğa gelemeyen çocuklar, 11-12 yaş öncesinde dini kavramları sadece ezberleyecek ve içselleştiremeyecektir. Zihinsel gelişim kuramlarına bakıldığında, ancak 11-12 yaş sonrası maneviyat gibi soyut kavramlar edinilebilir.” Bilgi, bilinç ve deneyim açısından hala gelişim çağında olan çocuklara zorla veya seçmeli olarak verilecek din ve ahlak eğitiminin düşünmeden, kuşkulanmadan ve itiraz etmeden inanmaya yol açacağı belirtilmektedir (Atay, 2015: 40). Bu da aslında, çocuğun fikrini ve onayını almadan, ona bu normatif alanda bilgi ve değer yüklenmesinin aslında ciddi bir insan hakkı ihlali olduğu söylenebilir. Öte yandan, çocuğun hayal, imgelem ve kurgulama yetilerinin henüz geliştiği, böylesi naif ve kırılgan bir dönemde iddialı ve yer yer korkuya dayanan kavramların (örneğin cehennem, ölüm gibi) öğretilmeye çalışılması, çocukta kişilik bozukluklarına, psikolojik sorunlara vb yol açabilir. Burada dinsel bilgi ve değerler üzerinden verilen ahlaki hükümlerin, seküler hayattaki bilgi ve uygulamalarla zıtlaşması durumunda, çocukta bir kişilik yarılması oluşabilir. Haliyle verilecek din eğitiminde mutlak doğru ve iyiler ile gündelik hayatın pragmatik uygulamaları arasındaki açıklık genişleyebilir, bu da çocuğun neyin referans alınması gerektiği konusunda kafasının karışmasına neden olabilir. Örneğin, herhangi bir okulun din dersi hocası, kız-erkek arkadaşlığını (flört) günah olarak nitelediğinde, flört eden bir öğrenci (ki bu öğrenci din dersi alıyor olsun), yönünü neye göre belirleyecektir?   



Sonuç

Günümüzde dindar ve seküler kesimler arasındaki mücadele, ilkinin “görece” galibiyeti ile sonuçlanmış görünmektedir. Simgesel roller açısından ifade edecek olursak imam öğretmene göre öndedir. Ya da eğer iki kesimi iki simge/sembolik dersle temsil edecek olursak, seküler kesimin “Yurttaşlık ve Demokrasi” dersi sadece 4. sınıflara sunulurken, dört din dersi ortaokul ve lisenin tamamında öğretilmektedir. Fakat burada asıl önemli olan sayı değil, din derslerinin yeterince nesnel, çoğulcu ve eleştirel, hatta empatik, saygıya dayalı bir çerçevede öğretilmediği, geleneksel yöntemlerle (ezbercilik gibi) aktarıldığı, bu dersleri veren öğretmenlerin formasyonlarının[8] sık sık tartışma konusu edildiğidir. Aslında çok daha önemli mesele, bu derslerin misyonu ile ilgilidir. Nasıl İmam-Hatip okulları sadece din adamı/kadını yetiştirmekten çok daha fazlasını ifade ediyorsa, din dersleri de öyle. Yani, çok uzun zamandır dinin özel, sade ve asketik (çileci) bir ibadet konusu olarak değil de, siyasal bir mücadelenin aracı olması, din derslerine bakışı aşırı politikleştirmekte, dinsel bilgi, değer ve becerileri, insanın kendi vicdanıyla ilgili özel bir konudan ziyade, büyük bir “dava”nın misyonuna göre işlevselleştirilmektedir. Böylece, basit bir pedagojik konu olması gereken din dersleri, birden toplumsal kutuplaşmanın nesnesi olmakta, birleştireceğine bölmektedir. Burada temel sorumlu, bu dersi veren öğretmenler veya alan öğrenciler, hatta talep eden aileler değil, devletlerin hükümetsel politikalarıdır. Bu sorunların çözülmesinde çocuğun iyiliği ve çıkarları lehine, bu dersin içeriğinin saptanmasından seçme/muafiyet biçimlerine kadar konunun çocuklara da sorulması, söz-yetki-kararda, onların da insiyatif sahibi olması çok önemlidir ve bu bir çözüm olarak görülebilir. Bu süreçte öğrenciler, özne değil, ebeveyninin nesnesi, hükümet ve devletlerin sosyal mühendislik projesinin bir ürünü olmaya devam etmemelidir. Din dersi pek çok ders içinde herhangi bir ders değildir. Türkiye gibi genellikle nüfusunun yanlış biçimde % 99’unun Müslüman olduğu ileri sürülen bir toplumda din konusu, basit bir seçim veya tercih meselesinin çok ötesinde, iktidarların sosyal mühendislik projelerinin olumlu veya olumsuz bir alanıdır. Özel olması gereken din alanı, siyasallaşan din adına mücadeleyle birlikte giderek kamusal bir sorun haline gelip, inanç konusu olumlu veya olumsuz biçimlerde bir baskı unsuru olabilmektedir. Modern veya çağdaş bir devletin ilk görevi, laik bir karaktere bürünüp dinler karşısında tarafsız olabilmek, yurttaşlarının dinsel ve felsefi inançlarına, aidiyetlerine bakmaksızın kamusal kaynak, mekân ve hizmetleri, okullarda olduğu gibi, tarafsız biçimde yerine getirmektir. Din dersleri ister seçmeli isterse zorunlu olsun, “din adına” değil, “din üzerine” olduğunda sorun büyük ölçüde halledilmiş olur. Laik bir okul konsepti içinde, devlet, öğretmen, müdür din konusunda lehte veya aleyhte bir tutum takındığında, belli bir din diğer dinler önünde avantaj yakalamış olur ve buradan dinler arası mücadele (hatta savaş) çıkar. Bizde din dersleriyle ilgili bir başka sorun da, din dersinin formüle edildiği şekliyle (“din kültürü”) okutulmaması, öğretilmemesidir. Din dersini zorunlu veya seçmeli alan bir öğrencinin din konusunda, ibadete dayalı bilgiler ve o dine ilişkin meseller ve hadisler dışında, genel bir kültürel çerçeve edinemediği iyi bilinmektedir. Dinlerin kaynağı, dinlere ilişkin teoriler, farklı bağlamlarda farklı biçimde ortaya çıkan dinsel pratikler, kısaca dinle ilgili kültürler pek öğrenilmeden ders tamamlanmaktadır.   
 
Kaynakça
Atay, Mesude. (2015), “Din Eğitiminin Pedagoji ve Çocuk Hakları Açısından Değerlendirilmesi”, İçinde: Türkiye’de Zorunlu Din Dersleri. Yurttaşın Devletle Karşılaştığı Yer, İstanbul: Helsinki Yurttaşlar Derneği, ss. 33-41.
Eğitim Reformu Girişimi (ERG) (2011), Türkiye’de Din ve Eğitim: Son Dönemdeki Gelişmeler ve Değişim Süreci, İstanbul: ERG.
Kaya, Nurcan. (2015), Türkiye Eğitim Sisteminde Ayrımcılık. Renk, Etnik Köken, Dil, Din ve İnanç Temelli Ayrımcılık, İstanbul: Tarih Vakfı ve Uluslararası Azınlık Hakları Grubu.
Kaymakcan, Recep. (2009) Öğretmenlerine Göre Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersleri, İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi
Tüzün, Işık. (2016), “4+4+4”ün Ardından Türkiye’de Din ve Örgün Eğitim”, Saha, (Eğitim ve Yurttaşlık), Yurttaşlık Derneği, Üç Aylık Süreli Yayın, Eylül 2016, Sayı:4, ss. 38-44.




[1] Bu dersler, yöntem ve içeriği olgusal anlamda doğrulamaya olduğu kadar yanlışlamaya da açık olan doğa bilimlere dayanır
[2] Kuşkusuz ikisi birbirinden çok farklı. Din eğitimi okul sistemi içinde tikel bir konum taşır oysa dinsel eğitim, total bir bakış açısına dayanır. İlkinde din, diğer bilgi ve değer alanları arasında “sadece” bir alanken, dinsel eğitimde din bütün eğitim kurumunun üzerine dizayn edildiği başat bir aktör rolüne yükselir.                  
[3] Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed’in Hayatı, Temel Dini Bilgiler. Bu dersler, “Din, Ahlak ve Değerler” olarak adlandırılan seçmeli ders alanını oluşturmaktadır. 
[4] DKAB dersi 4-8. Sınıf öğrencileri tarafından haftada 2 saat, 9-12. Sınıf öğrencileri tarafından ise haftada 1 saat alınmaktadır. Eğitim Bir Sen sendikası ise bu zorunlu dersin ilkokul 1. sınıftan itibaren lise sona kadar verilmesini savunmaktadır.
[5]Seküler kesimden kasıt, yurt içinde Atatürkçü, liberal ve sol kesimler, yurt dışında ise AB, AİHM ve Avrupa’daki çeşitli kuruluşlar kast edilmektedir.
[6] Aslında Türkiye’de seküler kesimleri üçe ayırmak mümkün: Ulusalcı kesim din dersinin hiç okutulmaması, okutulacaksa seçmeli olmasını; liberal kesim ise din dersinin endoktrine edilmeden okutulmasını; sol-sosyalist kesimler ise din dersinin hiçbir şekilde okullarda verilmemesini talep etmektedir.  
[7] Buradaki “nesnel” ifadesi, dersin taraf tutmadan, bir mesafe alınarak anlatılmasıdır; yoksa din dersinde anlatılan bilgi, değer ve becerilerin doğruluğunun sorgulanması değildir.  
[8] Örneğin, DKAB öğretmenleriyle 2008 yılında yapılan bir araştırmaya göre, teolojik açıdan dışlayıcı yaklaşımın çoğulcu yaklaşımdan daha yaygın olduğu, diğer dinlerin geleneksel ve savunmacı olduğu ileri sürüldü. (Kaymakcan, 2009’dan aktaran Tüzün, 2016: 40)  

Yorumlar