AVRUPA’DA ÇOCUKLUĞUN ‘GÖÇMENLİK HALİ’






Kemal İnal





  
Giriş   
Avrupa’da ilk kuşak göçmen Türk işçilerin yaşadıkları sorunları (dil, ekonomik ve kültürel uyum, beslenme, boş zamanların değerlendirilmesi vb.) çözebilmek için sahip oldukları ortam, araç, bilgi birikimi ve eğitimleri son derece kısıtlıydı. Bu nedenle ilk kuşak işçilerin asimilasyon ve entegrasyon sorunları sonraki kuşaklar kadar baş ağrıtmadı, çünkü onlar çoğu zaman metropol toplumu ve kültürünün kıyısında kalmayı tercih ettiler ve “Müslüman Türk” kimliğinin yitmesi olarak gördükleri modernleşmeye hep kuşkuyla baktılar. Değişmek, onlar için “özünü kaybetmek”ti; bu nedenle yıllar geçerken memlekete dönüşleri ertelendikçe, Avrupa’da Türkiye’dekilere yakın, hatta benzer ve paralel birçok kurum, örgüt, ilişki ve ortam oluşturdular; özleri ve kök(en)lerinden kopmamak için Metropolün kenarında/dışında kalmaya özen gösterdiler. Marjinal yaşam tarzını biraz da Avrupa’ya direnme, bozulmama ve kimliğini korumanın en ussal aracı olarak gördüler.

İkinci ve üçüncü kuşak Türk işçi çocukları, ana-babalarına göre asimilasyon ve entegrasyon sorunlarını, göçmenlikten kaynaklı olarak daha fazla yaşadılar, yaşıyorlar. Çünkü çocuklar, Avrupa ülkelerinin sağlık sistemleriyle daha anne karnındayken tanıştılar; henüz üç yaşındayken ayak bastıkları okullarda modern değerlerle karşılaştılar; ana-babalarına göre yeni boş zaman değerlendirme biçimleri, tüketim alışkanlıkları ve eğlence tarzlarını öğrendiler; olabildiğince bilgilendiler. Öğrendikleri Avrupa ülkelerinin dilleri, onlara bir parça da olsa özgüven kazandırdı. Ne var ki, ev, düğün-dernek, piknik, Kur’an kursu, cami gibi ortamlarda yerli cemaat kültürünün bölük-pörçük izlerini benliğinde cisimleştirme süreci, okuldaki modern Avrupa kültürünün alabildiğine ussal ve bireyci değerleriyle çatışma sürecini de başlattı. Okul gibi modern kurumlar aracılığıyla bireysel çalışma disiplini, öz seçim ve kendilik gibi liberal değerlerin çocuklar tarafından içselleştirilmesi, ana-babalar tarafından maddi eğitsel başarının payandaları olduğu sürece desteklendi; ama geleneksel kalıpları belli noktalarda (flört, eğlence, beslenme, alkol, giyim, vb.) tehdit ettiğindeyse reddedildi.

Göçmen Türk işçileri ve onların çocuklarının Avrupa’daki yaşamları daha çok üç mekânda geçer: Ev (aile) ve işyeri (meslek)/okul (eğitim). Geleneksel “Müslüman Türk” değerleri, çoğu zaman ev ve onun uzantısı olan ortamlarda yeniden üretilir. Türk çocukları, “terbiye” denilen sosyalleşme süreçlerini ağırlıkla ev ve uzantılarında yaşarlar. “Usluluk”, “laf dinleme”, “ana-babaya itaat” vb değerlerle kutsanan “terbiyeli evlat”, ebeveynin doğrudan uzantısı, çoğu zaman silik kopyasıdır. Çocuktan böyle olması da beklenir. Okulda öğrenilen bireysel seçim, kendi kendine karar verme, dakiklik, disiplin gibi daha çok kapitalist üretim biçimi ve modernlik ile anlam ve yer bulan değerler, işçi çocuklarını, cemaat yapılarını sorgulamaya sürükleyebilir. Bu noktada çocuk, öğretmen ile veli arasında zaman zaman bir çatışma konusu olur. Çocukların rol modelleri konusunda yaşadıkları sıkıntılar, çocukluğun “göçmenlik hali”nin, evrensellik ile tikelliğin bir sonucu, yansımasıdır. Örneğin, Ramazan ayında iftar saatinin, çocuğun dersiyle çakışması, çocuk ve velilerin, laik eğitim ile din arasında sıkışmasına neden olur; ebeveynler, çok çeşitli nedenlerden dolayı ve fakat isteksizce de olsa, ilk seçeneği-eğitim-tercih etmek zorunda kalırlar. Okullardaki havuz dersinin kız çocukları için sorun olması da bir başka örnek. Domuz eti de öyle. Okulda evrim, evde yaratılış teorisi; okulda anlayış, evde dayak; okulda Fransızca, evde Türkçe vb.

Strasbourg’da ikinci kuşaktan göçmen Türk işçi hanelerinin aile yaşamı ve çocuklarına dair yaptığımız gözlemler, genç anne-babaların çocukları üzerinden/vesilesiyle belli ölçü ve sınırlarda modernleşmeye çabaladıkları ve böylece entegrasyon sorununu aşmaya çalıştıklarını göstermektedir. Ancak, bu değişim süreci, son derece sancılı, zikzaklı ve çelişkili biçimde ilerlemektedir. Gerek Fransız devletinin entegrasyon politikasından gerekse Türk işçi ailelerinin içinde bulundukları göçmene özgü gerçeklikten kaynaklanan sorunlar, çocukluğun “göçmenlik hali”ni ortaya çıkarmakta ve sorunlu kılmaya devam etmektedir. Bu sorunlu yapıya karşın göçmen Türk çocukları, yetişkinlerin yaşadıkları çoğu sorunu (ırkçılık, ayrımcılık, vb.) kendi aralarında çok az yaşamaktadırlar. Ama okullarda öğretmenler, sokakta polis, markette kasiyer vb. yetişkin kişilerin ayrımcı davranışları göçmen çocuklara karşı sık sık gerçekleşmekte; ana-babalar gibi çocuklar da bir yandan entegrasyon ya da asimilasyon öte yandan da marjinalleştirilme politikalarını birlikte, hatta iç içe yaşayabilmektedirler.

Göçmen çocuk ve çevresi
Avrupa’daki göçmen Türk işçilerinin ilk kuşağı, bulundukları ülkenin bir parçası olmayı amaçlamamış, kendilerine atfedilen düşük statüye karşın toplumsal konumlarını anayurttakine oranla yüksek saydıkları için bütünleşme konusunda bir çaba göstermemişlerdir. Oysa, ikinci ve üçüncü kuşak, durumlarını doğdukları ya da yetiştikleri Avrupa ülkesindeki diğerleriyle kıyaslamakta ve yoksun bırakıldıkları fırsat ve olanakları daha keskin biçimde algılamaktadırlar. Bu nedenle kuşaklar arasında düşünce ve davranış farklılıkları giderek artmaktadır. Abadan-Unat’ın belirttiği gibi ilk kuşak, dönüş hayalleri ile oyalanıp neo-feodal bir uyum biçimi olan tüketim yoluyla saygınlık kazanmaya çalışırken kolektif kimliğe sarılmıştır. İkinci kuşağın önündeki seçenekler daha fazladır. Kısmi ya da tümden entegrasyonu (asimilasyon) seçebilir ya da aşırı saldırganlık ile sisteme başkaldırabilir. Ya da mutlak bir kayıtsızlık (apathy) ile içine kapanabilirler. Göçmen çocukların içinde yerleştikleri ortam, onların benimseyecekleri kültürel kimliği de belirlemektedir. Seçtikleri kimliğe özgü göstergeler -kulakta küpe, başörtü, uzun saç vb- onları diğer gruplardan ayırt ederek bir tür özgüven vermektedir. Yaşadıkları kültürel öğeler içinde dil, öğrenim, toplumsal değerler, din, gelenekler, serbest zaman faaliyetleri önemli bir rol oynamaktadır. 1

Kitle iletişim araçları, okul ve sosyal çevreye girme, çocuğun “etkin” sosyalleşmesinin, yani onun bir akran grubuna ve ev sahibi topluma (la société d’accueil, host society) katılmasının (insertion) ilk aşamasını oluşturur. Göçmen çocuk, dış dünyayı öncelikle ev sahibi toplumda kültürel tüketimin birincil biçimi olan televizyon ile algılar.2 Bulundukları Avrupa ülkesinin dilini iyi bilmek, onları yabancı kanalları izlemeye götürmekte ve fakat Avrupa’daki hemen her Türk işçisinin evinde bulunan Türk TV kanallarının Avrupa programları da, dekoderlerin dijitalleşmesiyle net biçimde izlenebilmektedir. Bu programlar onlara, kendi ülkelerinden haberler iletmekte, vatan hasretini dindirmekte, geçmişini hatırlatmakta ve öz kimliğe ilişkin değerlerini tazelemekte, hatta pekiştirmektedir. Çocuklar, bozuk Türkçe dilbilgilerine rağmen bu yerli TV kanallarındaki popüler programları (yerli diziler, yarışmalar, müzik ve eğlence geceleri, spor karşılaşmaları vb.) soluksuz izlemektedirler. Yerli popüler kültürü, Türk TV kanalları, geleneksel düğün geceleri ve çeşitli yerel eğlenceler sayesinde içselleştiren çocuklar, bu kültürün geleneksellikle harmanlanmış içerik ve biçimlerini ana-babalarıyla birlikte, başta ev olmak üzere hemen her ortamda yaşamaktadırlar. Dolayısıyla, memlekete ilişkin her haber, bilgi ve değerler, göçmen Türk çocuğun birincil sosyalleşme mekânı olan evde anlam bulmakta ve değerlendirilmektedir. Aileler, Türkiye ile Fransa’daki evleri (ve genelde göçmen Türk topluluğu)  arasında sıcak bağlantılar kuran Türk TV kanallarını sonuna kadar izlemekte, evine buyur etmekte ve o programlardaki yerli olan çoğu unsuru ailece sahiplenmektedirler. Böylece göçmen çocuk için ilk gelenekselleştirici çevrelerden biri aile ise diğeri de evsel mekânın içine kadar girip orada anlam ve zemin bulan popüler Türk medyasıdır. Popüler Türk TV kanalları, Avrupa’daki Türk işçilerine yönelik yaptıkları yayınlarla aslında ev ve onun uzantılarını hem geleneksel değerler çerçevesinde bir araya getirmekte hem de onları yerli pazarlara bağlamaktadır.   

Göçmenin evi: Gelenekselliğin tahkim edildiği kale
Avrupa’da göçmen Türk işçileri, büyük ölçüde yoksul işçi mahallelerinde otururlar. Çoğunluğu-bir kısmı orada ya da Türkiye’de maddi zenginlik ve yatırımlara sahip olsa da-alt sınıflara mensuptur; bu, hem gelir hem de kültürce böyledir. Alt sınıflara mensup olmaları, hem yaptıkları işlerden (fabrika işçiliği, inşaat işçiliği, temizlik işçiliği vb.) hem de kazançlarıyla orantılı olarak oturdukları işçi mahallelerinden belli olmaktadır. Fransa’da HLM-Habitations à Loyers Modérés3 denilen ve mülkiyeti belediyelere ait olan ucuz sosyal konutlarda kirada oturan göçmen Türk işçileri, bu konut ve mahalleleri kendileri gibi göçmen olan diğer uluslardan işçilerle paylaşırlar. Bu mahalleler, alt sınıf ve göçmen etnik topluluklarla özdeşleştirilen birçok soruna ev sahipliği yapar: Bakımsız ve kirli konutlar, yüksek suç oranı, etnik ve sınıfsal yalıtım, yüksek alkolizm ve uyuşturucu kullanımı oranı, kültürel uyumsuzluk, getto tipi hayat tarzı vb. Sık sık yaşanan olaylarla4 bu tür mahalleler, ülkenin neredeyse birincil suç üretim deposu haline gelmiştir. Özellikle çocuk ve gençleri sık sık polisle karşı karşıya getiren olaylar, birtakım tarihsel etmenlerle birleşince, içinden çıkılması neredeyse olanaksız sorunlu ortamlar yaratmaktadır. Fransa’da devlet ve toplumun ırkçı davranışlarına en fazla maruz kaldıklarına inanan Mağripli çocuk ve göçmenler, ülkede suçsal olaylara en çok karışan kesimi oluşturmaktadır. Bunda Cezayir gibi Kuzey Afrika ülkelerinin bir dönem Fransız sömürgeciliğine maruz kalmasının etkisinin olduğunu düşünenlerin sayısı az değildir. Ancak, Müslüman olan ve Arapça konuşan Mağripli çocuk ve gençler, Fransız devleti ve toplumuna karşı sav ve eylemlerinde, dinsel aidiyet ve kültürlerinin bir ayrımcılık nedeni olduğunu ileri sürseler de, aynı dinden olan diğer etnik topluluklar, örneğin Türkler, bu aidiyet ya da kimlik farklılığını suçsal olaylarla Mağriplilere göre çok daha az ifade etmektedirler. Tarihte Türklerin Fransız sömürgesi olmaması ve ana-babaların çocuklarını suçsal olaylara karışmamaları konusunda daha sıkı denetlemeleri, Fransız toplumuna karşı tepkilerin Mağripliler gibi başkaldırı düzeyine çıkmasını engellemektedir. Türklerin ticari hayatta daha fazla imkan ve yer bulması, kendi kurum ve kuruluşlarını oluşturarak paralel bir toplum kurmada daha fazla inisiyatif almaları, cemaat hayatının daha güçlü olması, aile hayatının içe dönük ve güçlü olması gibi etmenler, Türk göçmen çocuk ve gençlerini suç kültürüne katılmaktan alıkoyabilmektedir.   

Göçmen çocuk, göçmenlikten kaynaklanan sorunlarla-mekânsal ve toplumsal yalıtım, ırkçılık, asimilasyon, değersiz görülme vb.-bu tür mahallelerin hem içinde hem de dışındaki her noktada karşılaşır. Evi, sokağı, mahallesi ve çevresinde bir yandan kendi kültürünü ya da kendi kültürüyle karışık marjinal hayata özgü değerleri sonuna dek yaşar, öte yandan yine aynı mekânlarda entegrasyon politikasının etkilerine, özellikle okul gibi kurumlarda maruz kalır. Çocuklardan değil ama yetişkinlerden kaynaklanan kültürel önyargı ve aşağılama, göçmenlerin kendi içlerinde de yoğun biçimde yaşanır. Örneğin, Fransa’da Türklerin Araplara, bütün göçmen toplulukların çingenelere ve Romenlere karşı aşağılayıcı davranışları söz konusu olabilmektedir.

Ev, öncelikle göçmen ailesinin entegrasyon konusunda karşılaştığı sorunların yarattığı gerilim, çelişki ve değişim beklentilerine karşı bir sığınma yeri, kültürünü yeniden üretme mekanı ve soyunu koruma alanıdır. Neredeyse bir adadır ev. Bu ada zaman zaman ana karanın sorunlarından uzaklaşma ve kaçma olanağı sağlar göçmenlere. Dışarısı kirlidir ama ev temizdir. Dışarısı tekinsizdir ama ev güvenlidir. O nedenle göçmen Türk işçileri, özellikle birinci kuşak işçiler, evlerini gelenekselliğin hemen her türlü ilişki ve nesnesiyle donatır, hatta tahkim ederler. Bu donatma ve tahkimde ev, kimliğin maddi bir göstergesi olarak biçimlendirilir. Ailenin İslam dinine mensup olduğu, duvardaki dini yazı ve Mekke fotoğrafları vb. ile mutlaka sergilenir. Hatta ailenin hangi mezhebe ait olduğu bile bu nesnelerden algılanabilmektedir. Göçmen ailenin Türkiye’deki “memleketi”, oradaki uğraşı, göçtüğü ülkedeki hayata bakışı vb. hep evin eşyalarına ve eşyaların düzenleniş biçimine yansı(tılı)r. Kimlik, evsel mekânın hemen her eşyasına, eşyaların düzenleniş ve kullanım biçimine sindirilir. Dışa karşı öncelikle hane reisi olan baba tarafından bir kale gibi kurulan ve korunan ev, göçmen Türk ailesi örneğinde, ataerkil ilişkilerin korunması ve pekiştirilmesinde yabancı değer ve ilişkilere karşı bir sınır çekme rolü oynar.5

Bu sınır, kutsal değerlerin (öncelikle dinsel ve ahlâki değerler) yaşandığı bir alanın çevresini belirler; oradan içeriye herkes rahatça giremez. Sınırları belli olan bu alan, yani ev, diğer geleneksel kimlik ve dayanışma ağlarıyla-cami, Kur’an kursu, Türk kahvesi, dernek ve vakıf, akrabalık ve hemşerilik ilişkileri, komşuluk, düğün, mevlit vs.- desteklenir, pekiştirilir. Ancak, bu geleneksel ilişki ve mekânlar, birinci kuşak için hayati, acil ve zorunluyken, ikinci kuşak için simgesel, ertelenebilir ve gereksiz olarak görülebilir.6 Avrupa’da doğan ya da küçük yaşlarda gelip öğrenimlerini orada yapan işçi çocuklarının çoğu, geleneği güçlü biçimde yaşatacak ne bir isteğe ne de bir bilince sahiptir. Fransız Okulu, akran çevresi ve medyasından elde edilen görece modern kimlik, gelenekte derinleşmeyi engellediği için göçmen çocuk, ailesinin itibar gösterdiği mekan ve ilişkileri anlamakta zorlanır ve bunları zaman zaman reddeder. Bu reddetme, ‘sıcak gelenek’ ile ‘soğuk modernlik’ arasındaki mevcut çatışmayı evde besler. Bu çatışmadan kaç(ın)ma, zaman zaman evden fiziki ya da manevi olarak uzaklaşmayı da beraberinde getirebilir. 

Dışta yaşanan rekabetçi kapitalizmin gerektirdiği akıl ve eyleme karşı duygunun mekânı haline gelen evde yaşanan birincil-yakın, sıcak, duygusal-ilişkiler, birinden diğerine gidip gelmekle bölünmüş bir kişiliğe yol açar.7 Ancak, egemen kapitalist ilişkilere rağmen özellikle aile yapısı ve evde feodal ilişki biçimleri korunur ya da baskıyla sürdürülür. Bu tür çelişkilerden kaynaklanan psikolojik rahatsızlıkları en çok da ikinci kuşak yaşar. Ne var ki, bireyin psikolojik sağlığını yitirmesine rağmen, etnik topluluğun devamı için gelenekçi yaklaşımdan vazgeçilmez.8

Geleneği korumanın sınır işaretleri bellidir. Örneğin ebeveynler, çocuklarının ev sahibi ülkenin dilini konuşabilmelerinden çok memnun olurlar. Ancak çocuk, yabancı dil sayesinde dışarıdaki dünyayı da tanır ve bu dünyayı eve taşımaya çalışır. Ne var ki, ana-babalar buna karşı koyarlar. Çocuk, dış dünyayı evinde ailesiyle paylaşamaz, yaşantısını evde bütünleştiremez. Ana-babalar da genellikle çocuklarının sorunlarına karşı kayıtsız kalırlar. Nitekim evde sus-pus olan çocuk, okulda aşırı hareketli bir görünüm sergiler9 Çoğu zaman da çocuk, okuldaki değer ve bilgilerin evdekinden farklı olmasını, kendi içine kapanarak yanıtlar. Nitekim Strasbourg’da bu tür içine kapanık ya da aşırı hareketli göçmen Türk çocuklarının yarattıkları sorunlarla uğraşan onlarca Türk kökenli eğitmen ve medyatör vardır.

Okul: Modernlik ve Geleneksellik Arasındaki Gerilimin Kaynak Mekânı
Eğitim, göçmen azınlıkların entegrasyon sorunlarının tam merkezinde yer alır. Çocukların topluma girdiği ilk kanal olan okul (eğitimi), çocuklarının hem iyi bir diploma alıp meslek sahibi olmalarını arzulayan hem de özgün kültür ve dinlerini kaybetmelerini istemeyen ana-babaları sürekli meşgul eder. Ama ana-babalar, okul eğitimini daha ziyade sosyal yükselmenin bir vektörü olarak görür ve iyi iş için diplomalar alınmasını arzularlar. Bu bağlamda yerel yetkililerin önünde iki yol belirir: Ya eğitsel başarı ya da kültür. Ya her kültüre özgü kültürel özgünlükler korunacak ya da eğitsel başarısızlığa karşı mücadele edilecek. Teoride birbiriyle çelişmeyen bu iki eğilim, pratikte birbirinin zararına olabilmektedir. Örneğin, Almanya’da Berlin ya da Hamburg gibi şehirler, hızlı eğitsel entegrasyona öncelik verirken, Bavyera gibi eyaletler iki dilli derslikler kurarak göçmenlerin kültürel kimliklerini korumaya yönelmektedir. İlk durumda, göçmenlerin bazı mahallelerde yoğunlaşması, sınıfların sadece göçmen öğrencilerle dolmasına neden olmaktadır. İkinci durumda ise ailelerin seçimi, daha iyi sonuçlar elde edebilmek için daha hızlı bir eğitsel entegrasyona öncelik verme yönündedir. Avrupa’daki her ülke bu yollardan birine ağırlık verir. Fransa ise, Fransız kültürüne saygı adına çok kültürcülüğe (multiculturalisme) karşı çıkmaktadır.10

Fransa’da okulun her zaman öncelikli ve ayrıcalıklı rolü, bir yurttaşlık ilişkisinin kurulması olmuştur: Kolektif yaşamın temel nosyonlarını öğretmek, çocuklara yaşadıkları toplumun örgütlenmesine dair gerekli bilgileri vermek, onları ekonomik hayata katılmaya hazırlamak, sağlıklı bir çevre sunmak vb.11 Kurumsal bir norm olarak okul, çocuğa farklılığı değil, benzerliği aşılamaya çalışır. Farklılıkları bütünleştirmek esastır. Bu süreçte dil yani Fransızca, grubun birliğinin ve kimliğinin esas belirleyicilerinden biridir. Okul, kültürleştirmeyi sağlar ve birliği kurar. Bu süreçte dayanışma sistemi olarak işlev gören aile, kültürel soyun devamının garantisi olarak rol oynar, yaptırımlarda bulunur, değer ve gelenekleri iletmeye çalışır.12 Bu açıdan Fransız okulu, son yıllara değin son derece asimilasyoncu olarak belirmektedir. Fransız çocuklara olduğu kadar göçmen çocuklara da “fırsat eşitliği” sağlama amacı, tüm farklılıkların indirgenmesine yol açmıştır. Dolayısıyla, “Öteki”nin kültürüne saygı göstermek, onun temel özelliklerinin bilgisine sahip olunsa bile, mümkün değildir.13

Göçmen çocukların eğitsel başarı ya da başarısızlıkları, onların Fransız toplumundaki geleceklerinde anahtar bir unsur olarak görülmektedir. Okul, aslında göçmen nüfusların entegrasyonunda ayrıcalıklı bir araç olarak dikkate alınır. Fakat aynı zamanda okul, öncelikle alt sınıflar ve onların çocuklarına zarar veren eğitsel başarısızlık konusunda bilhassa bir dışlama mekânıdır (un lieu d’exclusion). Bu eğitsel başarısızlığı önlemek için yapılan tartışmalarda iki konum belirmektedir: İlk olarak, okuldaki başarısız çocukların eğitsel başarılarını artırmak için göçmen çocukların özgün/köken kültürlerine önem vermek. İkinci olarak, okulu, cumhuriyetçi değerleri ve Fransız tarzı entegrasyon modelini hayata geçirecek bir kurum olarak kurmak, yani bir eritme potası yapmak.14
  
Dolayısıyla Fransız eğitim sisteminde okulun asıl işlevi, yerli ya da göçmen olsun, tüm çocukları Fransız ulusal sistemiyle bütünleştirmektir. Göçmen çocuklar açısından bunun anlamı, entegrasyon, ama aslında asimilasyondur; yani farklı etnik köken, dinsel kimlik ve bölgesel değerleri ailelerinden güçlü biçimde alan göçmen çocukları Fransızlaştırmaktır. Hedef buyken, Fransız resmi yetkilileri, demokrasinin doğasından mı yoksa başka bir nedenden dolayı mıdır bilinmez, Fransız okullarındaki göçmen çocuklarının kendi kültürlerinin sergilenmesine özel bir önem verirler. Örneğin, okullarda çocukların karşılıklı olarak birbirlerinin mutfaklarının yemeklerini ya da kültürlerine özgü zanaat ürünlerini öğrendikleri kültürlerarası günler düzenlenir.15 Ancak belirtilmelidir ki, bu kültürel sergi, etnolojik bir konudur ve simgesel düzeyde kalır, çünkü örneğin öğrencilerin kendi kültürel değer ve bilgilerinin “ulusal” müfredatta yer alması söz konusu bile değildir. Bu durum, Fransız okulunun eşitlik felsefesine dayanmasıyla meşrulaştırılır. Bununla birlikte öğrenciler arasında bir denge kurmak için ortaya konulan ve belirli önlemleri alınan soyut kurumsal eşitlik, parasız eğitim ve laiklik, köken eşitsizlikleri gidermenin ötesinde kalır.16 Öte yandan, Fransızların göçmenlere tepkileri eğitime de yansır. Örneğin, birçok Avrupalı aile, çözümü, eğitimin kalitesinin düştüğü kaygısıyla, çocuklarını, yabancı işçi çocuklarının okudukları okullardan çekmekte bulmaktadır. Sonuçta, ABD’de olduğu gibi Batı Avrupa ülkelerinde de getto okulları oluşmaktadır.17
  
Okulun benimsenmesi, ev sahibi toplumla bir bütünleşme isteğini gösterir; öyle ki, günlük yaşamda okul, öncelikle diğer çocuklarla karşılaşmayı sağlayan bir ortamdır. Göçmen çocuk için okul, hem evrensel değerlerin içselleştirilmesinin bir mekânı hem de yukarı doğru hareketliliğin bir aracı, aynı zamanda çocukları yaş grupları içinde toplayan bir kurum olarak görünür. Kısaca, okulda öğretim sistemi ve akran gruplarıyla kurulan yoğun etkileşimler, çocuğu, kültürleşmesini hızlandırarak ev sahibi toplumla bütünleştirir. Fransızca dilinde pratik ve öğretim sistemi, çocukların dış çevreyle bütünleşmelerindeki en etkili araçlardır. Grupla özdeşleşme, etnik farklılıkların dışarıda bırakılmasına (élimination) ve çocukların davranışlarında bir benzeşmeye (homogénéisation) yol açar. Böylece okul, çocuğun akran grubuyla temas edebilmek için kullandığı temel bir araç haline gelir. Referans grubuyla özdeşleşme, başarı arzusunu güçlendiren bir diğer etmeni oluşturur.18 Okul, kimlik kazanma/dış çevreyle özdeşleşme sürecinde çocuğun kişiliğinin oluşumunda ihmal edilemeyecek önemde bir etki uygular. Çocuk, sosyal kimliğini, evrensel olarak görülen ve eğitim kurumu tarafından yayılan değerlerden başlayarak kurar ve aile modellerine karşı az çok örtük bir tepki ortaya koyar. Okul çevresi, endüstriyel toplum kültürünün temeli olan evrensel, özgül ve ussal normları yayarak rolünü yerine getirir. Böylece çocuklar, ailelerinin göçmenlik durumundan kaynaklanan marjinalliği örtük biçimde reddeder ve okulu, entegrasyonun bir etmeni olarak değerlendirirler.19

Eğitim kurumlarında entegrasyona yönelmenin birçok nedeni vardır: Göçmenlerin mevcut sistemle sosyal bağlarının zayıflaması, bilhassa günlük yaşamda şiddetin artması, okula devamsızlık, belirli tikellikler, içine kapanma ve bilhassa dinsel düzenin ayırt edici işaretlerini onaylama ya da okul tarafından alınan önlemlere bazı ana-babaların olmayacak şekillerde yanıt vermeleri gibi. Bu çerçevede psikolojik açıdan sorun yaşayan göçmen çocuklar, normal bir grup ilişkisini ya da yaşantısını sürdürememekte; çocuklar ve ergenler arasında kabul edilebilir sosyal ilişkilere imkan veren karşılıklı saygı gerilemektedir. Bazı çocukların temel dili, şiddet dili olarak ortaya çıkmakta; kaba kuvvet ve şiddet, temel ifade araçları haline gelebilmektedir.20.   

Fakat işe teorik değil de pratik, özellikle göçmen çocukların ana babaları tarafından bakıldığında, birçok sorunun olduğu görülür. Öncelikle, göçmen işçiler, bulundukları ülkenin eğitim sistemi ve çocuklarının eğitimlerine ilişkin yasal sorumlulukları hakkında ya çok az şey bilmekte ya da hiç bir şey bilmemektedirler. Bu bilgi eksikliği ya da yokluğu, birçok ana-babanın okul sisteminin dışında kalmasına neden olmaktadır. Çocuklar, evde ana-babalarının eğitsel yardımlarından yoksun olduklarından ötürü okulda telafi edici derslere gerek duyarlar. İki ülkenin eğitim sisteminin farklılığı da uyarlanmayı engelleyebilir.21 Bu uyarlanmayı kolaylaştırmak adına birçok önlem alınır. Bunların içinde, göçmen çocuğun, ailesinin dil ve kültürünü öğrenmesi başta gelir. Bu bağlamda yabancı işçi çocukları, okullarında ana dillerinde de eğitim görürler. 1975-1978 yılları arasında Fransız devleti, ilkokullarda ana/köken dil ve kültürün öğretimi için ülkede bulunan belli başlı göçmen nüfusların geldikleri ülke devletleriyle ikili anlaşmaları yasalaştırmıştır. Amaç, göçmenlerin Fransa’ya entegrasyonlarını kolaylaştırmak, onların kendi kültürlerine değer vermelerini, dilsel ve kültürel farklılıklara saygı gösterilmesini sağlamaktır. Ancak bu politikanın laiklik ve ırkçılık karşıtı gibi sınırları vardır.22 Fransa’da oran olarak en yüksek göçmen grubunu oluşturan Mağripliler ve Türklerin İslamcı eğilimleri bu konuda sürekli sorun yaratmaktadır. Bu sorunların en önemlilerinden biri de, okulda başörtü takma isteği etrafında şekillenmektedir.

Öte yandan, köken kültürlerini ana dili eğitimiyle öğrenerek Fransız toplumuna entegrasyonlarının gerçekleşmesi istenen göçmen Türk çocukları, “Türkçe ve Türk Kültürü” dersinde Türkçe’nin yanı sıra hayat bilgisi, sosyal bilgiler, coğrafya, din bilgisi ve müzik dersleri alırlar. Ancak iki ayrı eğitim, çelişki ve sorunlara yol açmaktadır. Şöyle ki, “çocuk bir sınıfta Türkiye’de yaşamaya hazırlanırken, diğerinde [onun] Hollanda’da yaşayacağı varsayılıyor. Türkçe derslerinin içeriğinin Avrupa’da yeni gerçeklere göre saptanmasını ise Ankara, eğitime ‘resmi ideoloji’nin dışında unsurların hâkim olabileceği kaygısıyla istemiyor.23 Öte yandan, son derece geleneksel ve muhafazakar olan çoğu göçmen Türk işçi ailesi, kendi kimliklerini kaybetmemeleri için çocuklarını birçok alanda sıkıştırırken, onların okuldaki başarıları için de Türkçe derslerine göndermemekte, Vassaf’ın24 deyimiyle çocuklarını “kafası karışmasın, Avrupa’da tahsili daha iyi olsun” gerekçesiyle bu dersin uzağında tutmaktadırlar. Ama sorun yine çözülememektedir. Çünkü çocuklar, üçlü, en azından ikili bir eğitime tabi tutulmaya devam edilmektedir. Bir yandan söz konusu Avrupa ülkesinin laik ve liberal eğitimi, öte yandan Kur’an kurslarında ya da tarikat dershanelerinde gerçekleşen dinsel eğitim ve nihayet Türkiye’den gönderilen öğretmenlerin verdikleri milliyetçi eğitim, çocukların sırtına büyük bir yük yüklemektedir. Dahası, göçmen Türk çocuğu, bu derslerin her birine ayrı ayrı tepki vermekte, çeşitli bölünme ve parçalanmalar yaşamaktadır. Örneğin, Fransız öğretmeninin dersinde uygulanan sıkı disiplin nedeniyle nefes alamayan göçmen Türk çocuğu, Türkçe ve Türk Kültürü dersinde patlayabilmektedir: Ders esnasında öğretmene Fransızca küfür etme, dersi kaynatma, derse karşı ilgisizlik, vb.

Fransa’da doğup büyüyen göçmen Türk çocuklarının Türkçe ve Türk kültürü derslerine tepkileri, önce bu dersi reddetmek, öğretmeni anlayamamak, Fransız okulunda edindiği kültürel kimliği nedeniyle sunulan kendi kimliği karşısında tedirgin olmak ve sonra giderek kendi kültürü ve kimliğine ilgi duymak olarak ortaya çıkmaktadır.25 Bu olumsuzluğun çeşitli nedenleri vardır. Fransa’da, diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Türkçe dersleri zorunlu değildir, ailelerin isteğine bırakılmıştır. Bu dersten alınan notlar, öğrencilerin okuldaki başarılarını etkilememektedir. Bu nedenle öğrencinin bu derslerdeki öğrenmeye yönelik motivasyonları çok düşük düzeydedir.26 Bu ders, okul müfredatının bir parçası olmadığı için notla değerlendirilmemekte ve gönüllü olarak izlemektedir. Bu nedenle devam ve katılım oranı düşüktür. Çocuklardan, bu derslerde ve derslerle kusursuz Türkçe konuşmaları ve çağdaş Türkiye’nin Batıya yönelik laik değerlerini benimsemeleri de beklenmektedir. Nihayet Kur’an kurslarına devam etmeleri halinde Arapça metinleri ezberlemeleri, şeriatın emirlerine uymaları da istenmektedir.27

Göçmen Türk çocuklarının okul ile sorunlarında ailelerinin sosyal değerleri önemli bir rol oynar. Göçmen çocukları örneğinde eşitsizlikler, aile içindeki sosyalleşme ile okuldaki sosyalleşme arasındaki çelişkilerin ifadesidir. Gerçekte sosyal köken, göçmen Türk çocuğun öğrenimini birçok planda etkiler:Ailenin ekonomik durumu ve eğitim düzeyi, ailenin değerler sistemi ve dili. Eğitim sistemi, çocukta, kendi ailesini değersizleştirmesine de yol açabilmektedir 28

Ama öte yandan göçmen Türk aileleri, geri dönüşlerinin, çocuklarının eğitimlerine bağlı olduğunu da ileri sürerler; bilgiye, o halde eğitim kurumuna ve evrensel değerlere önem verirler, eğitimi sosyal yükselmenin bir koşulu olarak görür; sosyal sınıf değiştirmenin biricik aracı olarak değerlendirirler. Bununla birlikte, okul aracılığıyla sosyal yükselme fikri, sadece erkek çocuklar için düşünülür, kız çocukları için temel düzeyde okuma yazma öğrenme yeterli görülür.29 Ama sorulduğunda, kız çocuklarını da sonuna değin okutacaklarını; onların erkek çocuklardan daha geri olmadığını söylerler. Cinsiyet temelinde çocuklara karşı yapılan ayrımcılıklar, aile içinde göçmen çocukluğun diğer sorunlarla birlikte karşılaştığı en büyük yarılmalardan biridir.

Göçün yol açtığı çeşitli sosyo-kültürel sorunlar, çocukları farklı değerlerin çatışması durumunda etkiler. Göçmen ailenin çocuğu, modernleştirici kurum olan okul ile geleneksel ilişkilerin tahkim edildiği bir mekân olarak ev arasında çeşitli çatışmalar yaşayabilir. Çocukluğun ‘göçmenlik hali’, göç sonrası ileri sanayi toplumlarında yaşanan özel bir gerçekliği ifade eder. Çocuk, göçmenlik kaynaklı birçok soruna maruz kalır. Avrupa’daki göçmen Türk toplulukları ve çocukları, geleneksel ve modern değerleri iç içe geçirerek bu sorunları aşmaya çalışır.

Göçmen ailelerin çocukları bir kriz ve belirsiz bir kimlik dünyasında yaşarlar.30 Geldikleri (köken) ülkenin âdetlerini “modası geçmiş” ve “arkaik” olarak değerlendirmelerine karşın Fransa’da da kendilerini evlerinde gibi hissetmezler. Fiilen Fransız oldukları bilincini alır, tutumunu takınır ama öte yandan ailelerine bağlanma ve öz kültürlerini almak, onlar nezdinde bir soruna yol açar; yani, Fransızların tutumu, onlara, Fransa’da kabul edildikleri ve onlara ötekiler gibi davranıldığı duygusunu vermemektedir. Kurbanı oldukları yabancı düşmanlığı, Fransız toplumuyla yalın bir özdeşleşmeyi engeller. Bu ikili deneyim, ‘yırtılma söylemi’ni besler.31 Yırtılma söylemi, ırkçılık düzeyinde daha etkili bir hâl alır. Batı Avrupa’daki Türk çocukları ve gençleri, ev sahibi toplumun farklı düzeylerde de olsa düşmanlık, ayrımcılık ve kalıp yargılamalarına maruz kalmaktadırlar.32

Göçmen Çocuğun İlişkilerinde Yarılmalar
Yırtılma süreci, göçmenlerin kendi kültürlerine atfettikleri çeşitli olumlu değer ve üstünlük öyküleriyle pekiştirilir. Ana-babalar, kendi öz kültürlerinin üstünlüğü konusunda ısrar ederek savunmacı bir tutum takınırlar. Kuşkusuz onlar, ev sahibi toplumun etkisine maruz kalmaktan korkarlar, fakat kendi ve çocuklarının kimliklerini tartışma konusu yapacak olan her krizden sakınma isteği gösterirler. Dışarıda yemek yemekten kaçınma, dinlerinin ve beslenme pratiklerinin farklılığıyla meşrulaştırılır. Bu kaçınma, hatta yasaklamalar çerçevesinde ebeveynler, Fransız toplumuna karşı güvensizliklerini ifade ederler, bazen buna çocuklarını da dâhil ederler.33

Çocukların eğitimi, Türk göçmen işçilerinin en ciddi sorununu oluşturmaktadır. İşçiler, çocuklarının eğitsel başarılarını ve sosyal ilerlemelerini ayrıntılı biçimde düşünmekte, ama aynı zamanda çocuklarının başarısızlıklarına ilişkin açıklamalar bulmaya çalışmaktadırlar. Göçün zaten ilk hedefi, geleceğini garantiye almaktır. Bu gelecek, çocukların geleceğidir. Bu açıdan ikinci kuşak Türk göçmen işçiler, kız çocuklarını okutmak yerine evlendirmeyi seçmek gibi davranışlar dışında modern bir anlayış da sergileyebilmektedirler. Dolayısıyla, Fransız okulunu, Türk okuluna göre daha modern, daha açık, daha etkili, daha iyi organize olmuş, araç-gereç bakımından daha iyi bulurlar.34 Çocuklarının geleceği söz konusu olduğu için eğitim kurumlarına yönelik modern düşünce ve anlayışlar, Türk göçmen ana-babalarda bir zihniyet olarak yerleşik bir kalıp haline gelmiş olsa bile, bunun pratik gereklerini yerine getirecek bilgi, kültürel donanım ve maddi imkanlardan yoksun oldukları için çocukların eğitsel başarıları genelde Fransız çocuklara göre geridir. Bu açıdan Avrupa’da Türk göçmen çocukların okul başarıları genelde yerli öğrencilere göre daha düşüktür. Örneğin, 1993 Bakalorya sınavında Fransız öğrencilerin başarı oranı % 74 iken, yabancı öğrencilerinki % 63 olmuştur.35 Bu olgu, birçok Batı Avrupa ülkesinde görülebilmektedir. Örneğin Belçika’da çocukların eğitimde geri kalma oranı çarpıcıdır. Türk göçmen çocukları, bir yandan Belçika okulunu, diğer yandan Türkçe dersini ve de Kur’an kurslarını izleme sonucunda bu üçlü eğitimin ağırlığı altında ezilmektedirler.36

Göçmen Türk çocuklarının eğitimleri, sadece bir eğitim sorunu değil, ama aynı zamanda göç, göçmenlik ve entegrasyon sorunudur; dolayısıyla sorun dallanıp budaklanmaktadır. Bazı Batı Avrupa ülkeleri, eğitsel sorun ile göçmenlikten kaynaklanan sorunları birbirine karıştırmakta ve böylece eğitsel başarısızlık ile zekâ arasında bir ilişki kurarak bir tür ayrımcılığı eğitim kurumlarında rasyonel kalıplar içinde işletmeye çalışmaktadırlar. Örneğin Almanya’da, ilkokul düzeyinde “yeterli dil bilmeyen, yeterli yardım görmeyen çocuklar, zekâ ve yeteneklerine uygun eğitim türlerine yöneltilememekte, başarabileceklerinden daha düşük düzeyli okullara yöneltilen çocuklar tepkilerini derslere ilgisizlik, etkinliklere katılmamak veya yaramazlık yapmak olarak ortaya koymaktadır”37 Okullarda yetenek ve bilgilerinin altında bir eğitime tabi tutulabilen göçmen çocuk, bunun bir ayrımcılık ve aşağılama olduğunu fark etmekte ve buna karşı çeşitli tepkiler geliştirmektedir. Okulda farklı kültür ve kimliğinin, aşağı düzeyde eğitim almasına neden olduğunu anlayan göçmen çocuk, bu ayrımcılığa gerektiğinde kendi kimliği üzerinden bir takım kısıtlamalara giderek de kurtulmak isteyebilmektedir. Abadan-Unat’ın sözleriyle ifade edecek olursak, göçmen çocuk, okul çevresi tarafından kabul edilebilmek için gerçek kimliğini saklamaya çalışmaktadır. Göçmen çocuklar, bir mektup atmasını bilmeyen, alışverişte çocuklarının yardımına muhtaç bilgisiz ve beceriksiz ana-babalarından utanç duymaktadırlar. Annelerin çalışmadığı ailelerde annenin dilbilgisinin yokluğu, çocuğuna ev ödevlerinde yardımcı olmayı önlemektedir.38

Bu tür olaylar sonucu ana-babalar ile çocukları arasında ‘düşünce yarılması’ (clivage) oluşmaktadır. Kuşaklararası çatışma, göç durumu ile pekiştirilmiş olur. Ana-babalar, geri dönüş projelerine bağlı olarak ev sahibi toplum ile “araçsal ilişki”lerinden dolayı kültürleşmeye (acculturation) karşı koyarlar. Oysa çocuklar, kitle iletişim araçlarının etkisine tümüyle maruz kalırlar. O kadar ki, kitle iletişim araçları, çocukların aile dışında akran grubuyla bir iletişim aracını oluşturur ve böylelikle ev sahibi toplumla bir bütünleşme arzusuna tercüman olur.39
                        
Fransa’da doğan ya da küçük yaşlarda buraya gelen, anaokulundan itibaren Fransız eğitim sisteminden geçen ikinci ama daha çok üçüncü kuşak ile birinci kuşak arasındaki çatışmalar uzlaşmazlık derecesinde yaşanır. “Okulda teşvik edildiği, ödüllendirildiği davranışlar, düşünceler evde dayak konusu oluyor. Okul saatlerinde kızlı-erkekli oynayan, şarkı söyleyen, hatta cinsel eğitim dersi gören çocukların kimine evde terbiyelerini bozar diye televizyon bile yasak (...) Başlangıçta çocuk, birbirine zıt dünyalarına uyum sağlamak için çabalıyor. Okulda Avrupalıların istediği gibi, evde ise ailesinin beklentilerine uygun hareket ediyor. İki yaşantıyı sürdürme çabası çocuğu kaçınılmaz olarak evde yalan söylemeye ya da sükuta itiyor.”40 İkinci kuşak, içinde yetiştiği kentsel kültür çevresiyle feodal aile çevresi arasında bir yön bunalımı yaşar. Birinci kuşağın yaşamında işyeri, cami ve az da olsa Türk kahveleri haricinde bir kültür hayatı yoktur. İkinci kuşak ise, aksine dışa açık bir okul sisteminden geçer. Spor, sinema, tiyatro ve eğlence merkezleriyle iç içe yaşar. Bu durumda ana-babalar, gelenek ve göreneklerin etkisiyle özellikle kız çocuklarına  bir dizi yasaklar koyar.41

Göçmen kız çocuklarının durumunu karakterize eden üç boyut vardır: Eğitimini başarıyla tamamlama savaşı ve bir kariyer elde etme, eğitim koşulları ve göçmen olma olgusu. Göçmen kız çocuğu eğitim formasyonunda başarılı olamaz ise, yaşamında evlilik daha ağır basmaya başlar.42 Bu açıdan Fransa’da göçmen kız çocukları açısından ilkokuldan ortaokula geçişte devamlılık açısından önemli bir düşüş olmaktadır. Göçmen kız çocuklarının karşılaştıkları asıl güçlükler, onların ailelerinin kırsal kökenli olmalarından ileri gelir. Geleneksel ve dinsel yasaklar, kız çocukları için hâlâ devam etmektedir. Göçmen kız çocuklarının çoğu için eğitime devam konusu, ebeveynlerin kararına bağlıdır. Bu seçimde baba, cinsiyete bağlı bağımlılık ilişkilerini sürdürür.43

Sonuç ya da çelişkili ve çatışmalı bir durum olarak göçmenlik
Avrupa’da göçmenlik, bir çelişkiler ve çatışmalar dünyasının içinde yer ve anlam bulan çeşitli boyutlar taşımak bakımından karmaşık bir olgudur. Bu karmaşıklıkta, ev sahibi toplumda kültür ve sınıfça aşağı olarak değerlendirilmekten ziyade “reel” gerçeklik içinde toplumsal bakımdan en alt konumları işgal etmenin çok önemli bir payı vardır. Nair’in belirttiği gibi entegrasyon, aslında farklılığı varsayar ve bu nedenle, farklılığa dair bir çalışmadır. Başarılı sonuç vermesi için entegrasyon, demokratik olmalı, empoze edilmemelidir. Entegre etme süreci, Öteki’ni silmemelidir. Yasa önünde eşitliğe yönelmelidir. Fakat göçmen de ev sahibi toplumun temel normlarını kamusal yaşamında yasal sistemin gereklerine göre yerine getirmelidir.44 Ancak sorun da budur: Yasa önündeki soyut eşitlik ya da ev sahibinin toplumsal normlarına uyma gereği, pratikte çok çeşitli sorunlar nedeniyle gerçekleşmemektedir. Göçmen(lik) kimliği, bir zenginlik ya da çeşitlilik çerçevesinde demokrasi alanını genişleten bir öğe olmaktan ziyade sınır çekme ve dışarıda bırakmanın koşulu olabilmektedir. Pratikte eşitlik ve yasallık çerçevesinde hemen herkese kendi geleceğini kurma hakkı verme, engelsizce gerçekleşen bir duruma yol açmamaktadır. Dışlanma, ayrımcılık ve kültürel uyumsuzluk, iş yerinde ya da okulda ne kadar sıkı çalışsalar da, göçmenleri ve çocuklarını adım adım takip etmektedir.   Bu nedenle göçmen işçilerin ilk derdi, ekonomik açıdan geleceğini kurtarmaktır. Bu gelecek kaygısı içinde kültürel, sanatsal ve tatil tüketimi gibi göçmen işçinin entegrasyonunu kolaylaştıracak aktivitelere ne zaman kalmakta ne de para harcanacak bir imkan elde edilmektedir.

Hemen tüm ailelerin çocuklarına ilişkin gelecek projesi, onları sonuna kadar okutup iş-güç sahibi yapmaktır. Bu noktada ilginçtir, Strasbourg’da yaşamlarına, disiplin ve çalışma tempolarına, eğitimli olmalarına gıpta edilen Yahudiler, çoğu Türk ailesinin gözünde örnek alınacak derecede iyi bir model olarak düşünülmektedir. Çocuklarını, ortak bir gelenek olduğu için Yahudi doktoruna sünnet ettiren aileler için pratik ama elzem-çocuğun sünnet edilmesi gibi- gereksinimlerin karşılanmasında yabancı ile olan sınırlar zaman zaman erimekte, çocuğun geleceğine ilişkin görevler olabildiğince yerine getirilmektedir. Ancak, Türk aileleri, yani ana-babalar, çocuklarının okul, giyim gibi maddi ihtiyaçlarını karşılamada gösterdikleri çabayı manevi ihtiyaçları için pek göstermemektedirler. Daha doğrusu, gösterecek formasyondan yoksundurlar. Bu açıdan göçmen Türk çocukların ev içinde karşılaştıkları dayak, misafirler önünde hakaret gibi davranışların sayı ve türü az değildir. Bu da çoğu göçmen Türk ailesinin bir orta sınıf modern aile kalıbını simgeleyen rol modeli ve tutumlarını yeterince benimseyemediklerini göstermektedir. Ama buna rağmen Avrupa’daki birinci kuşağa göre ikinci kuşak ailelerde modern eğilimlerin giderek arttığı ve daha etkili olduğunu da söylemek mümkün. En azından, ikinci kuşak genç ana-babalar, kendi ana-babalarına göre daha az çocuk yapmakta (ortalama 2 ya da üç çocuk), doğum kontrol yöntemlerini dinsel ya da başka bir gerekçeye aldırmadan rahatça kullanabilmekte, çeyiz ya da kundak gibi bazı gelenekleri rahatça terk edebilmektedirler. Giyim, temizlik alışkanlıkları, iş ve çalışma, tasarruf ve yatırım, yemek, eğitim, çocuğa bakış, çevreyle ilişkilerde modern eğilimleri en azından benimseme isteği gösteren ikinci kuşaktan genç anne ve babaların gözlerini geriye değil, ileriye diktiklerini söylemek mümkün.

Öte yandan, geleneksel ilişkiler (aile, akrabalık, komşuluk, hemşehrilik), etkinlik ve ortamlar (bahçe, düğün-dernek, kahve, etnik işletmeler, cami, Türk usulü piknik, gün düzenleme, mevlit vb.), modern kentsel hayata uyumun yarattığı güçlük ve sıkıntıların yol açtığı sosyal ve psikolojik rahatsızlıkları (kaygı, korku, geri çekilme vb.) hafifletmek için de kullanılmakta, hatta bu tür ilişki, etkinlik ve ortamlara sığınılacak bir liman, kimliksel bir güvence ve psikolojik rahatlama aracı olarak bakılabilmektedir. Bu noktada ikinci kuşak ailelerin, geleneği, rasyonel bir tarzda-uyumdan kaynaklanan sorunlarla baş edebilme-kullanmaları söz konusudur. Geleneksel kültür, o halde, modern koşullara uyumsuzluğun getirdiği gerilim ve çatışmaları bir biçimde yatıştırma, hatta çözmede bir uyum mekanizması olarak işlev görmektedir.

Türk işçi ailesinin, en azından ikinci kuşak aile ve çocuklarının, birinci kuşağa göre çevresi genişlemekte, hatta dinamikleşip küreselleşmektedir. Eğitim, ticaret ve akraba-hemşehriler arası siyasal etkinlikler, Avrupa’daki Türk işçilerini, çevrelerini genişletmeye itmekte, gelenek(sel) kabının (cemaat kimliği, etnik referans, akrabalık, hemşehrilik, dinsel aidiyet vb.) dışına çıkarmakta, modern rasyonel davranış ve seçimlere yöneltmektedir. Çifte vatandaşlık istemi, etnik hakların peşinde koşma, okulda çocuklarının “Türkçe ve Türk Kültürü” dersinin daha etkili biçimde verilmesini talep etme, kendi derneklerini kurma -ikinci kuşağın dernekleri, birincinin aksine, Avrupa’nın bileşenleri olarak vücut bulmaktadır45 -vb. davranışlar, ikinci kuşak Türk işçileri modern hayata girmeye zorlamaktadır. Gelenek ve göreneklerin bazıları zamanla unutulmakta ya da Avrupa’daki koşullardan dolayı bunların yerine getirilmesi uygun görülmemektedir. Bu durum, Avrupa’da alınan eğitim, geçirilen süre, girilen ilişki, yerine getirilen görev ve ileriye dönük beklentilerin doğal bir sonucudur. Genç anne ve babalar, kendi ve çocuklarının geleceklerini artık bulundukları Avrupa ülkesinde görmektedirler. Bu nedenle ilk kuşağa göre ikinci ve üçüncü kuşağın çevreleriyle olan ilişkileri daha fazladır. (Örneğin 1988’de Almanya’da 20-30 yaş arası-ikinci kuşak- ile onların babaları-birinci kuşak-üzerine yapılan bir araştırmada Avrupalılarla ilişkilerde kuşaklar arası farklılıkların çok büyük olduğu görülmüş. Örneğin, Almanya’da iş dışında Almanlarla ilişki kurmada çocuklar için oran % 65 iken, babalarda bu oran ancak % 26’dır. Çocuklar için en önemli hedef eğitsel başarıyken, babalar için gelenek ve göreneklerin korunmasıdır. Çocuklar için sosyal yeterliliklerin edinilmesi, ana-babasının ulusallığından daha önemlidir.46

Tartışma ve sonuç
Avrupa’daki Türk çocukları, aslında “göçmenlik hali”nin bütün çelişki, çatışma ve değişimlerini yaşamaktadırlar. Bir yandan evde, camide, düğünde ya da piknikte atalarının gelenek ve göreneklerini (yemek yeme biçimi, inanç, büyüklere karşı davranış vb.) etkisiyle bazı cemaatçi davranışlara zorlanmakta ama öte yandan kendisine bireysel bilinç ve bilgi kazandıran modern Fransız okulunun rol modeli ve kişilik tipini içselleştirmeye çalışmaktadır. Bir yandan akran çevresinden Fransa’da hâkim olan Batıya özgü birtakım kültürel davranışları özümsemekte ama öte yandan evdeki Türk televizyon kanallarından yerli, geleneksel ve popüler kültürel ürünleri tüketmektedir. Okulda bir yandan Batı bilim anlayışı, klasik müziği, modern felsefecileri vb. öğrenmekte, öte yandan sanatçı diye Türkiye’deki popüler şarkıcıların resimleriyle oda, çanta ve defterlerini süsleyebilmektedir. Bir yandan bütünün içinde eriyip başka herkes-genelde Fransız-gibi olmak ve pek de benimsemediği köken/öz kültürünü belli etmemek istemekte, öte yandan da kendisine yöneltilen ayrımcı davranışlar olduğunda Türk ya da Müslüman-Türk kimliğini belli edercesine kullanabilmektedir (örneğin Türk milli takım formasını giyme, boynunda Hz. Ali’nin kılıcı ya da resmini taşıma vb.). Bu çelişkili gerçeklik, göç kaynaklı değişimin dinamik karakterini göstermek bakımından daha fazla dikkate alınmalı ve irdelenmelidir.      

    
  Kaynakça

Abadan-Unat, N. (2002) Bitmeyen Göç-Konuk İşçilikten Ulus-Ötesi Yurttaşlığa, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.    

Association de Solidarité avec les Travailleurs Turcs (ASTTU) (1995), Mémoires des Turcs en Alsace, Strasbourg.

Barou, J.  (1989) “Les immigrés et leur places dans la ville: habitat, logement et développement social des quartiers”, Les immigrés et la participation à la vie locale, Centre Des Cultures Méditeriannéennes, Belfort, Colloque de Belfort.

Bilmen, M. S. (1976), “Educational problems encountered by the children of Turkish migrant workers” içinde N. Abadan-Unat (ed.), Turkish Workers in Europe, (1960- 1975)-A Socio-Economic Reappraisal, Leiden, E.J: Brill.

Bourdieu, P. (1995) Pratik Nedenler. Eylem Kuramı Üzerine, Türkçesi Hülya Tufan, İstanbul: Kesit Yay. 

Bozarslan, H. (1995), “Dynamiques des pays d’origine et d’accueil dans l’immigration Turque en Allemagne” Enjeux de l’immigration Turque en Europe. Les Turcs en France et en Europe, (yay. haz. Meropi Anastassiadou), Paris: CIEMI-L’Harmattan.
Clévy,  J. (1977), “Les blocages et les stéréotypes des enseignants”, Culture Immigrée.    

Costa-Lescoux, J. (1989), De l’immigré au citoyen, La documentation française, Paris.

Establet, R. (1997), Comment peut-on être Français? 90 ouvriers turcs racontent, Paris: Fayard.

Haut Conseil à l’intégration, (1997), Affaiblissement du lien social, enfermement dans les particularismes et intégration dans la cité, Rapport au Premier ministre, La documentation française, Paris.

Hily,  M.A. (1977), “La résistance à l’assimilation”, Culture Immigrée.

Kastoryano, R. (1986), Être Turc en France. Réflexions sur Familles et Communauté, Paris:C.I.E.M.I. et L’Harmattan. 

............................  (2000), Kimlik Pazarlığı. Fransa ve Almanya’da Devlet ve Göçmen İlişkileri, çev. Ali Berktay, İstanbul: İletişim yay.

Lapeyronnie, Didier. (1992), “Les politiques locales d’intégration des immigrés en Europe” içinde Didier Lapeyronnie (yay. haz.) Immigrés en Europe. Politiques locales d’intégration,  La documentation française, Paris.

Manço, A. (1996), “L’organisation des familles turques en Belgique et la place des femmes”, Cahiers d’Études sur la Méditerrannée orientale et le Monde turco-iranien, (AFEMOTI/CERI) No:21.

Naïr, S. (1990), “L’Europe et ses immigrés”, L’Événement Européen. Initiative et débat, Dossier: L’Europe et Ses Immigrés, Octobre, 11, Seuil.

Östergaard, N, E. (2002), “İki Arada Gidip Gelmek: Batı Almanya’daki Türk Gençleri”, içinde Gündüz Vassaf, Daha Sesimizi Duyurmadık. Almanya’da Türk İşçi Çocukları, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Özdemir, H. (1999), 2000 Yılının Eşiğinde Federal Almanya’da (Kuzey Ren Vestfalya’da) Türk Çocuklarının Eğitimi, Köln: Önel Verlag. 

Perotti, A. (1989), “Éducation scolaire et périscolaire”, içinde Les immigrés et la participation à la vie locale, Centre Des Cultures Méditeriannéennes, Belfort, Colloque de Belfort, Adels.

Petek Şalom,  G. (1996), “Adolescentes et Blus:Nouveaux visages Féminins Turcs en France, Conflits Inter et Intra-Générationnels”, içinde  Cahiers d’Études sur la Méditerrannée orientale et le Monde turco-iranien, (AFEMOTI/CERI) No:21.

Pfefferkorn, R. (1996), “Les Enfants D’immigrés et L’École. Importance des situations éducatives et des trajectoires migratoires des familles”,  Avancées, L’intégration des Étrangers dans L’Europe contemporaine, Chantiers de recherche, Presses Universtaires de Strasbourg, No:3.

Poster,  M. (1989), Eleştirel Aile Kuramı, çev. Akile Gürsoy Tezcan, İstanbul: Ayrıntı yay.

Schnapper,  D. (1991), La France de l’intégration. Sociologie de la nation en 1990, Paris: Éditions Gallimard.

Schultze, G. (1995), “Première et Deuxième Génération de Migrants Turcs en RFA: Mobilité Professionnelle et son incidence sur le processus d’intégration”, Enjeux de l’immigration Turque en Europe. Les Turcs en France et en Europe, (Yay. Haz. Meropi Anastassiadou), Paris: CIEMI-L’Harmattan.

Şalom, G. (1995), “Les femmes et le projet migratoire Familiale Turc en France”, Enjeux de L’immigration turque en Europe. Les Turcs en France et en Europe, (yay. haz. Meropi Anastassiadou), Paris: CIEMI-L’Harmattan.

Vassaf, G. (2002), Daha Sesimizi Duyurmadık. Almanya’da Türk İşçi Çocukları, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı. 

Wilpert, C. (1996), “Deux Générations de Femmes d’origine Turque en Allemagne”, Cahiers d’Études sur la Méditerrannée orientale et le Monde turco-iranien, (AFEMOTI/CERI) No:21.

Yılmaz, S. (2001), Fransa’da Türkçe Öğretmenlik Kılavuzu. Türkçe



1 Nermin Abadan-Unat (2002) Bitmeyen Göç-Konuk İşçilikten Ulus-Ötesi Yurttaşlığa, İstanbul:Bilgi Üniversitesi Yayınları., s. 182-3. 
2  Riva Kastoryano (1986), Être Turc en France. Réflexions sur Familles et Communauté, Paris:C.I.E.M.I. et L’Harmattan, s.98.  
3 1906’da tasarımlanan ilk sosyal konutlar, ucuz olma yönüyle ayırt edilirdi. Bu tür konutlar bu yönüyle daha çok yoksullar ve göçmenler tarafından tercih edilmiştir ve edilmektedir. Nitekim Fransa’da HLM konutlarında oturanların çoğu Mağripli ve Türk göçmen işçilerdir. Kentsel merkezin periferisinde yer alan bu konutlar, kentsel doku içinde merkeze uzak bir görünüm çizer. Tüm iyileştirmelere rağmen HLM tipi konut ve semtlerin imajı negatiftir ve bu da, yerleşim politikalarının başarısızlığının nedenlerinden biridir. (J. Barou  “Les immigrés et leur places dans la ville:habitat, logement et développement social des quartiers”, Les immigrés et la participation à la vie locale, Centre Des Cultures Méditeriannéennes, Belfort, Colloque de Belfort, 1989, s. 85-88.  Aslında HLM’ler, tek kelimeyle, hem entegrasyon politikasının pek işlemediğinin mekânsal bir gösterimi hem de ırkçı eğilimlerin zemin bulmasının bir göstergesidir.  
4 “Banliyöler, etnik adacıklar, gettolar; yabancılarla yoksulluğun bir arada yaşadığı ve kültürler arasında, sivil toplumla güvenlik kuvvetleri ya da ulusal kurumlarla cemaat kurumları arasında çatışma yerleri olarak sunulan uzamlar...” (Kastoryano, 1986,yagy, s.19.) olarak bu mahalleler, ülkenin entegrasyon politikasının en çok sorgulandığı yerlerin başında gelmektedir. 
5 “...bir alan  olarak hane birliğinin sınırı, erkeksi tahakkümün sonuçlarıyla belirlenir; bu sonuçlar aileyi bütün  mantığına doğru yönlendirirler (bütünleşme de tahakkümün bir sonucu olabilir.)” (P. Bourdieu (1995) Pratik Nedenler. Eylem Kuramı Üzerine, Türkçesi Hülya Tufan, İstanbul: Kesit Yay, s. 140). 
6 Bu bakımdan Türk işçi ailesinde komşu ve onun ailesi, maddi ve bazen moral başarının değerlendirilmesinde bir referans noktası olarak alınır. Bu nedenle gerçekte sosyal statü kadar bölgesel köken, empoze edilmiş olsa bile, mahalle seçiminde önemli bir rol oynar. ( Association de Solidarité avec les Travailleurs Turcs (ASTTU),  Mémoires des Turcs en Alsace, Strasbourg., 1995, s.54) 
7 M. Poster, Eleştirel Aile Kuramı, çev. Akile Gürsoy Tezcan, İstanbul: Ayrıntı yay,1989, s.201.
8 Gündüz Vassaf, Daha Sesimizi Duyurmadık. Almanya’da Türk İşçi Çocukları, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı, 2002, s.312. 
9 Vassaf, yagy, s. 108.
10 Didier Lapeyronnie, “Les politiques locales d’intégration des immigrés en Europe” içinde Didier Lapeyronnie (yay. haz.) Immigrés en Europe. Politiques locales d’intégration, Paris: La documentation française, 1992, s.12-13.
11 Haut Conseil à l’intégration, Affaiblissement du lien social, enfermement dans les particularismes et intégration dans la cité, Rapport au Premier ministre, Paris: La documentation française, 1997, s. 35.
12 M. A. Hily, “La résistance à l’assimilation”, Culture Immigrée. 1977, s. 89-91.
13 J. Clévy,  “Les blocages et les stéréotypes des enseignants”, Culture Immigrée, 1977, s. 167-8.     
14  R.. Pfefferkorn (1996), “Les Enfants D’immigrés et L’École. Importance des situations éducatives et des trajectoires migratoires des familles”,  Avancées, L’intégration des Étrangers dans L’Europe contemporaine, Chantiers de recherche, Presses Universtaires de Strasbourg, No:3.,s. 69.
15 R. Kastoryano, Kimlik Pazarlığı.Fransa ve Almanya’da Devlet ve Göçmen İlişkileri, çev. Ali Berktay, İstanbul: İletişim yay, 2000, s.16. 
16 J. Costa-Lescoux, J. (1989), De l’immigré au citoyen, La documentation française, Paris, s. 83.
17 Vassaf, yagy, s.138.
18 Kastoryano, (1986) yagy, s.101, 114-115.
19 Kastoryano, (1986) yagy, s.109-110. 
20 Haut Conseil à l’intégration, yagy s. 31.
21 M. S. Bilmen, “Educational problems encountered by the children of Turkish migrant workers” içinde N. Abadan-Unat (ed.), Turkish Workers in Europe, (1960-1975)-A Socio-Economic Reappraisal, Leiden, E.J: Brill,s. 1976, s. 243, 247-9.
22 A. Perotti, “Éducation scolaire et périscolaire”, içinde Les immigrés et la participation à la vie locale, Centre Des Cultures Méditeriannéennes, Belfort, Colloque de Belfort, Adels, 1989, s.109. 
23 Vassaf, yagy, s.138.
24 Vassaf, yagy, s.139.
25 S. Yılmaz, Fransa’da Türkçe Öğretmenlik Klavuzu. Türkçe ve Sınıf Öğretmenleri İçin, Bourg en Bresse:CeFRess, 2001, s.43. 
26 Yılmaz, yagy, s. 43.
27 Abadan-Unat, (2002) yagy, s.195-6.  
28 Kastoryano, (1986) yagy, s.102.
29 Kastoryano, (1986) yagy, s.106-107.
30 G. Şalom, “Les femmes et le projet migratoire Familiale Turc en France”, Meropi Anastassiadou (yay. haz.), Enjeux de L’immigration turque en Europe. Les Turcs en France et en Europe, Paris:CIEMI-L’Harmattan, 1995, s. 255.
31 D. Schnapper, La France de l’intégration. Sociologie de la nation en 1990, Paris:Éditions Gallimard, 1991, s.196.
32 E. Östergaard-Nielsen, “İki Arada Gidip Gelmek:Batı Almanya’daki Türk Gençleri”, içinde Gündüz Vassaf, Daha Sesimizi Duyurmadık.Almanya’da Türk İşçi Çocukları, İstanbul:İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002, s.47. 
33 Kastoryano, (1986) yagy, s.116. 
34 R. Establet, Comment peut-on être Français? 90 ouvriers turcs racontent, Paris:Fayard.,1997, s.181.
35 Pfefferkorn, yagy, s.70.
36 A. Manço, “L’organisation des familles turques en Belgique et la place des femmes”, Cahiers d’Études sur la Méditerrannée orientale et le Monde turco-iranien, (AFEMOTI/CERI) No:21, 1996, s.163. 
37 H. Özdemir, 2000 Yılının Eşiğinde Federal Almanya’da (Kuzey Ren Vestfalya’da) Türk Çocuklarının Eğitimi, Köln: Önel Verlag, 1999, s.32. 
38 Abadan-Unat, (2002) yagy, s.186-7.
39 Kastoryano, (1986) yagy, s.100.  
40 Vassaf, yagy, s. 67. 
41 Yılmaz, yagy, s.32.
42 C. Wilpert, “Deux Générations de Femmes d’origine Turque en Allemagne”, Cahiers d’Études sur la Méditerrannée orientale et le Monde turco-iranien, (AFEMOTI/CERI) No:21, 1996, s.135.
43 G. Petek-Şalom, “Adolescentes et Blus:Nouveaux visages Féminins Turcs en France, Conflits Inter et Intra-Générationnels”, içinde  Cahiers d’Études sur la Méditerrannée orientale et le Monde turco-iranien, (AFEMOTI/CERI) No:21, 1996, s.140. 
44 S. Naïr, “L’Europe et ses immigrés”, L’Événement Européen. Initiative et débat, Dossier:L’Europe et Ses Immigrés, Octobre, 11, Seuil, 1990, s.49. 
45 H. Bozarslan, “Dynamiques des pays d’origine et d’accueil dans l’immigration Turque en Allemagne” Meropi Anastassiadou (yay. haz.) Enjeux de l’immigration Turque en Europe. Les Turcs en France et en Europe, Paris:CIEMI-L’Harmattan, 1995, s. 135.
46G. Schultze, “Première et Deuxième Génération de Migrants Turcs en RFA:Mobilité Professionnelle et son incidence sur le processus d’intégration”, Meropi Anastassiadou (yay. haz.), Enjeux de l’immigration Turque en Europe. Les Turcs en France et en Europe, Paris:CIEMI-L’Harmattan, 1995, s.152-153.



Yorumlar