Kemal İnal[1]
19. yüzyılda diğer imparatorluklar gibi yıkılmanın eşiğinde
bulunan Osmanlı Devleti’ni ”hasta adam” olarak niteleyen Batı’nın, bu
devletin çöküşünde belirleyici bir aktör olarak rol aldığı herkesin bildiği bir
gerçek. Elbette Batı’nın kışkırtması veya dönemin konjonktürel bir özelliğinin
sonucu olarak “milliyetçilik”, kapitalizmin
yarattığı “yarı sömürgeleştirme”[2]
ve sosyolojik “modernleşme” gibi
sayısız faktör Osmanlının yıkılışında büyük bir rol oynadı. Dış faktörlerin
yanı sıra birçok iç faktör de söz konusuydu: Yozlaşmış bir siyasal yönetim,
reformlara rağmen işlemeyen devlet idaresi, geri kalmış eğitim, sağlık ve ordu
kurumları, nitelikli işgücü veya insan yokluğu, ülkenin savaşlardan yorulmuş
halkı, ilkel şartlarda yapılan yetersiz tarımsal üretim, bilimde gerilik,
demokrasinin yokluğu, modern Batılı fikirlere karşı düşmanlık veya yabancılık,
İslam dininin bütün kurumları belirlemeye devam etmesi… Bu koşullarda yaşayan
bir “hasta adam”ın elbette ömrünün uzun sürmesi beklenemezdi. Nitekim
İmparatorluğun son yıllarında yaşanan her önemli olay (devlet aygıtının reforme
edilmesi, azınlıklarla ilgili düzenlemeler, girilen yeni savaşlar vs.), çöküşü
daha da hızlandırmıştır. Devir zaten kapitalizmin icadı olan ulus-devletlerin
devriydi ve çöken İngiliz, Rusya, Avusturya-Macaristan gibi imparatorlukların
dışında bir Osmanlı istisnası söz konusu olamazdı.
Fakat Osmanlı devlet adamları, aydınları ve askerleri,
çöküşü durdurmak, geciktirmek veya etkisiz hale getirmek için de her türlü
çareyi düşündü. Bu noktada çareler iki noktada toplandı: Birinci grup, çarenin
daha katı bir İslamcılık olduğunu düşündü ki 2. Abdülhamit bu politikayı
uyguladı ve çöküşü birkaç on yıl geciktirdi. İkinci grup ise, çöküş ve
geriliğin asıl nedeni olarak İslam’ın şahsında her türlü geleneksel-geri yapıyı
gördü ve yüzünü Batılı politikalara (Türk milliyetçiliği, modernleşme,
Batılılaşma vs.) döndü ki, bu politikayı ilk kez siyasal-resmi halde bir devlet
politikası haline getiren Jakoben siyasal örgüt İttihat ve Terakki Cemiyeti
(İTC) oldu.
İTC bir yandan, tahttan indirdiği 2. Abdülhamit’in modernleştirmeci
reformlarını uyguladı ama öte yandan da askerliğin[3]
verdiği motivasyonla “acaba son yıllarda kaybettiğim toprakları yeniden
savaşarak kazanabilir miyim?” diye düşündü. Böylece İTC döneminde (1908-1918) büyük
bir savaşa girerek öncelikle Balkan ve Trabslusgarp (Kuzey Afrika) savaşlarında
kaybedilen toprakları yeniden kazanma arzusu had safhada oldu. İTC, büyük
bir savaş kazanarak kendi gücünü konsolide etmeyi düşünüyordu. Bu dönem Almanya’nın askeri, mali ve kültürel
açıdan bölgede yıldızının parladığı bir dönemdi. İTC, Alman ordusunun
generalleri, devlet adamları ve aydınlarıyla yakın ilişki içindeydi. Hatta ünlü
Alman generallerinden bazıları (örneğin Moltke) Osmanlı ordusunu eğitecek kadar
Osmanlı ile içli dışlıydı. Tabii İTC’yi büyük bir savaşa sokacak başka birçok
neden daha vardı: Alman hayranlığı ve Almanya’nın bölgede yakında büyük bir güç
haline geleceği beklentisi, Fransa, İngiltere ve Rusya sömürgelerinde yaşayan
Müslümanları bağımsızlıklarına kavuşturma isteği, yine bu üç ülkenin Osmanlıya
karşı takındığı düşmanca tavırlar, Fransa’nın uyguladığı kapitülasyon
sistemiyle giderek artan dış borçlar ve bunun yarattığı baskı, Yunanistan’ın “megali ideası”nın [4]
oluşturduğu tehdit vs. Ama savaşı çıkaran asıl nedenler Batı bloğu içinde
belirleyici bir rol oynadı: İngiltere, Fransa ve Almanya arasında sömürge ve
hammadde savaşı giderek kızışıyordu, yine bu ülkeler arasındaki ekonomik rekabet,
silahlanma yarışının hızlanması, Fransa’nın yarattığı milliyetçiliğin etkileri [5],
Almanya’nın Fransa’dan Alsace-Loren bölgesini yeniden alma isteği, devletlerarası
bloklaşma, Balkanlar üzerinde üstünlük kurma mücadelesi…
Nitekim büyük bir savaş çıkararak ya da büyük bir gücün
çıkardığı savaşa katılarak pay kapma düşüncesi içindeki İTC’ye beklenen fırsatı
vermede Almanya geç kalmadı. Goben ve Breslav [6]
gemilerinin Osmanlı bayrağı altında Rus limanlarını bombalamasıyla Osmanlı
resmen savaşa girmiş oldu. Savaşta
kabaca iki taraf vardı: Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu,
Bulgaristan ve Osmanlıya karşılık karşı tarafta İngiltere, Fransa, Rusya ve
İtalya vd. devletler yer aldı. 1914-18 arasında dört yıl süren savaş sonucunda
Almanya yenilince Rusya, Osmanlı ile Avusturya-Macaristan İmparatorlukları
tarihe karıştı. Birçok yeni ulus-devlet kuruldu, yeni siyasal rejimler (SSCB’de
sosyalizm gibi) oluştu, sömürgecilik yerini mandacılığa [7]
bıraktı, Osmanlı içindeki Hristiyan azınlıklar ve Araplar bağımsızlıklarını
ilan ettiler, ABD bu savaştan sonra Avrupa ve dünya ile ilgilenmeye başladı,
Cemiyet-i Akvam kuruldu. Birçok cephede (Kafkasya, Hicaz ve Yemen, Irak,
Çanakkale, Suriye-Filistin, Kanal) savaşan Osmanlının fiilen bitmesi ile modern
bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu için de yollar açılmış
oldu.
İTC yönetiminden Enver Paşa’nın aslında gayesi Osmanlıyı
çöküşten kurtarmaktan daha genişti: Bütün mazlum Türkleri Osmanlı bayrağı
altında bir Turan İmparatorluğu içinde birleştirmek. Bu da bir tür büyük bir hayal ya da ütopyaydı.
Ancak bu hayal ya da ütopyayı Osmanlıya veren, Almanya idi. İTC’nin birinci
dünya savaşında genişleyerek, eski toprakların yanı sıra yeni topraklar
kazanarak büyük bir emperyal güç olma hedefi beklendiği gibi ıskalandı. Mustafa
Kemal, bu jakoben örgütten gelmesine karşın daha küçük hedeflerle yola çıktı ve
Anadolu topraklarıyla yetindi. Elbette savaştan sonra Türkiye’nin Almanya ile
ilişkileri kesilmedi. Mustafa Kemal’in reform ve modernleşme hareketlerinin
ardında Almanya rol oynamaya devam etti. Daha 1917’de Von Kühlmann adlı
büyükelçi, Osmanlının Harf Devrimi'ne ihtiyacı olduğunu ileri sürdü.
Almanlar, Arap harfleri yerine Latin harflerinin (bilhassa bazı Alman
harflerini-örneğin “ö” gibi) kullanılmasını istiyorlardı. Bu şekilde Alman
kültürünün Osmanlıya (sonra Türkiye’ye) yerleşebileceği hesabını yapıyorlardı. Nitekim
bu hesaplar önemli ölçüde de tuttu: Tarım ve hayvancılık, eğitim, sanayi, ordu,
kent inşası (öncelikle Ankara), üniversite, sanat ve kültür alanına ilişkin çok
sayıda Alman uzman, Cumhuriyet döneminde Türkiye’ye gelerek veya davet edilerek
bilgi, beceri ve deneyimlerini paylaştılar.[8]
Sonuç itibariyle, Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın
kışkırtmasıyla giren Osmanlı İmparatorluğu tarih oldu ve Osmanlı ordusunun bazı
subayları bundan ders çıkarıp elindekiyle yetinmesini bilen bir tutum takınıp
küçük bir ülke (Türkiye) kurdular. Ardından Almanya’nın emperyalist emellerinin
bir işe yaramadığını ama asıl işe yarayanın Alman bilimi, kültürü, sanatı,
mimarisi ve teknolojisi olduğuna kanaat getirip Almanya ile askeri değil,
uygarlık-kültür alanı üzerinden ilişki geliştirdiler. İyi de ettiler. Bu
işbirliği veya ilişki sonucu bugün Almanya ile Türkiye arasındaki ilişkiler
öyle yoğunlaştı ki, yaklaşık 3 milyon Türkiyeli göçmen için Almanya artık “ikinci vatan”[9]
haline geldi.
Bugün Almanya ile her türlü maddi (ekonomik, siyasi vd.)
ilişkinin ötesinde bir “gönül köprüsü” de
kurulmuş durumda. Bu köprünün üzerinden Türkiyeli-Alman evlilikleri,
işletmeleri, futbol takımları, dernekleri, çeşitli organizasyonları, akademik
çalışmaları geçmeye devam etmektedir. Artık Almanya’dan Türkiye’ye zırhlı savaş
gemileri, Alman askerleri değil, Almanya’nın Türkiye’yi seven insanları
gelmektedir. Nitekim Türkiye’nin birçok yöresinde (başta Alanya olmak üzere)
Almanların kendilerini kendi vatanlarında hissetmeleri, uygarlık adına
sevindirici bir gelişmedir. Bugün iki ülke arasındaki ilişkiler dünyada başka
herhangi iki ülkeden çok daha fazla ve karmaşıktır; bu ilişki gelecekte daha da
umut vaat etmektedir sorusunu elbette kolayca yanıtlamak mümkün olmasa da.
Yazımı bitirmeden önce bir kitaptan bahsetmek isterim.
Almanya’nın son yıllarda yetiştirdiği en parlak ve ilgi çekici akademisyenlerden
biri olan Prof. Dr. Arnd-Michael Nohl, her türlü
kültürlerarası ilişkinin giderek hızlandığı ve yoğunlaştığı, artık Türkiyeliler
ile Almanlar yıkıcı değil yapıcı konular üzerinden daha fazla ilişki
geliştirmeye başladığı bir dönemde, yazdığı bir kitabında [10]
iki ülke arasındaki ilişkilerin daha çok “entegrasyon”, “uyum” gibi kavramlar üzerinden tartışılması gerektiğini ileri sürer; bu, geldiğimiz noktayı gösteriyor: Artık ortak bir dert var ama bu, emperyal
işgal ve genişleme amaçlı değil, iki (ortak) vatanda bir arada yaşayabilmenin
koşulları üzerinedir.
[2]
Noviçev, bu “yarı sömürgeleştirme” sürecinde Batılı ülkelerin (İngiltere,
Almanya ve Fransa) işe demiryollarından başladığını belirtir. Buna göre Osmanlı
dahil tüm Ortadoğu bölgesi, hammadde-mamul madde ilişkisini kurmak için
öncelikle demiryolu yapımına girişen Batılı ülkelerin çeşitli politikaları ve
uygulamalarıyla kısa sürede yarı bir sömürge haline gelir. Bu sömürgeleşme,
elbette çöküşün önemli nedenleri arasındadır. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. A.
D. Noviçev, Osmanlı İmparatorluğu’nun Yarı Sömürgeleştirilmesi, çev. Nabi
Dinçer, Onur Yayınları, Ankara, 1979.
[3]
İTC’nin başlıca kurucularının (Hasan Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa) asker, yani
Osmanlı Ordusunda komutanlar olduğunu unutmamalı. Kuruluşundan bir süre sonra
Mustafa Kemal’in de bu örgüte üye olduğu bilinir.
[4]
Yunanlılar Batı Egeyi de içine alan büyük bir Hellen İmparatorluğu (Bizans’ın
devamı) kurmak istiyordu. Nitekim savaş başlayınca Yunanlılar hemen Ege
kıyılarını işgal etmişlerdi.
[5]
Bu milliyetçilik İTC’yi olduğu gibi Mustafa Kemal’i de etkiledi. Nitekim
İTC’nin başlattığı Osmanlının millileştirilmesi (Türkleştirilmesi) sürecini
Mustafa Kemal tamamlamaya çalıştı.
[6]
Osmanlı bu zırhlı Alman gemilerine Türkçe adlar (Yavuz ve Midilli) verip
Osmanlı bayrağı çekerek Karadeniz’e çıkardı ve Rus limanlarını bombalattı.
[7]
Bir devletin himayesi altına girmek.
[8]
Mustafa Armağan, “Türkiye Cumhuriyeti’ni Almanlar mı şekillendirdi?” Zaman, 4 Mayıs 2014.
[9]
“Gurbet”, “Acı Vatan”, “Alamanya” gibi çok acıtıcı deyimlere rağmen bugün
Almanya, Türkiyeliler için “ikinci vatan”dır. Bu da pozitif bir gelişmedir.
Almanya’nın “vatan olan gurbet” haline gelmesinde Türkiyeli işçilerin
Almanya’ya ve kendilerine kattıkları şeyler az-buz değildir. Bu konuda tarihsel
bir değerlendirme için bkz. Kenan Mortan ve Monelle Sarfati, Vatan Olan Gurbet.
Almanya’ya İşçi Göçü’nün 50. Yılı (Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul,
2011); Onur Bilge Kula, Almanya’da Türk Kültürü. Çok-kültürlülük ve
Kültürlerarası Eğitim (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012); Hakkı
Keskin, Türklerin Gölgesinde Almanya. Geleceğe Yönelik Uyum Politikası İçin
Görüşler (Çev. Yüksel Pazarkaya, Doğan Kitap, İstanbul, 2011).
[10]
Arnd-Michael Nohl, Kültürlerarası Pedagoji, Çev. Nazlı Somel, İstanbul,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009.
Yorumlar
Yorum Gönder