AKP
Döneminde Kürt Dili Politikaları
Özet
Türkiye’de Kürt
Dili, devlet tarafından çoğunlukla güvenlik konsepti içinde ele alındı ancak bu
konu, Kürt Sorunu’nun en önemli bileşenlerinden biri oldu. Geçmişten bu yana
çeşitli siyasal ve kültürel uygulamalar çerçevesinde ele alınan Kürt Dili
konusunda ilk kez AKP döneminde farklı bir uygulamaya gidildi. AKP, Kürt
Sorunu’nu görüşme ve müzakerelerle çözme yolunda, Kürt dili konusunda ilk kez
çeşitli ‘reform’lara başvurdu. Kısmen ‘resmi tanıma’yı da içeren bu
‘reform’lar, bazı çevrelerde olumlu bulunurken, bazı çevrelerde de sert
eleştirilerle karşılandı. Bu makalenin amacı, 1930’lardan AKP dönemine değin
Türkiye Cumhuriyeti devletinin ‘geliştirici’ (Türkçe) ve ‘kısıtlayıcı’ (gayri
müslimlerin dilleri, Kürtçe vd.) dil politikalarını baz alarak, AKP döneminde uygulanan
Kürt Dili ile ilgili ‘kurumsal reformcu’ politikaların çeşitli boyutlarını ve
nedenlerini irdelemektir. Makalede bu ‘reform’ların mantığı ve uygulama biçimi
sorgulanmaktadır. Makalenin temel tezi, dille ilgili bu kurumsal ‘reform’ların
Kürt Sorunu’nun çözümünde etkili olmadığıdır.
Anahtar kelimeler: Türkiye, Kürt, Kürtçe, Kürt
Sorunu, AKP, dil politikaları, anadilinde eğitim.
Kurdish
Language Policies during the AKP Era in Turkey
Abstract
Kurdish language
in Turkey, has been one of the most important components of the Kurdish
Question that has usually been considered by the state mostly through the
notion of security. For the first time a very different practice has been
implemented during the reign of AKP governments about Kurdish language which
was in the past dealt within the framework of various official political and
cultural practices. The AKP governments have put a number of ‘reforms’ about
Kurdish language for the first time into practice, towards resolving the
Kurdish Question through dialogue and negotiations. These ‘reforms’, partially
including ‘official recognition’, have been welcomed by some circles but
criticized harshly by some others. The purpose of this article is to examine
various dimensions and causes of the ‘institutional reform’ policies developed
by the Turkish Republic about the Kurdish language, based on the language
policies since 1930s, focusing on the policies of AKP period. In the study the
logic and modus operandi of the ‘reforms’ are questioned. The main thesis of
the study is that these ‘institutional reforms’ have not been effective in
finding solutions to the Kurdish Question.
Keywords: Turkey, Kurdish, Kurdish
Language, Kurdish Question, AKP, language reforms, schooling in mother tongue
GİRİŞ
Osmanlı
İmparatorluğu, hem çokkültürlü hem de çokdilli, farklı etnik köken, inanç ve
kültürlerden çeşitli cemaatlerin yan yana yaşadığı çok-milletli bir devletti. Her
gayrimüslim topluluk (Rum, Ermeni, Yahudi vd.) dini aidiyetleri üzerinden birer
millet olarak kabul edilirken, egemen millet olan Türkler ise, diğer müslüman
milletler (Arap, Kürt, Boşnak, Çerkez, Arnavut, Acem vd.) ile birlikte “Ümmet”i[i]
oluşturuyorlardı. Farklı cemaatler, bazı resmi görevleri (vergi vermek gibi) hariç,
merkezi devletin etkisi dışında kalabilseler de, “mahalle baskısı”[ii]
nedeniyle birçok kısıtlamaya maruz kaldılar. Bu anlamda Türk muhafazakar
çevrelerinde yaygın biçimde dile getirilen “Osmanlı Hoşgörüsü”[iii],
“gayrimüslim” denilen gruplar üzerinde kurulan baskı[iv] ve
otoriterliği gizleyemedi. Fakat buna rağmen, gayrimüslimlerin kendi dillerini
cemaatleri içinde kullanmalarına “izin” verildi. Bilhassa İstanbul’da kendini
gösteren bu kozmopolit yapı, Osmanlının son dönemlerinde (19. yüzyıl) gelişmeye
başlayan Türkçü akımla birlikte “milli olmadığı” nedeniyle eleştirildi. Yıkılan
Osmanlının yerine kurulan Türk ulus-devleti, ‘milli duruş’ sergileyerek bu
kozmopolit yapıyı büyük ölçüde tasfiye etti. Türk ulus-devleti tek millet
(Türk), tek devlet (Türkiye) ve tek din (sünni Müslümanlık) üzerine kurularak
Osmanlının çokkültürlü/çokkimlikli yapısını ortadan kaldırmaya çalıştı. Modern,
Batıcı ve seküler nitelikli yeni ulus-devletin resmi ideolojisi de Türk
milliyetçiliği oldu. Osmanlıda padişahın emir kulları (tebaa) olan köylüler,
modern Türk ulus-devletinde yeniden tanımlandı (yurttaş), “milletin efendisi”
(köylü) ilan edildi ve yukarıdan devrimlerle modernleştirilmeye (muasır
medeniyet) çalışıldı. Bu bakımdan “Türk devrimi” (Timur, 2001), tipik bir
burjuva devrimi olarak gerek altyapıda gerekse üstyapıda düzenlemelere[v] gitti.
Osmanlı’nın içerdiği kozmopolit
çokkültürlü yapısı ile buradan kalkılarak atfedilen “Osmanlı Hoşgörüsü”
arasındaki ilişkinin demokratik imkanlar yaratmaktan ziyade biçimsel olduğu
ileri sürülebilir. 19. yüzyılda çeşitli alanlardaki ıslahat hareketleri ve
Tanzimat Reformları ile Osmanlı’daki gayrımüslim milletlere çeşitli haklar
tanınmış olsa da, bunlar da Osmanlının demokratikleşmesini sağlayacak denli
güçlü, etkili ve kapsayıcı olamadı. Sonuçta, bu gayrımüslim milletlerin
kimileri milliyetçilik akımıyla kendi bağımsızlıklarına kavuşurken, Osmanlının
müslüman milletleri imparatorluğun çöküşüne tanıklık ettiler. Osmanlının
yıkılıp yerine tek-millete (Türklüğe) dayalı bir yapı kurmaya yönelen
Cumhuriyet kadroları, uzun süre İstanbul’un nesnel simgesi olarak görüldüğü bu
kozmopolit çokkültürlü yapıya karşı ciddi bir tavır alarak çokkültürlülükten
tekkültürlüğüe doğru geçiş yapmaya çalıştı. AKP dönemine gelinceye değin
tekkültürlü devlet yapısı epey güçlendirildi; farklı veya öteki kültürlerin,
örneğin resmi eğitim kurumunda temsiline izin verilmedi. Cumhuriyet ideolojisi
(‘otoriter Türk milliyetçiliği’) ile hesaplaştığını iddia etse de AKP’nin
ürettiği yeni Osmanlıcılık ideolojisi, gerek İslam Ümmeti anlayışı gerekse Türk
milliyetçliği üzerinden yeni bir otoriter ve tekçi milliyetçilik anlayışını,
devlet aytıgını yeniden düzenlemenin temel konularından biri yapmaya çalıştı.[vi]
Osmanlı ekonomisi büyük ölçüde
vergi ve tarıma dayanıyordu fakat Cumhuriyeti kuran asker ve sivil bürokrasi,
önüne koyduğu Batılılaşma hedefini (muasır
medeniyet) gerçekleştirmek için ekonomik alanda ‘milli’ kalkınmayı, sosyal
alanda ise ‘otoriter’ (jakoben, yukarıdan) kültürel modernleşmeyi iki temel
politika olarak tercih etti. Bu çerçevede devletin en önemli görevlerinden biri,
Osmanlıda gayrimüslimlerin elinde olan ticareti, onları pasifize[vii] ederek,
millileştirmek oldu. ‘Yerli burjuva’[viii]
yaratmak, devletin önceliklerinden biri olarak ilan edildi. Kalkınma böylece
devletin yardımı ve yönlendirmesiyle burjuvazi sayesinde olacaktı. Fakat bu
politika, 1929 dünya ekonomik bunalımıyla birlikte terk edildi; onun yerine
devlet merkezli kamusal bir kalkınmaya gidildi. Tüm bu süreçte, ekonomik altyapıdaki
kalkınma hamlelerini yürütecek nitelikli insan ve işgücü yetiştirmek için
eğitim teknik/tarım temelli bir yönelime sokuldu. Öncelikli hedef de,
1920’lerin başlarında ülkenin yaklaşık 15 milyon olan köylü nüfusunu
kalkındırmak, onlara yeni tarımsal teknikleri öğretmek için çeşitli eğitimsel
hamlelere girişildi: Okur-yazarlık kampanyaları, Millet Mektepleri, Halk Odaları’nın
kurulması gibi.
Fakat birçok
sorunun arasında çok önemli bir tanesi bilhassa ayırt edilmeli: Osmanlı’da
halk, gerek kentsel gerekse kırsal bölgelerde Türkçe konuşuyor ama nüfusun çok
az bir kesimi Arap-Fars sentezi olan Osmanlıca dilinde yazıp okuyabiliyordu. Çokuluslu
imparatorluğun resmi dili olan ve Arap/Fars alfabesiyle yazılan bu dili (eski
Türkçe, saray dili) değiştirmenin ve onun yerine modern olarak görülen Latin
alfabesiyle yazılan yeni bir dil getirmenin, sorunu (cehalet, okumaz-yazmazlık
vb.) çözeceği düşünüldü. Latin alfabesiyle yazılıp okunan yeni dilin kısa
sürede öğrenilmesinin kolay olacağı hasebiyle okur-yazar nüfus çoğalacak, bu
nüfus da ‘Türk Devrimi’ni sahiplenecekti. Haliyle devrim kadrolarının
kafalarında var olan düşünce, Latin alfabesiyle yazılan ve okunan standart bir
Türkçenin halkın (daha ziyade köylünün) konuştuğu öztürkçe ile çakışacağı,
uyuşacağı idi. Fakat Osmanlıdan kalan topraklar üzerinde hala çok farklı
dilleri konuşan, kendini Türk kabul etmeyen, yeni dille ‘modern’ rejime entegre
olmayı benimsemeyen ‘cemaatler’, ‘etnik topluluklar’ ve ‘aşiretler, kısaca
“Öteki” veya “azınlıklar” (Dündar, 2000) vardı. Osmanlıdan geriye kalan ve
Türkiye’de kalmaya karar veren gayrimüslimler (Rum, Musevi, Ermeni) yeni alfabe
dilini az-çok benimsediler; bu dilde eğitim almayı, bu dili sosyal yaşamda
kullanmayı kabul ettiler. Bu kabul edişte, gayrimüslimlerin ağırlıkla kentlerde
yaşamaları, eğitimli ve kültürlü olmaları kolaylaştırıcı bir faktör oldu.[ix] Fakat
kırsal bölgelerde yaşayan Kürtlerin bir kısmı, Türk kimliğine Türkçe üzerinden
asimilasyon ve entegrasyonu bir süre kabul etmediler; ayaklanmaya yöneldiler ve
kendi kimlik iddialarını dile getirdiler. Peki, bu noktaya nasıl gelindi?.
Bu makalede,
Cumhuriyet’in başlarında uygulanmaya başlanan dil politikalarının ikili bir hat
izlediği belirtildi. Buna göre ilk hat, resmi ideoloji ilan edilen Türk
milliyetçiliğini destekleyen önemli bir sosyo-kültürel etmen olarak dilin, yani
Türkçenin geliştirilmesi (pozitif hat); ikinci hat olarak da, buna mukabil,
diğer dillerin bir biçimde gelişimi ve uygulanmasını engelleyerek (negatif hat)
Türkçenin resmi, yaygın ve tek dil olmasının sağlanmasıydı. Haliyle dili
geliştirmek (Türkçe) ile başka dilleri engellemek (bu makalede ağırlıkla olarak
Kürtçe) el ele gitti. Bu bakımdan, Kürtçeye yöneltilen resmi bakış, diğer
dillere (gayri müslimlerin dilleri, başka müslüman cemaatlerin dilleri) yönelik
bakış ve uygulamalardan epey farklı oldu. Bunda Kört Sorunu denilen meselenin
belirleyici olduğu iddia edilebilir. Bu sorunu çözme amacı ve iradesi, AKP
döneminde, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca farklı bir bakış açısının (kurumsal
reformlar) kurulmasına yol açtı fakat bunun, asıl sorunu (Kürt Sorunu) çözmede demokratik
bir açılım getirdiği söylenemez. Makalede, AKP döneminde uygulanan ‘yeni’ dil
politikalarının Kürtçe konusunda ne tür bir bakış açısı ürettiği tartışılmakta
ve bu bakış açısının sorunu çözecek bir kapasite veya yönelim içermediği ileri
sürülmektedir.
A-Cumhuriyet’in
Başlarında Dilsel Politika ve Pratikler
1924
Anayasası’nda Türkçe resmi dil olarak yer aldı ve fakat Türkçenin resmi
statüsünü sınırlayan tek istisna, Lozan Antlaşmasında gayrimüslim azınlıkların
eğitim, yargı ve basın alanlarında dillerini kullanabileceklerine dair hükümler
oldu. Daha öncesinde, 11 Ocak 1923’de Azınlıklar Alt Komisyonu, Türkiye’deki
azınlıkların (gayrimüslim Türk uyrukların) gerek özel gerekse ticaret
ilişkilerinde din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla dillerini
istedikleri gibi kullanmalarına karşı hiçbir kısıtlama koymama kararı vermişti.
Ayrıca, bu grupların mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri
için kolaylıklar da sağlanacaktı. 1923’teki “Azınlıkların Korunmasına İlişkin
Protokol”, gayrimüslim azınlıklara kendi ilköğretim kurumlarında kendi
dillerinde eğitim yapma olağanı sağlaması gerektiği hükmünü içeriyordu. Ama
resmi dil Türkçe, bu okullarda zorunlu ders olarak okutulacaktı (Sadoğlu, 2010:
276-277; Coşkun, Derince ve Uçarlar, 2010).
Bu dönemde, Osmanlının
aksine, dinsel homojenlik sağlanmıştı. 1927 Genel Nüfus Sayımına göre Türkiye
nüfusunun yaklaşık % 97’si Müslüman yurttaşlardan oluşuyordu. Nüfus, din
bakımından Osmanlıya göre homojenleşmişti, fakat Müslüman olan bu % 97’lik
kütlenin üyeleri (kendi aralarında) çok farklı dilleri[x]
konuşuyorlardı: Kürtçe, Çerkezce, Lazca[xi],
Arnavutça, Boşnakça, Gürcüce, Arapça.[xii] Bu da
demekti ki, anadili Türkçe olmayan çok sayıda insan yaşıyordu Türkiye’de. Kimi
illerde (Elazığ, Hakkari, Mardin, Siirt ve Van) anadili olarak Kürtçeyi beyan
edenlerin oranı % 50’yi buluyordu (McCarthy, 1998: 163,
165). Bu
heterojen kimliklere karşın, kültür ve dillerden homojen bir Türk ulusu
yaratmak için yola çıkan Cumhuriyet kadroları, Türkçe dışındaki diğer dillere
karşı pozisyonunu (görmezden gelme, resmi anlamda tanımama vb.) yeniden geliştirip
güçlendirme ihtiyacı duydu. Böylece Türkçe, uluslaştırma siyasetinde en önemli
araçlardan biri oldu. ‘Türkleştirme’ büyük ölçüde dil, eğitim gibi araçlar
üzerinden kültürel sahada gerçekleştirilecekti. Gerçi Osmanlının çöküş
dönemlerinde, bilhassa Tanzimat’tan itibaren Türkçenin yaygınlaştırılması
politikaları uygulanmıştı. Türkçenin resmi dil olarak tanınması, tanıtılması ve
yaygınlaştırılması, II. Abdülhamid, daha sonra da İttihat ve Terakki
dönemlerinde sistematik olarak sürdürüldü. Hatta İttihat ve Terakki’nin 1909 ve
1913 kongrelerinde kabul edilen programlarında Türkçe’nin tüm cemaat
okullarında zorunlu ders olarak okutulması kararı alındı. Ama Türkçenin güçlü
bir egemen dil olarak tarih sahnesine çıkması, Cumhuriyet dönemiyle birlikte
olacaktır.
B-Türkçenin
egemen dil olmasına doğru
Cumhuriyet
dönemine değin Türkçenin statüsünün planlanmasına ilişkin asıl sorun, bu dilin
okullarda okutulması (dil eğitimi) ve gayrimüslim cemaatlerin Türkçeyi
öğrenmesiydi. Fakat eldeki veriler, 19. yüzyılda bilhassa kentlerde yaşayan
gayrimüslimlerin az-çok Türkçe bildiğini gösteriyor. Bu dönemde gayrimüslimler
ticari hayatta başarı sağlamak için Türkçe bilmenin avantajlarından
yararlandılar. Haliyle Osmanlıdaki gayrimüslimler çiftdilliydi; hatta çokdilli
olanlar da az değildi: Örneğin kentli bir Osmanlı Musevisi evde Ladino, okulda
Fransızca, Havra’da İbranice, sokakta ve resmi işlerinde Türkçeyi
kullanabiliyordu (Sadoğlu, 2010: 279). Bu çokdilli durum, Cumhuriyet döneminde hızla
değişmeye başladı. Cumhuriyet’in Türk yurttaş temelli politikasında tek dil
aynı zamanda resmi dil olacaktı. Haliyle Kemalist Cumhuriyet, Osmanlının
tanıdığı alt kimlikleri bir üst kimlik (Türk) içinde eritmek istedi. Bu amaçla
üretilen Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi (Beşikçi 1991; Ersanlı
Behar, 1996) ile Anadolu’nun kadim (ezelden beri) Türk olduğu ispatlanmaya
çalışıldı; bu uğurda bazı kadim halk adları (Eti, Sümer vd.) kamu
kuruluşlarının adı oldu, bazı meydan isimlerine dönüştü, hatta yeni doğan
bebeklere verildi, soyadı olarak kullanıldı. Zamanla Türk dışındaki etnik
kimliklere mesafeli bir tutum takınıldı, hatta bu kimlikler düşman olarak
görüldü. Resmi ideoloji olarak ilan edilen Milliyetçilik,[xiii] büyük
ölçüde dil veya dil üzerinden milliyetçilik olarak zaten dillendiriliyordu
fakat Anadolu’nun toptan Türkleştirilmesi politikalarına ancak 1920’lerin
ortalarından itibaren hız verildi. Türkçenin yaygınlaştırılması gereğine zaman
içinde bu dili kullanmayanların cezalandırılmaları[xiv] talebi
de eklendi.
1925’de patlak
veren din temelli ve fakat Kürdi bir ayaklanma olan Şeyh Sait İsyanı sonucunda
Türk Ocakları Üçüncü Kurultayı’nda (1926) Kürtçe dillli toplulukların
Türkleştirilmeleri de konuşulmuştu. Aynı sorunu Batı illerinde Türkçe dışında
dilleri konuşan çeşitli cemaatler (Çerkez, Boşnak, Arnavut) için de sözkonusu
eden bakış açısına göre Türkleştirme, sadece Doğuyu değil, Batıyı da ilgilendiriyordu.
İstiklal Savaşı kazanılmıştı ama gayrimüslimlerin dille ilgili izleri ülkede hâlâ
canlıydı. Türkçenin güçlendirilmesi
amaçlanırken, öte yandan diğer dillerin etkisinin nasıl kırılacağına
ilişkin gerek mecliste gerekse basında süregiden bir tartışma yaşanıyor,
alınacak önlemlerin arasında yasal yaptırımların da olması gerektiği ifde
ediliyordu.[xv]
Fakat tüm yasal düzenleme, toplumsal uyarı ve kampanyalar, kendi mahalle, köy
ve cemaatleri içinde yaşayan ve Türkçeden farklı dil kullananları, Tükçenin kısa
sürede öğrenilip kullanılması konusunda çok az etkiledi.
Elbette gerek
yazılı basında gerekse Ocaklar’da yapılan bu tür tartışmalar, siyasal
iktidardan bağımsız şekilde cereyan etmedi. Şöyle ki, TBMM, 10 Nisan 1926’da
aldığı bir kararla (805 sayılı yasa) ticari işletmelere bütün işlemlerini
(sözleşme, hesap, haberleşme, ticari defterler vd.) Türkçe yapma zorunluluğu
getirdi. Bu yasaya uymayan işletmelere nakdi ceza kesilecek, aksi taktirde
kapatılacaklardı (Sadoğlu, 2010: 283). Cumhuriyet rejimi, ülkenin yeniden
kuruluşunda ‘ortak ülkü’ etrafında herkesin toplanmasının öncelikle ortak/tek
iletişim aracı olan bir dilden (resmi dil Türkçe) geçtiğine kani olmuştu. Bu
uğurda yasal zorunluluklara bazı toplumsal baskılar da eklenmişti. Hatta zaman
zaman Türkçe konuşmayanlara karşı kampanyalar başlatılmıştı.
Darülfünun
Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nden (sonraki adıyla İstanbul Üniversitesi)
öğrenciler, 13 ocak 1928’de yaptıkları yıllık kongrelerinde gayrimüslim
azınlıkların[xvi]
“umum mahaller”de kendi dillerini konuşmalarına karşı tepki gösterdiler. Resmi
yetkililerden aldıkları destekle “Türk
Vatanında yalnız Türkçe konuşulmalıdır!” ve “Vatandaş, Türkçe Konuş!” yazan pankartları vapur, tramvay gibi
toplu taşıma araçlarına asarak geniş ve yaygın bir kampanya başlattılar. Daha
sonra devlet tarafından da sahiplenilen bu kampanyanın hedefine özellikle
İstanbul’da yaşayan gayrimüslim gruplar konuldu ama başlangıçta “Türkçe
konuşmaya teşvik” kampanyası zamanla hedef kitlesini ve şiddetini artırdı. Ne
var ki, yazılı basının uyarılarına rağmen kimi vatandaşlar Arapça, Arnavutça,
Boşnakça, Çerkezce, Ermenice ve Rumca konuşmaya devam ettiler. Kimi yerlerde,
bu teşvik afişlerinin yırtıldığı iddiasıyla sokak kavgaları bile yaşandı. Böylece
Türkçe konuşmaya zorlanan Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler[xvii], kamusal
alanda daha az görünmeye başladılar (Okutan, 2009: 182-195; Sadoğlu, 2010:
283-284). Bu az görünmeye karşın kendi özel alanlarında (ev, düğün-dernek vd.)
kendi dillerini konuşmaya devam ettiler. Hükümet gibi genel çevreler de gayriTürk
unsurların Türkçe üzerinden kültürel olarak Türkleşebileceklerine inandılar.
Ama gayrimüslim kültür ve kimliklerin, Türk kültür ve kimliğinden daha güçlü
olduğu iddiasıyla bunun gerçekleşmesinin zor olduğuna inananlar da yok değildi.
Örneğin Ayaz İshaki bu fikirdeydi (İshaki, 1928’den aktaran Sadoğlu, 2010:
285). Türkçü-Turancı çizgi de dil konusunda asimilasyon tavrına ve politikasına
karşı çıkıyordu. Eğer gayriTürk unsurlar Türkçe konuşurlarsa, Türkçenin
kirleneceği endişesi vardı.
3 Mart 1924’de
çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ülke içinde faaliyet gösteren tüm eğitim
kurumları Maarif Vekaleti’ne (sonraki adıyla Milli Eğitim Bakanlığı) bağlanmıştı.
Bakanlık, 1925’de yayımladığı bir genelgeyle azınlık okullarında zorunlu Türkçe
dersini haftada beş saate çıkardı. 1926’da da aldığı bir kararla tüm eğitim
kurumlarında kayıtların Türkçe tutulması zorunluluğunu getirdi. 1932’de ise
Bakanlık, Türkçeyi bütün okullarda yabancı uyruklular için zorunlu tuttu. Bu
tarihten sonra yapılan tartışmalarda asıl sorun, Türkçe anadilinin
geliştirilmesi oldu. Buna göre artık okullarda Latin alfabesiyle öğretim
yapılacak; özgün veya otantik, başka dillerle pek karışmamış Anadolu Türkçesi
öğrenilecekti. Bu çerçevede, standart bir Türkçe için seçilen değişkenin
(İstanbul Türkçesi) zenginleştirilmesi için Anadolu’da çeşitli derleme
çalışmaları yapıldı. Anadolu’da yöresel olarak değişen Türkçe’nin
değişkelerinin sözlü olması, bunların yazılı dile geçirilmesi gibi büyük bir
görev gerektiriyordu.
Cumhuriyet
döneminde Türkçe’nin yaygınlaştırılması ve Türkleştirme politikası yolunda
atılan en önemli yasal adım, 1934’de çıkarılan İskan Kanunu idi. Bu kanun göç
ve nüfus ile olduğu kadar tekdilli bir toplum yaratmakla da ilgiliydi. Bu
kanun, başka bir ülkede yaşayıp da mübadele ile Türkiye’ye göç eden ve fakat
Türkçe bilmeyen nüfusa yönelikti. İskan Kanunu, farklı dil topluluklarının
iskan esaslarını ayrıntılı bir şekilde düzenledi. İskan Kanunu’nun yanısıra
Türkçenin yaygınlaştırılmasında eğitim kurumu da etkili bir şekilde kullanıldı.
Böylece iki yol tutturuldu: Türkçe eğitim veren okulların sayısının artırılması
ve farklı dillerde eğitim yapan cemaat ve yabancı okulların denetim altına
alınması.
Osmanlının
çöküş dönemlerinde başlayan kurtuluş reçeteleri içinde millileşme büyük ölçüde
dil[xviii] ve
kültür üzerinden kotarılmaya çalışıldı. Tanzimat döneminde başlayan dilde
sadeleşme sorunu daha ziyade bir iletişim meselesi olarak görüldü. “Tanzimat
reformlarıyla birlikte yönetim aygıtının yeniden yapılandırılması, artan
bürokratik işlemler, yaygın eğitimin ortaya çıkardığı göreli geniş okur-yazar
kitlesi ve matbaa kullanımının yazılı iletişimde sağladığı kolaylıklar yazı
dilinde köklü bir değişimin habercisi gibiydiler.“ (Sadoğlu, 2010: 291-292)
Mesele, yönetim aygıtının daha etkili ve verimli kılınmasıydı, zira Osmanlı
Türkçesinin ağırlıkla Arapça-Farsça sözcük ve tamlamalardan oluşması, bu dilin
sadece eğitimli sınıflar nezdinde kullanılmasına yol açmıştı. Geniş nüfus
kitlesi (köylü) okumaz-yazmazdı. Osmanlı dilinin daha geniş kitleler tarafından
anlaşılması için girişilen sadeleştirme çalışmaları, okur-yazar sayısını
artırmadı. Aynı zamanda bu tür teknik çözümler, Osmanlı imparatorluğunun
parçalanmasının önüne de geçemedi. Osmanlıcılık ideolojisi, milliyetçilik
döneminde farklı milletlerin İmparatorluktan kopuşunun önüne geçemedi. Haliyle
Osmanlı Türkçesi, “imparatorluk” tebaasını ortak kültür, kimlik ve idealler
etrafında toplamada etkisiz kaldı. Bilakis, farklı diller, İmparatorluk
içindeki parçalanmayı hızlandırdı. Bu parçalanma sürecinde Türkçü aydınlar, ‘Türklük’
vurgusu etrafında daha çok ‘Dilde Türkçülük’ denilen bir hareketle Türkçeyi
olabildiğince saflaştırmaya, sadeleştimeye, Arap-Fars etkisinden kurtarmaya
çalıştılar. Ama dilde tasfiyecilik olarak eleştiri alan bu harekete
Osmanlıcı-İslamcı kesimler yoğun saldırılarda bulundular. Sonunda bu hareket
başarıya ulaşamadı.
Cumhuriyet
kadroları, kültürel düzlemde dilden hareketle bir ulus tanımlamanın yanı sıra,
siyasal temelde Cumhuriyete yurttaşlık bağıyla bağlı bir topluluk kurarak sorunu
aşmaya çalıştılar. Öte yandan, Türkçeyi ortak, resmi ve tek kılarak da
yurttaşlara siyasal bir kimlik edindirmeye yöneldiler. Fakat, Sadoğlu’nun
(2010: 292-295) da çok doğru biçimde belirttiği gibi, gerek Osmanlı gerekse
Cumhuriyet Türkiye’si, siyasal aidiyete dayalı ulusal kimlikleri Türkçe
aracılığıyla takviye etmek konusunda aynı noktada buluştular. Ne var ki,
Cumhuriyet, Osmanlıdan devralınan alt kimliklerin varlığını koruduğu, yani
farklı etnik kimlikler varolduğu sürece ulusal bir kimliğin kurulamayacağını ve
yaygınlaştırılamayacağını düşünüyordu. Herkesi Türkleştirme politikası, yerel,
alt ve etnik kimlik ve dillerin Türkçeye ve Türklüğe asimile edilmesinden
geçiyordu; ortak resmi inanç ve uygulama bu yöndeydi. Bu nedenle Cumhuriyet
kadroları, ne çiftdilliliğe ne de çokdilliliğe izin verdiler. Ancak kullanılan
modern yöntemlerin etkisizliği veya ‘çevre’deki toplulukların güçlü olması sonucu
yerel diller bir biçimde ve ölçüde kullanılmaya devam edildi. Cumhuriyetin
modernleşme sürecinde (Batılılaşma) dil üzerinden kullandığı araçlar (Latin
alfabesi, okuma-yazma kampanyaları, dilde ‘özleştirme’ seferberliği, yazılı
dili yabancı sözcüklerden arındırma vd) 1950’lerden sonra etkisini göstermeye
başladı. Artan okul ve okur-yazar sayısı, gelişen yazılı basın dili, açılan
yeni modern üniversiteler, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Halk Eğitim
Merkezleri, dilde yapılan teknik çalışmalar (sadeleştirme, sözcük üretme vs.)
Türkçenin zamanla ülkedeki en güçlü, yaygın ve kamusal dil olmasını sağladı. Bu
süreçte yine de çeşitli etnik kimliklerin kendi dillerini özel hayatlarında
kullanması azalarak da olsa devam etti. Bu farklı etnik kimliklerden sadece
Kürtler, dil meselesini kendi dar toplumsal ve kültürel çevrelerinden dışarı
çıkartıp politik mücadelenin bir konusu yapmada başarılı oldular fakat bu da
pek çok yeni sorun yarattı ya da bu konu, pekçok sorunun ortasında yeni bir
sorun alanı haline geldi.
1920’lerde
başlayan, 1970’lerde çeşitli siyasal örgütlerle kendini yaygın biçimde gösteren
ve 1984’den itibaren de silahlı bir
ayaklanmayla hızlanıp devam Kürt siyasal hareketinin (Türkmen ve Özmen, 2013) farklı
kimlik iddiaları sol[xix] siyasal
bir perspektif kazanıp çeşitli hak iddilarının önünü açtı. Kürt siyasi hareketinin
içinde yer alan kimi örgütlerin çeşitli mücadele araçlarını kullanıp değişik
hakların içine yerleştirdiği dil hakları, bilhassa AKP döneminde pekçok
tartışma, mücadele ve reformların önemli bir konusu oldu. Bu makalenin asıl
konusu, AKP döneminde Kürtçe dilini ilgilendiren çeşitli resmi reformatif
düzenlemelerin gerekçelerini, içerdikleri sonuçlarla birlikte tartışmaktır. Tüm
bu tartışmalar, siyaset üzerinden dil ve milliyetçilik ilişkisi çerçevesinde
yapılacak; AKP döneminde, eski resmi ‘engelleme’ çizgisinin (negatif hat)
yerini Kürtçeyi resmi düzeyde az-çok ‘tanıma’ya bırakan çizginin niteliği
anlaşılmaya çalışılacaktır.
C-AKP
Döneminde Kürtçe
2002’de
iktidara gelen AKP, ilk yıllarında AB’ye üyelik perspektifi ve içeriye (Kemalist
ordu, batılılaşma yanlısı bürokrasi ve burjuvazi vd.) karşı güçlü olabilmek
için Batı’dan aradığı destek nedeniyle Kürt Sorununa ilişkin Kürtçe alanında pek
çok ‘liberal’ nitelikli düzenlemeye gitti. AKP’nin reform olarak sunduğu bu
yeni uygulamalar çeşitli kurumsal düzenlemeleri içerdi ve gerektirdi. Kürtçe
özel dil kurslarının açılmasına izin verilmesi, TRT 6’nın (TRT Şeş) kurulması,
Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması, camilerde Kürtçe hutbe ve vaaz
verilmesine imkan tanınması, ‘sakıncalı’ harflerin (q, x, w) resmi belgelerde
kullanılması, mahkemelerde Kürtçe savunma yapılabilmesi, çocuğuna Kürtçe isim
koyma hakkının tanınması gibi konularda resmiyet esnetilirken, bazı konularda (çokdilli
belediyecelik hizmeti, TBMM oturumlarında Kürtçe hitap, Kürtçe dilinde politik
propaganda, çeşitli geleneksel medya araçlarında-bilboard, mektup, tebrik,
radyo, TV, gazete, dergi, kitap vb.-Kürtçenin serbestçe kullanılması) ise
Kürtlerin yasal düzeni zorlayan uygulamaları oldu. Genelde AKP, Kürtlerden yüksek
oranda oy aldıkça bu tür uygulamalar, devlet katında pek onaylanmasa da,
görmezden gelindi. Bazen de, örneğin Kuran’ın Kürtçe versiyonunun Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan tarafından genel seçimlerde propagandif amaçla
kullanılması gibi kimi konularda AKP, egemen siyasetin dışında bir tutum takındı,
Kürtçeye esnek yaklaştı. Bu bağlamda AKP, gerek Kürt Sorunu’na gerekse Kürtçeye
‘pragmatik’ diyebileceğimiz bir şekilde yaklaştı. AKP’nin hem Kürt Sorunu’na hem
de bu sorun içinde önemli bir bileşen olan Kürt Dili’ne pragmatik yaklaşmasında
birkaç etmen etkili oldu. İlk olarak,
AKP, Kürt kamuyouna, bilhassa sol/demokrat ve İslamcı Kürt kesimlere,
kendisinin geleneksel Kemalist devlet geleneğinden farklı olduğunu
gösterebilmek adına görece ‘liberal’ veya ‘demokratik’ duyarlılıkla yaklaştı;
bu yaklaşımında asıl saik, kendini Cumhuriyet geleneğinden farklı bir
perspektifte göstererek, yeni kurulacak sistemde (bu sistem daha sonra, yani
devlet aygıtı tümüyle ele geçirildikten sonra ‘Yeni Türkiye’ adı altında formüle
edildi ama bu formül artık Kürt, sol, liberal ve demokrat kesimlere yer
verilmeyen son derece otoriter ve dışlayıcı bir görünüm kazandı) Kürtler başta
olmak üzere kendini politik olarak destekleyecek muhalif unsurlara yer
vermekti. 7 Haziran 2015 seçimlerinde Kürtlerden beklediği oranda oy alamayan
ve bu seçimlerde % 13 gibi oldukça yüksek oy alarak AKP’nin oylarını oldukça
düşüren HDP’nin sert muhalefeti ile karşılaşan AKP, Kürt siyasal çevrelere
karşı son derece sert devlet politikaları uygulayan bir sürece girerek ‘Barış
Süreci’ veya ‘Çözüm Süreci’ni bitirip geleneksel devlet aygıtının acımasızca
çalıştırıldığı yeni bir politik hat kurdu. Bundan itibaren Kürt Dili ile ilgili
eski politiklara dönüşü hatırlatan bir süreç yaşanmaya başladı (örneğin, belediyelerin
çokdilli tabelaları söküldü, o belediye başkanları görevlerinden alınarak
yerlerine kayyım atandı). İkinci olarak,
ilkiyle bağlantılı olarak, AKP, Kürtlerden aradığı oy desteğini bulamayınca
Türk milliyetçi çevrelere yöneldi, giderek MHP’nin desteğini aldı; ümmet
lafından ziyade ‘tekçi’ politikayı yansıtan bir söylemi yoğun olarak kullanmaya
başladı. Üçüncü olarak, AKP,
içerideki geleneksel devlet güçlerini (ordu, bürokrasi, yargı vd.) tasfiye edip
ya da etkisizleştirip onları kendi yanına çektikten sonra AB’nin desteğine
artık ihtiyacı kalmadığını düşünüp AB’ye üyelik için gereken demokratik
standartları (hukuk devleti, insan hakları vb.) düşürmeye başladı. Bu üç etmen,
AKP’nin genelde demokrasi özelde Kürt Sorunu ve Kürt Diline, ilkesel değil,
arçsal veya pragmatik yaklaştığını gösteriyor. Bu araçsal veya pragmatik
yaklaşım, AKP’nin asıl amacının ülkede demokratik bir düzen değil, sadece
kendisine hayat hakkı tanıyan ‘tekçi’ bir devlet aygıtı çerçevesinde bir
toplumsal hayat tasavvur ettiğine işaret ediyor. Nitekim, aynı araçsal veya
pragmatik mantığı AKP, Suriyeli sığınmacılar konusunda da kullandı: “Muhacire
ensar olmak” (Kloos, 2016; İnal ve Nohl, 2017; İnal ve Gezgin, 2017) söylemi
altında bir yandan kendi tabanına, Muhammed peygamber dönemindeki uygulamaya
atıfla, Suriyelileri kendi din kardeşleri olarak gördükleri için kucak
açtıklarını söyledi ama öte yandan, AB’den Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar
için beklenen 3 milyar Euro gelmeyince veya çok az miktarı gelince sınır
kapılarını açıp Suriyelileri Avrupa’ya ‘salmakla’ tehdit etti.
Özetle, AKP hükümetlerinin Kürtçeye bakışı, pragmatik veya araçsal
diyebileceğimiz bir hat üzerinde ilerleyen bir politika olarak şekillendi.
Haliyle bu politikanın ilkesel, yani demokratik ve sorun çözücü olduğunu
söylemek mümkün değil. Bunun neden böyle olduğunu anlayabilmek için
dil-politika ilişkisini bir parça çeşitli uluslararası örnekler eşliğinde irdelemek
gerekir.
1) Politik bir sorun olarak dil
19. yüzyılın
imparatorlukları ve sömürgecilik döneminin 20. yüzyıl ulus-devletlerine
bıraktığı en önemli miraslardan biri de, olumlu veya olumsuz bağlamda, dil
sorunudur (Shakib, 2011; Ogunmodimu, 2015). Sömürgecilerden bağımsızlığını
kazanan pek çok ülke, emperyalizm, sömürgecilik ve işgal hareketlerine karşı direnişte
ortak bir dile olan gereksinimi hissetti. Örneğin, çeşitli kabile, kültür ve
kimliklerinden oluşan Afrika’daki ülkelerin sömürgecilik karşısındaki
mücadelelerinde ortak dil, kendi kabile[xx] dilleri
değil, sömürgecinin miras bıraktığı Batı dili oldu genellikle. Bu Batı dili,
önceleri sömürgecilerle işbirliği yapan yerli entelejensiya ve burjuvazinin kullanması
nedeniyle yabancılaşmanın bir göstergesi olarak görüldü, fakat daha sonra ortak
mücadele aracı olarak işe yaradığı görülünce, sömürgecilere karşı bir araç
olarak kullanıldı. Sömürgecilere karşı bağımsızlık kazanıldıktan ve ‘ulusal’
bir sistem kurulduktan sonra bu sömürgeci Batı dili terk edilmedi, kimi
ülkelerde resmi dil (Senegal, Nijerya, Cezayir, Fildişi Sahili vs.) statüsüne
bile yükseltildi. Klasik sömürgeci sistemden farklı bir sömürgeci sistem[xxi] kuran Osmanlı
İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını kazanan Bulgaristan ve Yunanistan gibi
hıristiyan ülkeler ise hızlıca milli kimliklerini güçlendirmek için ulusal
dillerine eğildiler ve Osmanlının politik ve kültürel etkisini ülkelerinden
silmeye çalıştılar (Yunanistan konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Millas, 2014;
Millas, 2015). Aynı şekilde, Arap halkları da, Osmanlıdan bağımsızlıklarını
kazanma sürecinde ve sonrasında modernizm çerçevesinde yoğun bir kültürel
faaliyet içine girerek (Tagharobi ve Zarei, 2016) Osmanlı’nın liderliğini
yaptıkları İslam Ümmeti veya İslamcılık politikasından ayrı ve farklı bir
“Arabizm”[xxii]
politikasına yöneldiler. Kürtlerin ise Osmanlı İmparatorluğu içindeki durumları
(‘özerk Kürdistan’), özerkliğe karşı adım atan merkezi idareye karşı çeşitli
isyanlardan (1800’lerin başlarından 1914’e değin) ‘Kürt İsyanı’ denilen aşamaya
değin çeşitli şekiller aldı.
Fakat her
halükarda, sömürgeciden kalan veya modernleşme sürecinde öykünülen Batı
ülkelerinden eğitim dili olarak alınan Batı dillerine yaklaşım ikircikli oldu. Kendini
yerli ve milli addeden aydınlar, bir yandan kendi köklerine dönüp özce
bozulmamış saflıklar içeren kültürel unsurları (dil, gelenek, eğitim vs.) ‘yerli’
olduğu için yüceltirken, öte yandan modernleşmek için Batı sistemlerime karşı
duyarsız kalmamak gerektiğini ileri süren yönetimler arasında zaman zaman
anlaşmazlıklar yaşandı.[xxiii] Dil, hem
yönetsel hem de eğitsel anlamda yaşanan kimlik sorunlarının en önemli
parçalarından biri haline geldi.
Haliyle dilin
basit bir iletişim aracı olmasının ötesinde siyasal bir sembol olarak
kullanılıp bir değişim yaratmak adına siyasal eylem oluşturmada da etkisi
vardır (Fierman, 1991: 4, 16). Dahası, 20. yüzyıl gibi güçlü ulus-devletlerin
ortaya çıktığı bir çağda, genelde ulusal dillerin, milliyetçiliği
geliştirmedeki rolünün yanı sıra devletin iktidarını, bilhassa savaş
zamanlarında kurma ve konsolide etmede nasıl kullanıldığı, bu dilsel kaynak ve
aygıtlardan gerçekliği düzenleme, yeniden inşa etme ve bazen de manipüle etmede
nasıl yararlanıldığı pekçok çalışmaya konu oldu (örneğin bkz. Iwamoto, 2005). Egemen
ulus-devletler kendi dillerini tek, resmi ve standart haline getirirken bir
yandan bu dili geliştirme sürecine girdiler, öte yandan ‘öteki’ halkların
dillerinin gelişimini engelleme çabası gösterdiler. Bu durum da, ‘öteki’
halkların kendi dillerini yeniden anımsama ve geliştirme sürecine yol açtı. Yukarıdan
siyasal düzeydeki hamlelerle modernleşme sürecine giren veya sokulan ülkeler,
kendi kimliklerini yeniden yaratır veya güçlendirirlerken eski, geleneksel ve
gelişmemiş denilen dillerini de siyasal bir sembol haline getirdiler. Bu
sembolü ya olduğu gibi kullananlar oldu (örneğin, Araplar) ya da özü aynı
kalırken alfabesini (biçim) değiştirenler görüldü (Türkler) veya diasporadan
vaat edilmiş topraklara gelince kadim ölü dillerini canlandıranlara rastlandı (Yahudiler).
Fakat tüm bunlardan farklı biçimde, sömürgeci ile olan etkileşimlerinde yapay
bir yeni dil yaratanlar da oldu (örneğin Jamaikalıların ve bazı Afrikalı
ülkelerin Kreol[xxiv]
dilleri). Tüm bu süreçler, pek çok ülkede kimliğini koruma kaygısını
yansıtırken, aynı zamanda çeşitli etnik çatışma nedenleri arasında da yer aldı
veya bu çatışmaları beraberinde getirdi. Dil bağlamında etnik çatışmalar, hangi
dilde siyaset ve eğitim yapılacağından günlük yaşamda neden resmi (tek) dilin
kullanılacağına değin uzadı. Siyasal iktidarların yukarıdan (jakobence) toplumsal
mühendislik kapsamında çeşitli planlama uygulamalarına konu olan dil
düzenlemeleri genelde belli bir dil değişkesini[xxv]
standart, resmi ve tek değişke olarak alırken, diğerlerini ya görmezden geldi
ya da önemsizleştirdi, hatta kriminalleştirdi. Kriminalleştirme o düzeye geldi
ki, egemen dilin dışındaki diğer dilleri konuşmak, yazmak, göstermek suç
sayıldı, çeşitli anti-kampanyaların hedefi haline getirildi. Bu kriminalleştirme,
yasaklama, sansür etme, görmezden gelme, küçümseme, hatta aşağılama tavrı kimi
ülkelerde yerel birçok dilin son yıllarda yok olmasına, hatta katledilmesine
yol açtı.[xxvi]
20. yüzyılın ikinci yarısından sonra kaybolan ve katledilen dillerin aslında
dünyadan kaybolan bir zenginlik olduğu fark edilince, dillerin korunması için
küresel düzeyde mücadeleler başlatıldı.
Geçmişte
dil-kimlik ilişkisi büyük ölçüde siyasal arenada kurulurken buna başka bir
boyut daha eklendi. UNESCO ve çeşitli sivil insiyatiflerin girişimiyle bugün
çeşitli nedenlerle (sömürgecilik, ulusallaştırma/asimilasyon, sanayileşme,
kentleşme, küreselleşme vd.) kültürel bir koruma konusu olma kertesine
çıkarılan yerel (kabile, grup, etnisite vd.) dillerin yok olmaması için özel
bir çaba harcanmaya başladı. Kendi özel, geleneksel ve dar çevrelerinde
kullandıkları dillerinin hayatta kalmasının sadece günlük yaşamda informal
ilişkiler çerçevesinde kullanılmasıyla korunamayacağını düşünen örgütlü
çevreler, dilin korunması, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasının aslında bir
temsil ve demokratik insan hakkı sorunu olduğunu iddia ettiler. Yerel, etnik
veya ulusal dillerin egemen dil karşısındaki konumunu güçlendirmek için yokolma
tehlikesi altında olan dilin medya, eğitim, siyaset ve ekonomi kurumları
düzeyinde sistematik biçimde öğretilmesi, kullanılması ve temsil edilmesi
gerektiğini düşündüler. Bu düşünce, dil meselesini geçmişte olduğu gibi
günümüzde de politikanın temel meselelerinden biri haline getirdi. Gerek
siyasal düzeyde temsil hakkı elde etmek, gerekse grup içi iletişimde kendi
anadillerini standart değişke (resmi tek dil) karşısında daha fazla kullanıp
geliştirmek için ezilen dil konuşucuları, kendi içlerinde çeşitli taktik ve
stratejiler kullanmaya başladılar. Örneğin Galliler, grup içi iletişimlerinde
kendilerini Gal kimliği ile daha az özdeşleştirenlerle konuşurlarken daha yoğun
bir Galce sözdağarcığı, deyimler ve aksanlar kullanırlar (Giles ve Coupland,
1991: 114-115). Bu tutum, kimlik iddiasını canlı tutma düşüncesinin öncelikle
kimliği kültürel olarak nesiller arasında aktarmada başat rolde olan dilin
korunması ve geliştirilmesi iddiasıyla ilgilidir. Ulus-devletlerin
homejenleştirici (asimilasyon) ve küresel dönemin egemen dili (lingua franca) olan İngilizcenin yok
edici etkisi, dil iddialarının hızla siyasallaştırılmasına yol açar. Öyle
olunca da, egemen dil taraftarları ezilen gubun dil iddialarına karşı daha
güçlü tezlerle çıkmak için fırsat kollamaktadırlar. Ezilen grubun dilinin
gelişmemiş, eksik, melez, bilim ve eğitim için uygun olmadığı iddialarını
kanıtlamak için bilime başvuru olduğu kadar günlük yaşamdaki kullanımlarda
ezilen grupların kendi dillerinin standart bir anlaşma aracı olamayacağını
kanıtlamak için de bu dilde bulunan farklı şive, ağız ve kullanımlar, sözkonusu
grup, topluluk veya ulus içinde ortak bir iletişimin kurulamayacağı hasebiyle örnek
olarak verilir. Böylece egemen grup, ezilen grubun dilinin sadece özel
alanlarda folklorik bir unsur olarak kullanılmasının hoşgörülebileceğini
belirtirken, diğer grup ise kamusal alanda etno-politik bir mücadele sürecine
dil iddialarını da yerleştirir.
Bu yüzden dil,
sözkonusu gruba katılım için çok önemlidir. Siyasal grup ve süreçlere giriş,
meşru dile ilişkin bilgi ile kolaştırılabileceği[xxvii] gibi
zorlaştırılıp engellenebilir de (Fierman, 1991: 17). Burada devletin standart
(tek, resmi, kamusal) dil politikalarına karşı etnik gruplar kendi içlerinde
belli bir homojenliği ancak dil üzerinden sağlayacağını düşünürek kendi dil
iddialarını etnik türdeşlik için kullanırlar. Bu türdeşliğe uymayanlara
genellikle yabancı muamelesi yapılır; etnik gruptan dışlamak için dil kullanımı
çoğu zaman yeterli bir neden olarak görülebilir. Etnik kimlik, büyük
mücadelelerle kurulan siyasal referans çerçeveleri içinde tanımlanan daha çok
politik hedeflere ulaşmada geniş bir sosyal destek sağlamanın aracı olarak inşa
edilir. Fakat bu inşa süreci büyük ölçüde egemen devletin politikalarına göre
belirlenir; egemen devlet içinden üretilen iddialara karşı çoğu zaman savunma
pozisyonları üretilir ve çözümler önerilir. Bu süreçte çözüm için genellikle
yeni bir statü talebi dillendirilir.
Kendi sosyal ve
siyasal statülerini egemen güce bağımlı olarak gören gruplar, dilsel statü
düşüklüğünü kendi sosyal konum düşüklüğüne bağlayabilirler. Siyasal statü
talebiyle (federasyon, özerklik, bağımsızlık vb.) yola çıkan gruplar, kendi
kimlik ve maddi durumlarına dair bir statü yükseltilmesini talep ederler ve kişiler,
dilsel statülerinin sosyal statüyle doğrudan bağlantılı olduğuna inanırlar
(Goodman, 2000: 220). Bu inanç çerçevesinde gelişen etnik çatışmalarda artık
grubun dili bir zamanlar folklorik, kültürel zenginlik, mozaiğin zengin bir
parçası olarak görülmek yerine, politik açıdan kabul edilip egemen grup üyeleri
tarafından dışlanır. Cenk Saraçoğlu (2011), İzmir’li orta sınıflar nezdinde Kürtleri
‘tanıyarak dışlama’nın[xxviii]
nasıl gerçekleştiğini incelediği saha çalışmasında dilin yanısıra giyim, tutum
ve davranışların da klişeleştirmeye dayalı ayrımcı bir söylemin üretilmesinde işe
koşulduğunu söyler. Dışlama süreçleri soğuk veya sıcak çatışmalara yol
açabilir; kamusal mekan ve alanlarda (okul, toplu taşıma aracı, pazar, işyeri
vs) etnik dili kullananlar tehditten yaralama ve öldürmeye değin şiddete dayalı
davranışlara maruz kalabilirler. O dilin kullanımı bir bakıma etnik sorunun
kendisi gibi algılanıp dili kullanan kişi tanınarak dışlanır. Bu, bütün dünyada
yaygın bir durumdur. Örneğin, Avrupa’da Türk, Arap ve Afrikalı göçmenlerin
zaman zaman okullarda kendi dillerini konuşmaları yasaklanır, hatta pedagojik
olarak cezalandırılabilir. Burada artık entegrasyon, asimilasyon boyutuna
taşınır, göçmen veya etnik gruptan vatandaş bir yandan asimilasyona tabi
tutulurken, öte yandan da ‘özgün’ kültürü bozacağı gerekçesiyle egemen gruba
tam olarak dahil edilmeyebilir. Dahil edilmeyebilir, zira bunun özgün kültürü
bozucu etkisi olacağı düşünülür. Bu ikircikli tutum (asimilasyon politikası ve
dışlama pratiği arasında kalmak), genelde ırkçı görüşlerin çok görülen
açmazlarından biridir.
Bütün bunlara
egemen devletlerin verdiği yanıtlar çok çeşitlidir: Kimlik ve dili inkar etme,
dışlama, önyargılara mal etme, asimilasyon ile kendi içinde eritme, sisteme
entegre etme vb. Avrupa Birliği’ne üye ülkeler ise bilhassa son yıllardaki
politikalarında asimilasyonu bir insanlık suçu olarak kabul edip daha
demokratik politikalara yöneldiler. Entegrasyon[xxix] en
yaygın politikadır ve çoğu zaman ülkeye gelen göçmenlerin egemen sistemle
bütünleşmesi için ideal bir yöntem olarak görülür. Fakat ideal bir demokrasi
bölgesi örneği olarak görülen AB’de dil hakları hâlâ çok ciddi bir sorundur ve
bu da yasal politik statüyle ilgilidir. AB’de bütün dillere hayat hakkı
tanınsa,[xxx] Avrupa
Parlamentosu’nda çeşitli dillerde temsil, yayın ve tercüme imkanı olsa da,
AB’nin iç işleyişinde resmi işler genelde birkaç dilde (İngilizce, Fransızca ve
daha az olarak Almanca) yürütülmektedir (Koçak, 2013: 30). Dil hakları tanınan
ulusal azınlıklara karşın göçmen azınlıkların yasal statüleri genelde zayıf,
belirsiz ve oynak olduğu için göçmenlerin dilleri ciddi bir temsil sorunu
yaşamaktadır. AB ülkelerinde göç kökenli çocuklara okulda tanınan kendi
anadilini öğrenme[xxxi]
hakkı da çoğu zaman yetersiz kalmaktadır, zira genelde haftada bir veya iki
saat verilen anadili dersi, okul sistemi içinde karneye genellikle işlenmediği,
sınavlara tabi tutulmadığı için etkisiz kalmaktadır (İnal, 2014: 339). Göç
kökenli çocuklardan beklenen, kendi anadillerini değil, geldikleri ve
yerleştikleri Avrupa ülkesinin dilini öğrenmesidir. Bu da entegrasyon
politikası olarak adlandırılmakta; eğer bu çocukların göç ve göçmenlik
değerlerinden kurtulmaları isteniyorsa, yaşadıkları ülkenin dilini eksiksiz
öğrenmeleri beklenmektedir. Bu da tek taraflı bir bakışa yol açmakta, gerek
azınlıkların gerekse göç kökenlilerin ülke içinde kendi kültür ve dillerinin
güçlü temsili için yasal düzenleme yapılmamaktadır. Bu anlamda Avrupa, ABD’deki
temel entegrasyon yaklaşımından (eritme potası, the melting pot) daha fazla demokratik olarak gösterilse de,
sonuçta dille ilgili sorunları çözmede yetersiz kalmaktadır. Oysa
çokkültürlülük politikası farklı kültürlerin yasal temsilini gerektirmektedir.
Bu da, dilin kültürel bir mirasın ötesinde dil hakkı olduğu anlamına gelir.
Kuşkusuz
Avrupa’daki yerleşik ve göç kökenli azınlık konumundaki topluluklar ile
Türkiye’deki yerleşik Kürtleri her bakımdan aynı potada görmek mümkün değil.
Çeşitli sosyolojik özellikler ve devlet yapıları bakımından bu iki örnek birçok
bakımdan farklılaşıyor: Göç, yerleşiklik, yasal statü, kültürel entegrasyon vs.
Göç kökenli topluluklar karşısında AB ve Avrupa ülkeleri ile Kürtler
karşısındaki Türkiye aynı konuma yerleştirilemez. Fakat bu iki farklı bağlamın
kimi ortak noktaları da vardır: Her iki örnekte de, anadilinin yasal biçimde
kabulü (onayı), temsili ve geliştirilmesi bakımından bir yasal talep, meşruiyet
arayışı, dilsel tanınma isteği sözkonusudur. Her iki örnekte de ilgili
topluluklar (Avrupa’da Türkler, Türkiye’de Kürtler) yasal zeminde bir tanınma
mücadelesi veriyor, azınlık konumunu siyaset, eğitim gibi konumlarda daha fazla
temsil hakkı talep ediyorlar. Bu da her iki örnekteki egemen devletleri
anadilinin kabulü, temsili ve geliştirilmesi bağlamında çeşitli siyasal ve
eğitsel reformlar yapmaya zorluyor, devlet yapısında bazı düzenlemeler
oluşturmaya itiyor. 2002 sonrasında AKP’nin Kürtçe ile ilgili yaptığı ‘reform’lar,
çeşitli düzenlemeler, aslında Kürt siyasi hareketinin bir biçimde çeşitli kabul,
temsil ve geliştirme taleplerine verilen bir cevaptır. Bu süreçte Türkiye’nin
2002 sonrasında canlanan AB üyeliği perspektifinin de çok etkili olduğu ileri
sürülebilir.
2.
AKP’nin Kürtçeye yaklaşımı
AKP, Kürtçe
sorununu büyük ölçüde Kürt Sorunu’nun bir parçası olarak gördü. Devlet
tarafından ‘terör’ ve ‘bölücülük’, Kürt siyaseti tarafından ise çeşitli adlar[xxxii]
altında anılan bu sorun günümüzde gerek şiddet gerekse politik ve sosyal
boyutlarıyla oldukça kapsamlı, karmaşık ve yoğun bir sorundur. Geçmişteki
politikacılar (örneğin Özal, Demirel vd.) zaman zaman Kürt Sorunu’nu bir ‘realite’[xxxiii]
üzerinden ‘tanıma’ya yöneldiler. Ancak bu ‘tanıma’ edimine reform düzeyinde
kurumsal düzenlemeler pek eşlik etmedi. Kurumsal anlamda neredeyse radikal
denilebilecek ‘reformcu’ uygulamalar geniş, yaygın ve etkili biçimde ancak AKP
döneminde (2002 sonrası) gerçekleşebildi. Fakat AKP de Kürt Sorunu’nu diğer
hükümetler gibi öncelikle bir ‘asayiş’ (‘terör’, ‘güvenlik’ vs.) sorunu olarak
gördü, ona göre politikalar oluşturdu; fakat bu politikalar içinde, AB’ye
üyelik beklentisinin de etkisiyle, sosyal politikalar geniş bir yer tuttu. Seçimin
hemen ardından AKP tarafından 16 Kasım 2002’de ilan edilen Acil Eylem Planı, birçok alanda ‘reform’ öngörürken Kürt Sorunu ile
ilgili bir bahise yer vermedi. Bunda o dönem, 1999’da yakalanıp Türkiye’de
hapsedilen Abdullah Öcalan’ın ‘barış’ yaklaşımı da etkili olmuş olabilir.
Daha sonra
yayımlanan AKP parti programında bu sorun ayrıntılı biçimde tarif edildi. Bu
tarifte veya yaklaşımda, bir yandan resmi bakış açısı çerçevesinde üniter devlet
yapısının korunup gözetileceği ileri sürülürken, öte yandan bölgedeki tüm
farklılık ve duyarlıklalara karşı saygılı, etkili ve sorun çözücü bir politika
izleneceği belirtildi. Bölgenin farklılıklarının bir zenginlik olarak kabul
edileceği ve eğitim dili Türkçe olmak kaydıyla, Türkçe dışındaki dillerde yayın
dahil kültürel faaliyetlerin yapılmasının sağlanacağı, bunun da ülke birlik ve
bütünlüğünü güçlendirip pekiştiren bir rol oynayacağı ileri sürüldü. Bölgedeki
geri kalmışlığı genel demokratikleşme projesi çerçevesinde düşünen AKP’ye göre
halkın sağduyusu ile meselenin etnik bir çatışmaya dönüşmemesi için sorun
acilen çözülmeliydi. Bu çerçevede programda, “teröre tepki olarak maksadını aşan ve bölge halkını rahatsız eden bazı
uygulamaların terk edilmesi ve yıllardır devam eden OHAL[xxxiv] uygulamasının tamamen
kaldırılmasını”n hedeflendiği açıklandı, suçlu ile suçsuz insanların
birbirinden ayırt edilerek yeni bir yaklaşımın (“şefkatle muamele”) izlenmesi
gerektiği belirtildi. Bölgenin temel sorununu ekonomik boyutta gören programda,
eğer bölgelerarası kalkınmışlık farkını asgariye indirecek önlemler (istihdam
artırıcı ekonomik projelerin geliştirilmesi gibi) alınırsa, vatandaşların
mağduriyetlerinin de giderileceği, bunun için ayrıca bir de rehabilitasyon
sürecine girileceği açıklandı. Parti programında, temel sorunun (tüm
boyutlarıyla Kürt Sorunu’nun) kaynağı maddi düzlemde (hizmetlerin yetersiz
olması, işsizlik, fakirlik, baskı vb.) ele alındı, iki düzeydeki çözümün
(siyasal alanda daha fazla demokrasi, maddi alanda ekonomik kalkınma) entegre
biçimde kullanımı ile sorunun çözülebileceği düşünüldü. Programda konuyla
ilgili olarak geleneksel devlet yapısına yöneltilen bir eleştiri de yer aldı.
Buna göre:
“Bürokratik
otoriter devlet anlayışına yaslanan çözümler, sadece asayiş mantığına dayandığı
için uzun vadede sorunları daha da derinleştirmektedir. Buna karşılık demokratik devlet anlayışı çerçevesindeki
yaklaşımlar, ilk anda endişeyle karşılansa da uzun vadede milletimizin birlik
ve bütünlüğünü pekiştiren sonuçlar doğurmaktadır. Bu nedenle bölgedeki sorunlar
aynen kalacak demektir. Sadece ekonomik kalkınma politikaları ile tam bir
çözüme kavuşturulamayacağı gerçeği yanında bütün bunların üstünde kültürel
farklılıkları demokratik hukuk devleti ilkesi çerçevesinde tanıyan
yaklaşımların etkili olması gerektiği anlayışına ulaşılması sorunun çözümünde
önemli bir adımdır. Diğer taraftan
kültürel farklılıklar bölge halkıyla olan müştereklikleri arka plana atmayı
gerektirmez. Aksine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma bilinci, toplumumuzun
birlik ve beraberliğinin çimentosudur.”[xxxv]
AKP’nin Parti
Programı, terör olarak tanımladığı sorunun çözümünü iki planda ele aldı: Kalkınma
(ekonomi) ve kültürel farklılıkların kabul edilip temsil edilmesi
(demokratikleşme). Üniter yapıyı koruyarak ve sorunun etnik bir çatışmaya
dönüşmesini engelleyerek farklı olanı (Kürt ve onun kimliği/dili) tanımak, bu
kesimin haklarını teslim etmek, ilgilileri rehabilite etmek gibi önlemler,
demokratikleşme projesi olarak düşünüldü. Sorunu çözmenin asıl yolunun temel
hak ve özgürlüklere saygılı bir devlet yaklaşımından ve ekonomik kalkınmadan
geçtiği söylenen Program’da sorun, hem güvenlik hem de ekonomik ve siyasi
temelde ele alındı. Sorunun çözülmesi için eski bürokratik otoriter devlet
anlayışının aşılması ve devletin demokratikleşmesinin gerektiğini ileri süren
Program, kültürel farklılıkların demokratik hukuk devleti ilkesi çerçevesinde
tanınması gerektiğini ileri sürdü. Bu son cümle, AKP’nin Kürtçe konusundaki
yaklaşımını ‘reformcu’ döneminde (2002-2010) temelden belirledi. Bu çerçevede
Türkiye’de yaşayan farklı dil topluluklarının[xxxvi]
konuştukları Türkçeden farklı diller, bir kültürel farklılık ve zenginlik
olarak görüldü ve fakat bunların ancak ve ancak ‘üniter’ yapı içinde kalmak
suretiyle bir temsil hakkı olduğu ileri sürüldü; farklı kimlik ve diller, ‘birlik
içinde çokluk’ olarak görüldü. Üniter yapıya vurgu ve Türkçenin resmiyetinin,
egemen ve standart dil olmasının tartışılamayacağı, büyük ölçüde Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası’nın 42. Maddesine dayandırıldı: “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim
ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz.”
Anayasa’nın ilk dört maddesinden biri olan ve değiştirilemeyeceği ve
değiştirilmesinin bile teklif edilemeyeceği hükme bağlanan 3. Maddesinde
devletin dilinin Türkçe olduğu karara bağlanmıştır. Fakat bu maddede ‘resmi
dili’ ibaresi yoktur. Ne var ki herkes genelde, ‘resmi’ nitelemesi olmasa da,
Türkçenin ‘resmi tek dil’ olduğunu düşünür. AKP de bunu bu şekilde kabul eder. Fakat
buna rağmen AKP, diğer dillerin, öncelikle de Kürtçenin kamusal temsil imkanı
kazanması için de çeşitli uygulamalar getirdi ve geliştirdi.
3-AKP
Döneminde Kürtçenin Kamusallaşması[xxxvii]
Türkiye hâlâ
“güçlü tekdil ethosu”nun (Martin-Jones ve Jones, 2000: 2-3) etkisi
altında yaşamaya devam eden bir ülkedir. Osmanlı İmparatorluğunun kozmopolit
yapısına tepkinin bir sonucu olarak şekillenen Türk ulus-devleti, ‘arılığı’
(saflık, bozulmamışlık) yansıtan ve temsil eden Türkçe üzerin(d)e(n) kuruldu.[xxxviii]
Osmanlıda gayrimüslimlerin konuştukları çeşitli diller ve saraya özgü olduğu
ileri sürülen Arapça-Farsça karışımı Osmanlıcanın yerine sadeliği yansıttığı
iddia edilen Türkçe, egemen, tek ve standart dil olarak onaylandı. Bu onay aynı
zamanda diğer dillerin yasaklanması, sansürlenmesi ve temsilinin engellenmesini
de beraberinde getirdi. Ne var ki, Türkçe dışındaki diller, resmiyet kazanmasa
da, uzun yıllar bilhassa kırsal kesimlerde varlığını korudu ve kamusallaşma şansı elde edemese de, toplumsal
niteliğini sürdürdü. Kürtçe ise, artan şiddet ve politik mücadele nedeniyle
geçmişe göre büyük kentlerde yeniden sosyalleşen bilhassa okumuş Kürt gençleri
sayesinde kentsel ortamlarda yaygın biçimde konuşulmaya başlanmakla birlikte,
zaten geçmişten bu yana kırsal bölgelerde dilsel bir direnç odağı olarak çeşitli
geleneksel ve folklorik unsurlarda zeminini korumaya ve kendini yeniden
üretmeye devam etti. Başta geleneksel yapıya dayalı bir biçimde Kürt kültürünün
çeşitli aktör ve düzeylerde (dengbêj[xxxix] ve
çirokbêjler vd.) korunması ve yenidenüretimi, Kürtçe dilinin sosyolojik direnç
odakları olarak önemli rol oynadı. Kürtçenin kamusal alanlarda daha çok görünüp
kamusallaşmasında elbette Kürt politik aktörlerin, sanatçıların, aydınların,
öğretmen ve öğrencilerin önemli bir rolü oldu.[xl] Kurumsal
anlamda çalışmalarda ise çeşitli belediyelerde yapılan çalışmalarla kendini
gösterdi. Örneğin, Diyabakır Büyükşehir Belediyesi’nin 2007’de kurduğu Dengbêj
Evi, bu sanatın icra edildiği önemli bir mekan olmayı sürdürmektedir.
Kürtçenin
kamusallaşması, 2002 sonrasında TBMM, eğitim, medya, yerel yönetim, mahkeme,
cami, sanat ortamı gibi kamusal alanlarda görünürleşmesi, kullanılması ve
temsil edilmesidir. Bu bağlamda Kamusallaştırılan
Kürtçe, Toplumsallaşmış Kürtçe’den
oldukça farklıdır. Toplumsallaşmış Kürtçe, bu dilin informal ortamlarda günlük
hayat pratikleri ve ritüelleri içinde doğal biçimde kullanımını ifade eder.
Kamusallaşan Kürtçe ise etno-politik bir mücadeleyle ilgili insan hakkına
gönderme yaptığı için kültürel ve folklorik düzlemden siyasi düzleme geçişi
anlatır. Toplumsallaşmış Kürtçe’de halkın kendiliğinden katılımı söz
konusuyken, kamusallaşmış Kürtçe’de öznelerin (Kürtçe konuşanlar) müdahil ve
muhalif politikaları söz konusudur.
Kürtçenin
kamusallaşmasının 2002 sonrasında iki temel gücü oldu: Resmi devlet ve muhalif
Kürtler. 2002 sonrasında AKP hükümetleri, ‘Açılım Politikası’ temelinde
Kürtçenin çeşitli alanlarda (medya, eğitim, sanat, siyaset vd.) kullanımının
önündeki bazı engelleri kaldırarak Kürtçenin
Kültürel Kamusallaşması diyebileceğimiz bir hareket başlattı. Muhalif Kürt
kesimleri ise, Kürtçenin günlük iletişim içinde folklorik olmasının ötesinde
resmen tanınan, hak temelinde ele alınan ve sistematik bir eğitime konu edilen
boyutunu öne çıkardılar. Bu yönde çeşitli Kürt çevreleri Kürtçenin okullarda,
ibadethanelerde, TBMM gibi resmi yerlerde temsili için ‘sivil itaatsizlik’[xli]
eylemleri yaptı. Bu eylemler, Kürtçenin kültürel aşamadan politik aşamaya
geçmesi içindi. Hedef, Kürtçenin bireysel düzeyde bir kültürel temsilden ziyade
kolektif (Kürt topluluğu) bir grubun siyasi temsiline odaklandı. Bu hedef de,
öncelikle Kürtçenin bir anadili olarak okullarda yer almasını talep etti.
Haliyle devlet olaya reform bağlamında ‘teknik’ açıdan yaklaşırken Kürtler ise
meseleyi ‘özsel’ olarak ele aldılar. Kürtçe eğitim (anadilinde öğretim) gerek
devlet gerekse Türk halkı tarafından yaygın biçimde kabul edilmedi.[xlii]
Kürtçenin AKP
döneminde kamusallaşmaya çalıştığı üç temel alan oldu: Siyasal/hukuksal alan, eğitim
alanı ve sosyal alan.
Siyasal/hukuksal alanda Kürtçenin kamusallaşması öncelikle TBMM’de Kürtçe’nin
siyasal propaganda ve konuşma dili olmasıyla ilgilidir. Bu konuda en sembolik
olay, 1991’de DEP Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana’nın milletvekili yemin
töreninde yaşandı; Zana[xliii]
Kürtçe yemin ettikten sonra Kürtçe bazı sözler söyledi, akabinde çeşitli ağır
sorunlar ve hak kayıpları yaşandı (TBMM’den polis zoruyla gözlatına alınma, milletvekiliğin
düşmesi, hapis vd.). 2010’da ise bir başka Kürt partisi olan BDP’nin bir TBMM
çalışması sırasında kullanılan Kürtçe kelimelerle Kürtçe yasağı TBMM’de
delindi. Daha önce de Kürtçe TBMM tutanaklarına ‘bilinmeyen dil’ olarak geçirilmişti.
TBMM’de Kürtçe konuşma taleplerine devletin farklı kademelerinden sert tepkiler
gelmiş, resmi dilin Türkçe olduğu hatırlatılmıştı. Aynı şekilde mahkemelerde de
sanıkların Kürtçe savunma talepleri reddedilmiş, sanıklar ancak ve ancak Türkçe
bilmiyorlarsa kendileri için bir tercüman atanacağı söylenmişti. Mahkemeler
genelde sanıkların Türkçe bildiklerine (‘çünkü kollukta ve nöbetçi hakimlikte
Türkçe ifade vermişlerdi’) hükmedip mahkemelerde Kürtçe savunmaya izin verilmedi.
Fakat çelişkili bir uygulama olarak, devletin mahkemeleri Kürtçeyi savunma dili
olarak kabul etmezken kendi kurduğu TRT 6 (Şeş) kanalı Kürtçe yayın yapıyordu.
Kürtçe savunma yapmaya zaman zaman izin verilmiş olsa da, sırf bu dille yapılan
savunma bazen daha fazla ceza almaya yol açtı. Kürtlerin yönettikleri
belediyelerde de birden fazla dille hizmet verme (‘çokdilli belediyecilik’)
yargı engeline takıldı. 2007 yılında Diyarbakır Sur Belediyesi ‘çokdilli
belediyecelik’ hizmeti başlattığını duyurmuştu. Bundan dolayı görevden alınan
belediye başkanına göre mesele, politik değil, teknik ve hizmetle ilgiliydi:
Halk, Türkçe bilmiyordu, bu yüzden onlarla Kürtçe ve diğer dillerde anlaşmak
gerekiyordu; bu yüzden çokdilli (Kürtçe, Zazaca, Ermenice, Suryanice vs.)
hizmet (temizlik, kadına şiddet konusunda eğitim, çocuk kitapları, tarih
bilinci geliştirme çalışmaları, organ bağışı kampanyaları vs.) veriliyordu.
Zamanla bazı belediyeler (Cizre, Van vd.) çiftdilli tabelalar hazırladılar.
Yasal engellere rağmen belediyeler Kürtçeyi yazılı ve sözlü olarak çeşitli
şekillerde kullanmaya (bilboardlar, trafik levhaları, dükkan tabelaları vs.)
devam ettiler.
Eğitim
alanında da Kürtçe konusu sorunun hep en önemli parçalarından biri oldu.
Türkiye’de Kürtçenin ilk yaygın, kitlesel ve medyatik kamusallaşma girişimi
Kürtçe Özel Dil Kursları ile gerçekleşti. İlk kursların açıldığı süreçte,
kurslara ilgi çok yoğun olmuştu (bkz. BBC Turkish, 2004; Gözke, 2004) Açılış
törenlerinde, Kürt dilinin öğreniminin Türkiye için bir kazanım olduğu
vurgulanmıştı.
|
Bu kursları açarken Kürtler, AB normlarına dayandılar. AB’ye uyum
çerçevesinde 20 Ağustos 2002’de çıkarılan “Türk vatandaşlarının günlük
yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin
öğrenilmesi”[xliv]
hakkında yönetmelik değiştirildi ve yeni yönetmelikte mevcut dil kurslarında
Kürtçe öğretilmesine imkan tanınarak Kürtçe kurs açmak kolaylaştırıldı.
“Yapılan değişikliklerle daha önce kurs açma ve öğretime başlama izni alan
kurslara program ilavesi yapmaları halinde Kürtçe ders açma izni verilebileceği
hükmü getirilmişti.” (İnal, 2012: 87) İlk kurs 2003 yılında Batman’da, ardından Urfa, Mardin, Van ve
Diyarbakır’da diğer kurslar açılmıştı. Aynı dönemde TRT-3 ve TRT Radyo-1’de,
diğer üç yerel dille birlikte haftada birer gün Kürtçenin Kırmanci ve Zazaca
lehçelerinde programlar yayınlanmıştı. Fakat açılan çok sayıda kurs kısa süre
sonra ilgisizlik ve ekonomik sorunlardan dolayı kapanmıştı. Bu başarısızlıkta
şu bakış açısı egemen olmuştu: Bir halk kendi anadilini özel kurslarda değil,
resmi eğitim dili olarak verildiği okullarda öğrenmeliydi. Bu özel kurslardan
alınan diploma ve sertifikaların ‘piyasa’da işe yaramaması da bu başarısızlık
ve kapanışta etkili olmuş olabilir. İstenen, anadilinde kurs değil, resmi okullarda
anadilinde eğitim idi. Kimi (örneğin eski Mardin Belediye Başkanı olan Ahmet
Türk) Kürtlere göre, ‘devletimiz Kürtçenin yokolup gitmemesi için AB
ülkelerindeki gibi önlem almalı, Kürtçeyi desteklemeliydi.’ (Anadilinde eğitim
talebi biraz aşağıda ayrıntılı olarak ele alınacak.)
AKP döneminde
Kürtçenin gerek Kürtler gerekse hükümet eliyle kamusallaştırılmasında sosyal
alandaki kimi olaylar öne çıktı. Bunlardan ilki, yerleşim adlarının
değiştirilmesiyle ilgilidir. Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkleştirme ve
Türkçeleştirme ugulamaları sonucu başka dillerde (Kürtçe, Gürcüce, Ermenice,
Rumca, Arapça, Tatarca, Çerkezce, Lazca vd.) olan yerleşim yerlerinin adları
Türkçeleştirilmişti. 1940 yılından sonra köy ve yerleşim yerlerinin isimlerinin
değiştirilmesi hızlanmıştı. 1980’lere değin 30 bin yer adının
Türkçeleştirildiği ifade ediliyor. En çok isim değiştirilen iller, Kürt nüfusun
yoğun yaşadığı iller (Erzurum, Diyarbakır, Van) olmuş.[xlv] Bu
yerleşim isimlerinin orjinal adıyla kullanılmak istenmemesinin bir nedeni de,
içerdikleri ‘sakıncalı harfler’dir. Türk alfabesinde olmayan ve kullanılmayan
üç sakıncalı harfin (Q, W ve X) çeşitli medya araçlarında (afiş, pankart,
dilekçe, döviz, mektup, TV yayını vd.) kullanımı dört kanuna (“Türkçe dışındaki
dillerin kullanımına ilişkin kanun”, “Nüfus Kanunu”, “Siyasi Partiler Kanunu”,
“Türk Ceza Kanunu”) göre yasaktır. Ancak bu üç harfin yasaklanması, 12 Eylül
1980’daki askeri darbeyle başladı. 1983 yılında çıkarılan “başka dillerin
kullanımına ilişkin yasa”, düşünce ve basın-yayın alanının yanı sıra günlük
yaşamda ‘yasaklı diller’”in kullanımının önüne geçiyordu. Ne var ki, 1991’de AB
reformları çerçevesinde çıkarılan bir yasayla ve 2001’de Anayasa’nın bazı
maddeleriyle konuya dair önemli bir rahatlama sağlandı. Nüfus Kanunu’nda yer
alan ‘milli kültüre uygun düşmeyen isimler çocuklara verilemez’ ibaresi, AB
uyum yasalarıyla ‘ahlak kurallarına uygunluk’ ve ‘Türk alfabesine uygunluk’
haline getirildi. Yine de bu değişikliklere rağmen bu üç harfin geçtiği isimler
çocuklara konulamadı. Türk kamuoyu da bu üç harfin Türk alfabesinde olmadığı
gerekçesiyle kullanımına karşı çıktı. Fakat ironik olan şey, bu harflerin
aslında turistik bölgelerde dükkan tabelalarında ve bazı TV kanalı isimlerinde
(Show TV, Fox TV gibi) yaygın biçimde kullanılıyor olmasıdır. Aynı sorun,
Kürtçe insan ve yer isimlerinde de yaşandı. Geçmişte Türk isimlerini almada pek
de bir sorun görmeyen Kürtlerin en azından siyasallaşan kesimlerinin çocuklarına
‘sakıncalı’ üç harfi de içeren Kürtçe isimler vermeleri, yasal açıdan sorun
oldu; bu konuda sık sık davalar açıldı, hatta isimler iptal edildi.
Kürtçe
yayıncılık ve yayınlar da, AKP’nin Kürtçe politikalarında yaşanan bir diğer sorun
oldu. Osmanlı’da Kürtçe yayınlar sorun değildi ve fakat Cumhuriyet ile birlikte
tek, standart ve ulusal dil uygulamasıyla birlikte Kürtçeye yasak konuldu.
Aslında ilk yasak Cumhuriyet kurulmadan önce 1919’da bir Kürtçe destanın
basılmasıyla başladı. Böylece Cumhuriyetin ilanından 1948’e değin hiçbir Kürtçe
yayın basılmadı. 1960’lı yıllardan sonra ise, yasak da olsa, Kürtçe yayın sayısı
hızla arttı ve çeşitlendi. Birçok kitap,
dergi ve gazete yayınlandı; radyo ve TV’ler kuruldu.
Fakat AKP
döneminde ilk kez devlet eliyle bir Kürtçe TV kanalı kuruldu: TRT Şeş. “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında
Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve
Televizyon Yayınları Hakkında Yönetmelik” 2004 yılında çıkarıldı. Bu
yönetmeliğin 5. maddesine göre “(...) farklı dil ve lehçelerde sadece
yetişkinler için haber, müzik ve geleneksel kültürün tanıtımına yönelik
yayınlar yapılabilir, bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın
yapılamaz.” Buradaki asıl nokta, Türkçeden farklı bir dilde yayıncılığın
popüler (güncel haberler, müzik, eğlence, belgesel vs.) alanla sınırlanması,
dilin pedagojik öğretiminin yasaklanmasıdır. Bir de, yayınlanan her programda
Türkçe altyazının yayımlanması ve programların yayımlanmasının ardından Türkçe
tercümelerinin yapılmasının ve ilgili mercie ulaştırılmasının istenmesidir. Bu
çerçevede TRT 3’de haftada toplam 2,5 saati aşmamak üzere her gün yarım saat
farklı dil ve lehçelerde (Kurmanci, Zazaki, Arapça, Çerkezce ve Boşnakça)
yayınlar yapıldı. 2006’da çıkarılan bir başka yönetmelikle de özel kanallara
günde 45 dakika yerel dilde yayın yapma hakkı tanındı. 2009’da TRT 6 (Şeş) test
yayınına başladı (Kürtçenin Kırmanci/Kurmanç lehçesinde). Bu kanala olumlu ve
olumsuz tepkiler geldi; olumlu bulanlar bu konuyu ülkenin demokratikleşmesiyle
ilişkilendirdiler, olumsuz bulanlar ise bunun aslında bir tür “kültürel
koruculuk”[xlvi]
ve yeni bir asimilasyon aracı olduğunu iddia ettiler. İlginçtir, TRT 6 (Şeş)
yayınlarında yasaklı harfler de kullanılarak bir yasak daha delinmiş veya aşılmış
oldu. O halde, bu ‘resmi Kürtçe’ TV kanalıyla birlikte, bir zamanlar olmadığı
iddia edilen bir dil, en azından medya düzeyinde yayınına izin verilerek bir
şekilde tanınmış oldu.
Devlet bu adımı
atarken özel kesimde de benzer hareketlilikler gözlendi. Örneğin bazı özel
üniversitelerde Kürtçe öğreten dersler açıldı, Kürtçe klipler çekildi, kimi
Türk yayınevleri Kürtçe kitaplar basmaya başladılar. Buna bir başka ilave de,
Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan geldi. 2009’da Kürt açılımına destek veren
Diyanet, başta Kuran’ın ve dini kitapların Kürtçeye çevrilmesi, bölgeye Kürtçe
bilen din adamlarının atanması, camilerde Kürtçe vaaz verilmesi, hutbenin
Kürtçe okunması, Diyanet’in kurmayı planladığı TV kanalında Kürtçe dini
programların hazırlanması, Kürtçe mevlit okunması, Diyanet ve müftülüklerin web
sitelerinde Kürtçe dini bilgilere yer verilmesi gibi gelişmelere yol açtı. Ne
var ki, bu bahar kısa sürdü ve 2010’da yeniden eskiye dönüş yaşandı. Öyle
olunca da Kürtler, Kürtçeyle ilgili bu kurumsal reformlara daha mesafeli bir
tavır aldılar.
Tüm bu kurumsal
reformlar içinde hiç bir adım atılmayan ve hâlâ sert bir tartışma konusu olan
alan, anadilinde (Kürtçe) eğitim talebidir. Burada artık bambaşka bir alanla
karşılaşıyoruz, zira Türkiye’nin ulusal, standart ve tek dil politikası resmi
dil olarak sadece Türkçeyi öngörmekte ve bu dilin dışında, resmi kurumlar
içinde, bilhassa çok güçlü olan eğitimde (okullarda) başka bir dile yer verilmesinin
düşünülemeyeceği ifade edilmektedir.
4)
AKP ve Kürtlerin ‘anadilinde eğitim’ konusuna bakışları
Gerek AKP
öncesi gerekse AKP dönemi hükümetleri, resmi okullarda Türkçeden başka[xlvii] bir
dilde eğitim yapılamayacağını açık şekilde pek çok kez ifade ettiler. Bunda
ikili bir gerekçelendirme vardır. İlk ve temel gerekçe, anayasada belirtilen
yasal kısıtlamanın yanı sıra üniter yapı ve milli birliğin bundan zarar
göreceği iddiasıdır. Bu konuda AKP veya Erdoğan pekçok kez görüş belirtmiştir. Örneğin
konunun yoğun biçimde tartışıldığı 2012’de Erdoğan bir demecinde, Kürtlere
uygulanan asimilasyonu kendilerinin kaldırdığını, “Kürt kelimesini ağzına
almayan insanların olduğu bu ülkede, ‘Kürt kardeşlerimiz’ diyen”in yine
kendileri olduğunu söylemekle birlikte anadilinde eğitime bakışlarının belli ve
“bölücü terör örgütünün kendine göre bazı istismar
başlıkları olduğunu” belirterek, ''Biz o başlıklara da gelmeyiz. Nedir?
Anadilde eğitim, öğretim. Yok böyle bir şey. Bizim ülkemizin resmi dili
Türkçe'dir.” ''Bu bir haktır' iddiasında bulunanlara sesleniyorum; bu bir hak değildir,
öğrenmesi haktır, onları öğretmek, onun zeminini hazırlamak da bizim
görevimizdir. Bunu da yaptık. Buyurun; okullarda Kürtçe'yi seçmeli ders olarak
getirdik. Üniversitelerde aynı şekilde bölümler açtık, buyursunlar öğrensinler.
Konuşmak cezaevlerinde yasaktı. Onun önünü bile, Milli Birlik ve Kardeşlik
Projesi ile genelgeyi yayınladım ve o süreci de başlattık. Bunları biz yaptık.
Bu adımları attık. Yani belediyenin içinde sadece müdürün kapısına, Kürtçe
müdür demenin bir anlamı yok. Onu halk görmüyor, bilmiyor.” (Yeni Şafak,
2012). Erdoğan, Türkiye’de Kürtçe ile Avrupa’daki Türkçe arasındaki
ilişkiyi karşılaştırmalı olarak şöyle ele aldı:
“Yaptırdığımız kamuoyunun
araştırmalarının neticeleri elimizde. Kimseyi aldatmaya gerek yok. Şu anda
seçmeli Kürtçe dersine başvurularla ilgili rakamlar ortada. Benim Kürt kardeşim
de bazı gerçekleri biliyor. Bugün Avrupa'da bu işin tahrikini yapan ülkelerde,
Türkçe azınlık hukukuna tabi olduğumuz halde bize Türkçe orada anadil olarak
verilmiyor eğitim-öğretimde. Bunu bazı arkadaşlarım bilsin, lütfen bunu
araştırsınlar. Ama onlar buraya gelince bakıyorsun hemen tahrik ediyorlar. Bu
konuları iyi anlamamız, iyi bilmemiz lazım, tahriklere de gelmememiz lazım.
Birilerinin ağzıyla da konuşmanın anlamı yok.'' (Yeni Şafak, 2012)
Erdoğan’ın
buradaki yaklaşımında dikkat çeken nokta, konuyu ‘reform’ temelinde ancak
kendilerini çözebileceğini ve fakat Kürt siyasi çevrelerin sorunu
çözemeyeceğini çünkü istismar ettiklerini ileri sürmesidir. Yani, sorunun
çözümünde Erdoğan ve AKP kendine göre bir yol tuturmakta, Kürt seçmen kitlesi
ile kendisi arasına hiç kimsenin (Kürt siyasi çevreleri, Avrupa ülkeleri vb.)
girmemesi gerektiğini, zira doğru yaklaşımı sadece kendilerinin bildiği ve
uyguladığını ileri sürmektedir. Kısaca, Erdoğan ve AKP, Kürtçe seçmeli dil
öğretimini kabul etmekte ve fakat Kürtçe dilinde eğitimi (anadilinde eğitim)
reddetmektedir. Haliyle, Türk Devleti, anadilinde eğitime hiç bir zaman sıcak
bakmadı fakat Kürtçe, yakın zamanda devlet okullarında seçmeli derslerden biri
oldu. Yalnız bu dersin adı ‘Yaşayan Diller ve Lehçeler’ olarak düzenlendi. Dersin,
Kürtçe bilen öğretmen, müfredat ve ders kitabı sıkıntısına rağmen programa konulması,
genelde çeşitli aktörler üzerinde olumlu bir hava estirdi. Bu havayı, bir
öğretmenin aşağıdaki ifadesinden anlamak mümkün:
''Çünkü bu
sayede çocuklar ana dillerini öğrenmiş oluyor. Bölgede birçok insanın iletişim
kurduğu bu dili çocuklar aslında biliyor ama konuşamıyorlardı. Bakanlığımızın
yeni düzenlemesi ile öğrenme fırsatı buldular. Dil zenginliktir. Bir dil, bir
insandır, bir dille birçok kültürü tanıyabiliyoruz. Bu dili öğrendikçe çocuklar
farklı kültürleri ve medeniyetleri tanıma fırsatı bulacak, kaynaşmaları
sağlanacaktır. Müfredat gelene kadar günlük yaşamda diyalog kurabilecekleri
düzeyde bu dili öğretmeye gayret ediyoruz. Müfredat geldiği takdirde bu
doğrultuda eğitim ve öğretimi sürdüreceğiz. Çocuklar çok ilgili ve
heyecanlılar. Hem bölgelerinde konuşulan ama bilmedikleri bu dili öğrenmenin
mutluluğunu yaşıyor hem de karşılaştıkları insanlarla diyalog kurabilecek
olmanın heyecanını yaşıyorlar.'' (Sabah, 3 Ekim 2012)
Öte yandan,
ikinci olarak daha dışlamacı bir ‘akademik tutum’ var ki, bu büyük ölçüde
Kürtçenin yeterliliği ve imkanları üzerine odaklanmaktadır. Bu dışlamacı ve
ayrımcı[xlviii]
yaklaşıma göre Kürtçe dilinde eğitim yapılamaz, çünkü bu dil, Türkçe gibi/kadar
yeterince gelişmiş değildir. Örneğin, Kürtçe bilimsel (fen, felsefe, sosyal
bilimler vd) bakımdan fakir bir dil olduğu için eğitim dili olamaz. Kürtçenin,
gelişmiş bir bilim ve uygarlık dili olan Türkçenin yanına ikinci bir resmi dil
olarak konulması kabul edilemez. Kürtçe’nin resmi okullarda seçmeli ders olarak
okutulması pek itiraz görmedi ama anadilinde eğitim talebi hep reddedildi.
Anadilinde yani Kürtçe dilli eğitimi bir sorun olarak algılayan bu yaklaşımı
ele alan görece iki örnek verilebilir.
İlk olarak,
Mehmet Bedri Gültekin, tezlerini şöyle sıralar: 1) Bütün Kürtler arasında ortak
anlaşma dili olan bir Kürtçe yoktur. PKK bile Kürtlerin davasını savunduğunu
söylüyor ama örgüt içi eğitim ve diğer uygulamalarında Kürtçeyi değil, Türkçeyi
kullanıyor. 2) Kürtçe birleştirici değil, ayrıştırıcı (ayrılıkçı) politikalara
hizmet ediyor. 3) Kürtçe kurumsal (hukuk, eğitim, siyaset vd.) bir dil
olamayacak kadar fakirdir. 4) Nasıl Afrika’da çok sayıda dilin olması ve ortaya
çıkan durum toplumsal geriliğin bir ifadesi ise, Kürtçe için de aynı durum
geçerlidir. 5) Bütün öğrenim hayatı boyunca Kürtçe okuyacak olan öğrenci, mezun
olduktan sonra eğitim gördüğü bu dili ekonomik ve siyasi hayatta kullanamayacağı
için bu eğitimin bir anlamı ve gereği yoktur. 6) Sonuç olarak, Kürtçe bu
ülkenin yerli dillerinden biri olarak kabul edilse bile, Kürtler için en
doğrusu ve hayırlısı Türkçe öğrenmek, konuşmak ve yazmaktır. Zira Kürtçe,
Türkçe gibi/kadar bir uygarlık mirasını içinde taşımamaktadır. Kürtler, Kürtçe
öğrenme hakkına sahiptir ve bu hakkın gereğini devlet yerine getirmelidir ama
Kürtçe eğitim ve öğretim çok farklı bir olaydır. Kürtçe ile eğitim, çağdaş
hayata cevap veremez. Üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri
açılabilir, ilkokuldan başlayarak Kürtçe öğrenimi seçmeli ders olabilir, devlet
Kürt kültürünü araştıran ve geliştiren kurumlar açabilir, Kürtçe basın-yayın
güvence altına alınabilir ama Kürtçe dilinde eğitim ve öğretim verilemez
(Gültekin, 2012).
İkinci örnek
olarak, Kürtçe dilli eğitime şiddetle karşı çıkan eski politikacı ve gazete
köşe yazarı Hasan Celal Güzel (2012) ise, AKP’nin 1982 Anayasası’nı değiştirme
çabaları çerçevesinde ilgili maddeye (42. Madde) dikkat çekip “Kürtçe ve
benzeri dil ve lehçelerin seçmeli dil olarak okutulabileceğini” ama anadilinde
(Kürtçe dilli) eğitimin çeşitli ‘mahzurları’ olduğunu iddia eder. Ona göre
Kürtçe dilli eğitim “ortak kültür değerlerine sahip insanımız arasında
ayrışmaya” neden olabilir, “milli ve üniter resmi dil dışında eğitim yapılması,
siyasi bölünmeye teşkil eder”; “Kürtçe,
eğitim için uygun bir dil değildir. Sadece ‘Kırmançi’ lehçesinde, birbirini anlamakta zorlanan farklı 14 şive
konuşulur. ‘Sorani’ ve Zazaca gibi lehçeler de aslında ayrı
dillerdir... Kürtçe eğitim, bölgedeki Kürt
kardeşlerimize yapılacak en büyük kötülük olacaktır. Eğitim ve fırsat eşitliği
bakımından denge bozulacak, istihdam konusunda da güçlükler başlayacaktır.”
“Ana dilde eğitim, dünyanın her yerinde ‘azınlıklar’
için geçerli olmuştur. Halbuki Kürtler
ve diğer Müslüman etnik gruplar
azınlık değil, Türkiye’nin asli
unsurları ve ‘Türk Milleti’nin
parçalarıdır.” (altını HCG çizmiş) Sonuç olarak, Güzel’e göre, dil konusunda
taviz veren milletler hep en sonunda bölünmüş ya da bölünmenin eşiğine
gelmişlerdir. Güzel’e göre (2013) “ana dilde eğitimin demokratikleşmeyle hiçbir
ilgisi yoktur. Eğitim dili olmayan ve çok çeşitli lehçelerin bulunduğu
demokratik ülkelerde ana dilde eğitim yapılamamıştır. Bunun en tipik misali,
demokratik rejimle idare edilen Hindistan’dır.”
Güzel, tezlerini çeşitli örnekler ve bağlamlar üzerinden temellendirmeye
şöyle devam eder: “Kuzey Irak”ta bile, dört farklı ana dili (Kürtçe, Sorani,
vd.) yerine üniversitelerde İngilizce eğitim yapılmaktadır; ünlü Kürdolog
Burinessen bile örneğin İran’da Kürtçenin birbirinden oldukça farklı lehçeleri
(Sorani, Gorani, Badini, Sineşi/Sanandji, Kermenşahi, Leki) olduğunu, Zazacanın
(Dımili), Kürtçe değil, menşei farklı bir dil olduğunu dile getirmiştir;
çeşitli Kürdologlar (A. Jaba, F. Justi, V. Minorsky) Kürtçe üzerine çeşitli
tarihlerde yaptıkları çalışmalarda Kürtçe’de önemli miktarlarda Türkçe, Farsça
ve Arapça kelime olduğunu bulmuşlardır; 1983’te kurulan Paris Kürt Enstitüsü,
Kürtçeyi geliştirme konusunda elle tutulur bir sonuç elde edememiş ve sonuçta
tüm Kürtler için ortak bir Kürtçe oluşturamamıştır (Güzel, 2013). “Bütün bunları,
canımız gibi sevdiğimiz ve asla kendimizden ayırmadığımız Kürt kardeşlerimizin
ve akrabalarımızın ana dillerini kötülemek içni yazmıyorum. Madem ki onlar ana
dillerine değer veriyorlar, bizim de bu duygularına karşı saygı göstermemiz ve Kürtçe’yi bütün lehçeleriyle
geliştirmek için gayret etmemiz lazımdır.” (Güzel, 2013) Yazar, ABD ve Türkiye
arasında paralellikler kurarak şöyle der:
“Bütün bunlar bir yana, İspanyolca gibi zengin bir dil, 72 milletten yamalı bohçaya benzeyen ve federatif bir yönetime sahip olan ABD'de 'eğitim dili' olarak kabul edilmiyorsa, bunun sebebi herhalde Amerikan demokrasisinin yetersizliği değildir. Zira, alt etnik kimliklerden ve kültürlerden oluşsa da ABD'deki tek millet 'Amerikan Milleti'dir ve tek resmî dil ve eğitim dili de İngilizce'dir. Başbakan Erdoğan'ın her fırsatta tekrarladığı gibi, Türkiye'de de 'Tek Millet' ve 'Tek Resmî Dil' vardır; bu dil aynı zamanda eğitim dilidir. Bu temel ilkeden tâviz verenler milletimizin ve vatanımızın parçalanmasına sebep olurlar.” (Güzel, 2013) (Altını HCG çizmiş)
AKP ve ona
yakın çevrelerin Kürtçeye bakışlarını farklı politikacı, yazar ve
akademisyenlere atıf yaparak daha da detaylandırmak mümkün. Çeşitli yazar ve
kuruluşların (Eğitim Sen, 2010, 2011; DİSA, 2011; Yeğen, 2011; Derince 2012a,
2012b; DİSA, 2012a, 2012b; Beltekin, 2014) anadilinde (Kürtçe) eğitimin mümkün
olduğuna dair tezlerini ve gerekçelerini de şöyle özetlemek mümkün:
1)Kürtlerin
anadili Kürtçedir. Kürtler bilhassa kırsal bölgelerde, önce evde anadilini (7
yaşına yani ilkokula başlayana kadar) edinmekte, ondan sonra Türkçe
öğrenmektedir. 7 yaşına kadar kendi anadilini öğrenen çocuk, okulda Türkçe
öğrenmeye başlayınca, önceki dönemin bütün dilsel, sosyal ve kültürel birikimi
kaybolabilmektedir.
2) Yabancı bir dili
(bu durumda kimileri tarafından ifade edilen Türkçeyi) öğrenmenin en iyi yolu,
kendi anadilinin iyi bilmesidir; oysa 7 yaşına kadar evde, sokakta, günlük
hayatta ve diğer informal ortamlarda öğrenilen Kürtçe yeterli olmamaktadır.
3) Resmi dil
Türkçe elbette okulda öğrenilmelidir ama isteyen Kürtçeyi veya tüm Kürt
edebiyatını, hatta bütün müfredatı öğrenecek kadar Kürtçe dilinde eğitim
almalıdır. Ama tüm müfredatın Kürtçe olması, pekala öğrencinin zayıf kalmasına
yol açabilir.
4) Anadilini
(Kürtçeyi) yeterince öğrenmeyen çocuk çevresiyle sağlıklı ilişkiler kuramayabilmekte,
bu da davranış bozukluklarına[xlix] yol açabilmektedir.
Eğer Kürtçe, okulda resmi bir anadili eğitimine sözkonusu olursa, Kürt
çocuklarının anadillerinden utanmalarının zemini de ortadan kalkmış olur.
5) Kürt
çocukları uzun süre Türkçe eğitim alsalar da, kendi anadilleri olan Kürtçede
düşünmeye devam etmektedirler. Türkçe bir soru sorulduğunda kendi anadiline
tercüme ettiği için bu, zaman kaybına, eğitimde de bir dezavantaja yol açabilmektedir.
6) Kürtçe
bilmeyen öğretmen açısından Türkçe bilmeyen çocukları eğitmek, pedagojik açıdan
çok zor ve de verimli değildir.
7) Kendi
anadilinden farklı bir dilde gerçekleşen okul eğitimi, çocuğun sosyalleşmesini
(okula uyum, arkadaş edinme vb.) engelleyebilmektedir.
8) Kendi
anadilinde eğitim alamayan çocuk kendi halkının kültürel birikimini
içselleştiremeyebilmekte ve bir sonraki nesile aktaramayabilmektedir
9) Kürtçe
dilinde eğitim olmasın demek, Kürtçe sadece folklorik bir dil olsun demek
anlamına gelir.
10) Kendi
anadilinde eğitim alamamak, çok ciddi bir insan hakkı ihlalidir ve kabul
edilemez.
11) Türkler ile
Kürtler arasında ayrışma ve bölünme, asıl Kürtler dillerini ve kimliklerini
serbestçe tecrübe etmekten alınkonulduklarında gerçekleşir.
12) Talep
edilen, Kürtçenin Türkçe gibi resmi dil olması değil, eğitim dili olarak kabul
edilmesidir.
Eğitimle ilgili
bu spesifik taleplerin yanı sıra, değişik Kürt siyasal çevreleri ise Kürtçe dilinde eğitim talebini Kürtlerin
veya Kürt halkının bir özgürleşme (emancipation) talebi olarak ileri sürmekte,
aslında eğitimin politik bir konu olduğuna dikkat çekmektedir. Öte yandan, çeşitli
Kürt çevreleri, anadilinde eğitim meselesinde genellikle olabilirlik
(fizibilite) koşullarına ilişkin bilgi verirlerken konuyla ilgili ülke
örneklerinde yaşanan uygulamalardan bahsederler. Bu daha çok İspanya, Fransa,
İsviçre, İsrail, Kanada vb. gibi ülkelerde yer alan farklı özerk bölgelerdeki
çiftdilli[l],
hatta üçdilli eğitim örnekleri olmaktadır.
6)
Kürtçeye ‘egemen’ bakış: Bir değerlendir(eme)me sorunu
Türkiye’de
Kürtçeye bakışta her geçen gün daha esnek politikalara yol açan ‘reform’lar ile
birlikte gerek devlet katında gerekse çeşitli toplumsal çevrelerde bir ‘değerlendir(eme)me’
sorunu yaşanmaktadır. Bunda belirleyici olan, Kürtçeyi, bir dilden ziyade ve
öte, başka bir konunun içine gömüp ele almaktır. Buna göre, Kürtçe hep başka ‘negatif’
parametreler (terörizm, şiddet, ayrılıkçılık vb.) ile birlikte ele alınıyor;
haliyle Kürtçenin ‘normalleşmesi’ sekteye uğruyor. ‘Normal’inde Kürtçenin, birçok
Avrupa ülkesinde (Eğitim Sen, 2010: 204-215) olduğu gibi daha çok kültürel
açıdan (zenginlik, miras vs.) ele alınıp devletçe korunması ve geliştirilmesi
yerine, başka bir politikanın (genelde radikal Kürt taleplerini bastırmak,
üniter yapıyı reformlarla korumak vs.) içinde ele alınması, konunun akademik
düzeyde bile tartışılmasını zorlaştırıyor.[li] Bunda gerek
devletin geleneksel refleksleri (üniter yapı, devlet-millet birliğinin standart
yorumları vs.) gerekse bazı çevrelerin yanlış değerlendirmeleri önemli bir rol
oynamaktadır. Kimi çevreler, örneğin, bilimselliği ve olgusallığı zorlayan
yaklaşımlar sergileyerek konuyu bir türlü hakkıyla ve layıkıyla
değerlendirememenin örneği olmaktadırlar (Örneğin bkz. Gültekin, 2012).
Konunun çoğunlukla
asayiş bağlamı içinde ele alınması, ülkeler içindeki farklı, çeşitli ve zengin
her türlü kültürel unsurun düşmanlaştırılıp bir tehlike düzeneğine
dönüştürülmesine yol açmaktadır. Örneğin, bir yoruma göre, “bir coğrafyada
ne kadar çok fazla dil konuşuluyorsa,
toplumsal bakımdan o kadar gerilik söz konusudur. Tersine büyük coğrafyalarda,
nüfusça büyük toplumlar tarafından ne kadar az dil konuşuluyorsa o kadar ileri
gitme söz konusudur.” (Gültekin, 2012: 69-71) Bu yaklaşıma göre bugün Afrika’da
çok sayıda dilin kullanılıyor olması, gelişmişliğin değil, geriliğin
göstergesidir. Mesele, merkezi devlet (dili) olmaktır. Afrikanın
uluslaşabilmesi için farklı dillerin ortak ulusal dil içinde erimesi,
kaybolması gerekir. Ama özümleme (asimilasyon) zorla değil, gönüllü olmalıdır.
“Zorla özümleme, Kürt yurttaşların acılar çekmesine yol açmış ve bu olumsuzluk
gönüllü özümleme dediğimiz süreci ve ulusal gelişmeyi de baltalamıştır.”
(Gültekin, 2012: 72) Bugün artık “özümlemeden söz etmek mümkün değildir.”
(Gültekin, 2012: 72) Bugün esas olan, “iki halkın birleşme ve tek bir millet
olma yolunda ilerlemeleridir.”(Gültekin, 2012: 72) “Kürtçe, bizim kültürel
zenginliğimizin çok önemli bir parçasıdır. Bu “zenginliğin” her bakımdan
kendini ortaya koyması ve bütün milletin bu kültürel zenginlikten yararlanması
için çalışmak doğru olan politikadır.” (Gültekin, 2012: 73) Özetle, bu bakış
açısı, Kürtçenin bir dil olarak (kültürel ve toplumsal) hakkını vermekle
birlikte, bütün Kürtlerin tek ortak dil olan Türkçe altında toplanmalarını
istemekte, bunun böyle olmasını da doğal bulmaktadır. Zira, bu yaklaşıma göre,
zaten “Türkçe, Kürt kökenli yurttaşlarımızın çok önemli bir bölümü açısından
birinci dildir... Türkçe, bilim, siyaset, kültür-sanat ve ekonomi dili olarak
gelişmiş bir dildir. (...) Türkçe, daha büyük bir coğrafyanın ve daha büyük bir
ekonominin dilidir. (...) büyük ekonomi merkezlerinin dili Türkçedir. (...)
Kürt’ün elindeki en büyük avantaj, bildiği Türkçedir.” (Gültekin, 2012: 74-75)
Bu tip bakış
açısına yakın bir yaklaşımı Fransa (Nunez, 2010) ve İspanya (Martinez, 2010)
gibi Avrupalı ulus devletlerde de bulmak mümkün. Bu iki ulus-devlette yaşayan
farklı halklar (örneğin Fransa’da Oksidan halkı, Katalan halkı, Bask halkı,
Cors halkı, Brötan halkı; İspanya’da yaşayan Katalan, Bask ve Gal halkları)
başta dil ve eğitim olmak üzere çeşitli ayrımcı politikalara maruz kaldılar,
sonunda büyük ölçüde egemen sisteme (jakoben ulusal sistemine) belli ölçülerde asimile
edildiler. Bu politikaların başında, merkezi iktidar dışındaki halkların
dillerinin gelişimine ket çekilmesi, farklı dil ve kültürlerden gelen
öğrencilerin devlet okullarında kendi anadillerini konuşmalarının ve dilsel
telafilerinin engellenmesi, sistem içinde öğretmen olabilmek için merkezi devletin
dilini iyi bilme koşulunun getirilmesi, halkların anadillerini öğrenmeye
yönelik kitap ve eğitim materyallerinin sansür edilmesi ve dillerinin
marjinalleştirilmesinin yanısıra önemsizleştirilmesi, kurulan okulların ‘terörist
yetiştiriyor’ diye damgalanması vb. Örneğin, yerel Fransa’da[lii]
(Montpellier) Oksidan dilini geliştirmek için küçük çapta kurulan okula ve
eğitime hem merkezi devlet hem de ‘Jakoben Sendikaları’, bu girişimin ulusal
eğitimi olumsuz etkileyeceği gerekçesiyle karşı çıktılar (Nunez, 2010: 43). Benzer
girişimler İspanya’da da yaşandı. Bir başka örnek olarak Brezilya’da da bir
sömürgeci dili olan Portekizce’nin yerli halklara dayatılması sonucu oluşan
tekdillilik beraberinde, 170’i yerli ve kalanı da göçmen halklar tarafından
konuşulan yaklaşık 200 dile karşı çeşitli örnyargılar üretti. Portekizcenin egemen,
tek ve standart dil olarak dilsel birleştirme (language unification) sürecinde
resmi dil olarak konumlandırılmasında diğer halkların dillerine eğitimde yer
verilmedi; bu diller medyada görmezden gelindi, hatta bastırıldı, kimi yer ve
zamanlarda yerel diller gülünç gösterilip karikatürize edildi. Tüm bunlar
sonunda, Brezilya’nın Portekizce’nin egemenliği altında tekdilli bir ülke
olduğu mitini yarattı (Massini-Cagliari, 2004). Tekdillilik ile ekonomik
kalkınma arasında kurulan güya pozitif ilişki çerçevesinde, ülke içinde çeşitli
ve farklı halkların modernleşmeleri için çok sayıdaki dilin iletişimden eğitime
değin handikaplar yarattığı ileri sürüldü.
Buna karşın, Avrupa’da
son dönemlerde İspanya gibi ülkelerde önemli gelişmeler yaşandı. Örneğin otuz
yıl kadar önce demokrasiye geçilmesiyle birlikte İspanyol anayasasında (3.
Madde) ile Kastilya dili resmi İspanyolca ortak/resmi dil olarak kabul edilirken,
Kastilya dışında diğer İspanyol dillerinin (Katalanca, Galce ve Baskça)
kurulacak özerk bölgelerin statüleri uyarınca ikinci resmi dil olarak tanınması
kabul edildi; yani bu halklara İspanya sınırları içinde olmak üzere kendi tarihsel
toprakları içinde resmiyet tanındı. 3. Madde uyarınca İspanya’daki bu dilsel
çeşitliliğin bir kültürel miras olduğu, bunun korunması ve buna saygı
gösterilmesi gerektği belirtildi. Bugün İspanyol Anayasasında tarihsel milliyet
olarak adlandırılan ve diğer 14 bölgeden daha geniş özerliklere sahip olan bu
üç bölgede (Katalonya, Bask Ülkesi ve Galiçya) bölge halklarının anadilleri
ikinci resmi dil statüsündedir. Her üç bölgede de kendi anadilinde
eğitim-öğretim bir hak olup anaysal güvenceye kavuşmuştur. Katalonya’da
öğrenciler istedikleri dilde eğitim alabilmekte ama gerek kendileri gerekse
öğretmenler her iki dili bilmek zorundadırlar. Aynı durum Bask ülkesi için de
geçerlidir (Eğitim Sen, 2010; Martinez, 2010).
İspanya’da
Katalanların dış işlerinde merkezi yönetime (İspanya) bağlıyken kendi içinde
özerk/bağımsız bir yapı hakkı kazanıp kendi dil, kimlik ve en genelde kültürünü
geliştirebilecek güçlü imkanlar kazanmaları, önemli ve dikkat çekici bir
gelişmedir. Avrupa’da dikkat çekici bir diğer önemli örnek de İsviçre’dir.[liii] 23
kantonlu federal bir cumhuriyet olan İsviçre’nin resmi ve ulusal üç genel dili
(Almanca, İtalyanca, Fransızca) olsa da, Roman dili de ulusal dil olarak kabul
edilmiştir. Her ne kadar kantonların sınırı, konuşulan dile göre belirlenmiş
olsa da, her bölgede diğer dillerin de konuşulduğu görülmektedir. İsviçre
anayasasına göre azınlık dilleri konunma altına alınmış ve dillerin eşit
statüde olduğu kabul edilmiştir (Eğitim Sen, 2010).
O halde, tüm bu bakış açısına göre, ülkelerin gelişmişliği ile
tek/ortak/standart dil arasında doğrudan pozitif bir ilişki vardır. Bu
çerçevede Afrika’nın gelişememesinin nedenlerinden biri de, ortak ulusal dil
eksikliğiydi. Tabii bu bakış açısı, Afrika’nın geri bıraktırılmasında Batı’nın
sömürgeci, köleci ve emperyalist politikalarını hesaba katmaz.[liv] Bir de,
Kanada, İsviçre, İspanya, Fransa gibi çokdilli ülkelerin gelişiminde farklı ve
birden fazla dilin olumsuz etkisinin olmamasını da göremez. Osmanlı
İmparatorluğu da çokdilli idi ama imparatorluğun gelişme ve büyüme dönemlerinde
olumsuz etkisi olmayan çokdillilik, imparatorluğun çöküşünde de asıl sorun değildi.
Bugün aklı başında hiç kimse, Türkçe anadilini iyi öğrenememe ile ekonomik
kalkınma arasında pozitif bir korelasyon kurmaz. Günümüzde Kürtlerin büyük bir
kısmı Türkçeyi birinci dil olarak öğrenmekte (bilhassa İstanbul, İzmir gibi
metropollerde) fakat hiç kimse bunun ülke kalkınması ile olduğu kadar ülkenin
bölünmesiyle pozitif bir ilişkisini kurmamaktadır. Günümüzde yapılan
araştırmalar (Eğitim Sen, 2011) göstermektedir ki, Kürtçe her kuşakta daha az konuşulmasına
karşın, bu durum entegrasyonu güçlendirmek yerine zayıflatabilmektedir. O
halde, sorun, dilin etkisini abartmakta yatmaktadır. Standart tek dilin bir
ülkenin ortak iletişim dili olarak pozitif rolleri çok sayıda olabilir ama
ülkedeki birçok dilden birinin resmi, tek ve standart dil yetkisi kazanmasının
ekonomik geriliği ortadan kaldıracak derecede rol sahibi olacağı tezi, fazla
zorlamadır. Bugün ABD’de hâlâ İngilizce bilmeyen çok sayıda göçmen (bilhassa
Hispanik) vardır ama bu ülkenin ekonomisi, dünyanın en güçlü olanıdır.
Türkiye’de
Kürtçenin bir dil olmadığına bile inanan vardır. Geçmişte ‘dağlının dili’
olarak görülüp çeşitli çarpık ve bilim dışı ifadeler, bugün artık pek
kullanılmamaktadır. Çeşitli yasaklar, hor görmeler, yanlış algılar çerçevesinde
değerlendirmelere maruz kalan bir dil oldu Kürtçe. Bugün ise, bilhassa AKP
iktidarı döneminde, çeşitli resmi uygulamalar sonucu, Kürtçe ‘bilinen’, ‘tanınan’,
belli ölçülerde ‘görünürleşmesi için önlem alınan’ bir dil konumundadır. Ama ortaya
çıkan görüntü çok ilginçtir, zira iki dili ve iki kimliği (her iki taraftan da)
birbirinden ayırma girişimlerine karşın, Kürtçe üzerine olan tartışma, polemik
ve eleştirilerin Türkçe üzerinden yapıldığı görülmektedir. “Dolayısıyla bu iki
dilin, karşıt veya lehte kamusallık çabalarında kader ortaklığı içine
girdikleri görülmektedir. Kürtler Kürtçenin reddine karşı çıkarken bile imdada
Türkçeyi çağırıyorlar; kimlik taleplerini dile getirirlerken sivil itaatsizlik
eylemlerini kamusal alanları (eğitim, medya, belediye, sağlık vd.)
kilitlemekten ziyade, açtıklarını teknik terimlerle (verimli hizmet götürme,
kolay iletişim kurma gibi) çözdüklerini düşünüyorlar.” (İnal, 2012)
7)
Kürtlerin Türkçeye ve Kürtçeye yönelik değerleri
Kürt Sorunu son 30 yıl
zarfında artan oranda politikleşip şiddet sarmalına yakalandıkça Kürtlerin her
iki dile bakış açılarında çeşitli değişimler yaşandı. İlk olarak, artık
politikleşen kimi Kürtler için Türkçe, her ne kadar konuştukları bir dil olsa
da, bir ‘asimilasyon’ aracı ve ‘yabancı dil’dir. Kendini Türkiye Cumhuriyeti
içinde ‘asimile’ olmuş olarak görenler, buna en önemli kanıt olarak kendi
anadili olan Kürtçeyi ya hiç bilmemeyi ya da çok az bilmeyi göstermektedirler.
Bunlara göre eğer asimilasyon olmasaydı, Kürtlerin hepsi de Kürtçeyi hem okuyup
yazabilecekler hem de zengin biçimde konuşabileceklerdi. Bu imkandan mahrum
kalmalarını, devletin kültürel asimilasyon ve dilsel sömürgecilik politikasına
bağlamakta; daha da ileri giderek zaman zaman anketlerde, TV kanallarında
kendilerine bildikleri yabancı dil sorulduğunda, Türkçe’yi (sanki bir başka
ülkenin diliymiş gibi) söylemektedirler.
Fakat tüm bunlara rağmen, ikinci olarak, milyonlarca Kürt çocuğu bugün
devlet okullarında, ailede, sokakta ve diğer informal ortamlarda Türkçe
öğrenmeye devam etmekte; hatta politik, sosyal ve kültürel mücadelelerini
Türkçe üzerinden/ile yapmaktadırlar. Geçmişte okullarda yaşanan sert uygulamalar[lv] sonucu eğitim
kurumu (gidilen okullar) pek iyi anılmasa da, Tükçe öğrenmemeyi öneren Kürde
rastlamak çok zor olsa gerek. Zira burada mesele, Türkçe öğrenmemek değil,
Kürtçe öğrenememek olarak ileri sürülüyor. Türkiye’de hâlâ Kürtlerin büyük bir
kısmı için bilim, eğitim, haber, kültür dili öncelikle Türkçedir. Bundan
kaçınıp Kürtçeyi öne çıkaranlar olduğu gibi, tam aksine, Türkçe düşünüp
konuşmaya devam eden Kürtler de vardır. İki dil arası geçiş ve geçirgenlik
oldukça fazladır. Hatta zaman zaman Kürtçe konuşmalarda bolca kullanılan Türkçe
kelimeler, iki dil arası melez bir dilin varlığını kanıtlayacak neredeyse.
Fakat durum öyle değildir, zira Kürtler, Kürtçe konuşurken araya sadece Türkçe
değil, Farsça, Arapça kelimeler de sıkıştırmaktadırlar. Bu da, kültürlerarası pedagoji[lvi] ve iletişimin
tavan yaptığı küreselleşme çağında normal olsa gerek. Yaşadığımız Ortadoğu
bölgesi, kadim din, kültür ve diller coğrafyasıdır; sınırlar arası geçiş çok
fazladır, çünkü herkes herkesle iç içedir. Türkiye Cumhuriyeti ulus-devlet
modelini kurarken, farklı etnik, yerel ve bölgesel dilleri konuşanları kendi
özel/informal ortamlarında serbest bıraktı ve fakat ‘diğer’ dillerin gelişmesi
için önlem de almadı. Bugün Kürt Sorunu’nun içinden çıkılmaz bir hâl almasında
bu yaklaşımın da payı olsa gerek. Küreselleşme çağında İngilizcenin egemenliği
her yerde ilan edilmişken, Kürtlerden kimileri küresel (İngilizce) ve ulusal
(Türkçe) dil öğrenme gereği duyuyorlar. Fakat anadilleri olan Kürtçenin
öğretilmesi gereken bir dil olması gerektiğini savunuyorlar.
Bu bağlamda, Kürtçenin bir dil olarak Türkiye’de ciddi bir sorun (anadilinde
eğitim, TBMM’de Kürtçe yemin vb.) düzeyine yükselmesinin nedenleri, sadece dil
alanında yapılacak bir analizle anlaşılamaz. Sorun, ciddi bir yönetim sistemi (demokratikleşme)
sorunudur ve taraflar dil üzerinden bir hesaplaşmaya giderken, devlet aslında
konunun iki önemli alanını yeterince ele alamamaktadır. Bu iki alan şudur: Bir
dilin temsilinin insan hakkı olması ve bu hakkın verilmediği durumlarda o dilin
gelişimini sağlayacak olan resmi önlemlerin (yeterince) alınmayıp konunun politik
ve akademik-bilimsel düzeylerde layıkıyla tartışılamamasıdır. Maalesef bugün
Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürtçenin ülkenin demokratikleşmesindeki önemi ve
oynayacağı rolü hâlâ kavrayabilmiş görünmemektedir. Her ne kadar Kürt dilinin
kimi resmi kamusal alanlarda (eğitim, medya vb.) temsili imkanı geçmişe göre
artmış olsa da, Kürt Sorunu’nun çözümünde Kürt dili ile ilgili eğitim alanında
beklenen resmi adımlar atılmadığı için yeterli ve gerekli bir ilerleme
sağlanamamaktadır.
Sonuç ve değerlendirme
Osmanlıdan günümüze
Anadolu’da çeşitli gerilim hatları (Türk-Kürt, Sünni-Alevi, sağ-sol vb.),
çeşitli çatışmaların (etnik, mezhepsel, siyasi vb.) ortaya çıkmasına yol açtı.
Bugün de, Kürt Sorunu şiddet temelinde aşırı sıcaklığını devam ettirirken,
mesele bir türlü silahtan arınıp kültür, bilim, eğitim gibi düzeylere
gelemiyor. Barıştan çok savaşın hüküm sürdüğü bugünlerde sorunun reformlar
temelinde çözülmesi talebi hâlâ en akılcı taleptir. Kürtlerin önemli bir kısmı,
Türkiye sınırları içinde yaşamlarını sürdürmek istediklerini pek çok kez
açıkladılar. Bu, Türkçe’nin resmi dil olarak görülmesine ve kabul edilmesine engel
değil. AKP döneminde Kürtçe konusunda aslında epey ‘reform’ yapıldı, belli bir
yol alındı; bu da artık günümüzde Kürtçeye ilişkin bir ‘dil ırkçılığı’nın
olmadığının kanıtı olarak görülebilir. Her ne kadar belli bazı (dar) çevreler Kürtçeyi
hala ‘gelişmemiş’ ve ‘ilkel’ bir dil olarak görseler de, Kürtçe, kültürel
perspektifte artık bir insan hakkı olarak pek çok kesimde ele alınmakta, kabul
edilmektedir. Fakat geniş Kürt çevreleri bu hakkın özgürlük niteliğine ve
boyutuna dikkat çekerek Kürçenin belli bir resmi statüsünün (öncelikle ikinci
resmi dil olmasa bile resmi eğitim dili olması) olmasını talep etmektedirler. Ancak
burada ‘üniter ulusal-devlet felsefesi’, egemen resmi dil olan Türkçenin
yanında başka bir dilin resmi siyaset, eğitim ve ekonomi dili olmasını
reddetmektedir. Bu bağlamda Kürtçe anadilinde eğitim, Kürt çocuklarını egemen
Türk bilgi, duygu ve enformasyon dünyasından koparacağı iddiasıyla tehlike arz
eden bir konu olarak ele alınmaktadır. Bu da hâlâ Kürtçenin, doğal bir insan
hakkı olmanın ötesinde, politik içerimleri (parçalanma, ayrılıkçılık vs.) olan
bir konu olarak ele alınmasına yol açmaktadır. Fakat AKP döneminde yaşadığımız görece
kimi olumlu gelişmeler de vardır: İlk olarak, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
Kürtçe ve diğer az konuşulan diller bağlamında çok büyük bir akademik üretim
söz konusudur. Konuya ilişkin tezler ve raporlar yazılabilmekte, araştırmalar
ve çeviriler yapılabilmekte, dersler açılabilmekte, kongre ve konferanslar
düzenlenebilmektedir.[lvii] İkinci olarak,
Kürtçe gibi dillere yönelik ‘dil ırkçılığı’ vakaları çok azdır; her ne kadar
Kürtçe konuştuğu için zaman zaman tekil olumsuz şiddet vakaları görülse de, ‘dil
ırkıçılığı’ giderek azalmaktadır. Üçüncü olarak, bugün Türkiye Cumhuriyeti
yöneticileri ve yurttaşlarında Kürtçenin bir dil olmadığı ve Kürt adının da,
dağlı Türklerin dağlarda karda yürürken ayakkabılarından çıkan sesten
(kart-kurt) geldiğine inanan çok az kimse kaldı. Dördüncü olarak, Kürtlerin
Kürtçeyi öğrenmelerine karşı çıkanların sayısı son derece azdır; bu konunun bir
insan hakkı olduğu genel kabul görmektedir. Beşinci olarak, bugün çeşitli
devlet birimlerinde (TRT, üniversiteler, Bakanlıklar, Mahkemeler vd.) Kürtçe
kabul edilen bir dil konumuna geldi; bu konuda uzmanların istihdam edildiği bir
durum sözkonusudur. Bu, resmi kabulün önemli bir boyutudur.
Fakat tüm bu önemli resmi ve toplumsal gelişmelere karşın, Kürtçe dilinde
eğitim hâlâ devlet ve geniş toplumsal kesimlerden onay görmüş değildir. Bu,
ciddi bir sorun olarak görülüyor. Bunun bir sorun olarak görülmesinin
sosyolojik nedenleri olduğu açıklanıyor. Şöyle ki, çokdilli bir özellik
gösteren Türkiye’de her geçen gün Türkçe dışındaki dillerin kaybının hızlandığı
ileri sürülüyor (Eğitim Sen, 2011: 63). Dil kaybı, insanlığın dil hazinesinin
kaybı anlamına geliyor. UNESCO’nun bu konudaki çalışmaları maalesef yetersiz
kalıyor. Haliyle, dil kaybının önüne geçmek için devletlerin önlem alması şart.
Bu da, devlet içinde o dilin resmi statüsünün güçlendirilmesinden geçiyor. Bu
tür kültürel haklar, ayrılıkçı iddiaları zayıflatabilir, şiddeti bir parça
önleyebilir, farklı dil konuşucuları arasındaki duygusal ve tarihsel kopuşları
engelleyebilir. Bunun için medya, mahkeme, parlamento gibi kamusal alanların
yanısıra okul eğitimi, müfredat, ders kitabı, öğretim materyalleri alanlarında
düzenlemeler yapılabilir. Bunların yapılabilmesi için de egemen politik
zihniyetin değişmesi; AKP’nin yaptığı gibi konuya/soruna pragmatik ve araçsal
düzeyde değil, ‘ilkesel’ düzeyde yaklaşılması gerekir.
----------------------------------------------------
KAYNAKÇA
Ay, O. (W). (2012). Ghost Bodies in Uncanny Spaces: The Tensions in Kurdish
Children’s Encounters with Education in Mersin, Unpublished Master Thesis, Boğaziçi University, İstanbul.
Aykol, H. (2010). Kürt Medyasında Yirmi Yıl, İstanbul: Evrensel Basım
Yayın.
Baker, C. (2011). İkidilli Eğitim, Çev. Sezi Güvener, İstanbul: Heyamola
Yayınları.
Bali, R. N. (2000). Cumhuriyet
Yıllarında Türkiye Yahudileri-Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945), İstanbul:
İletişim Yayınları, 4. Baskı.
BBC Turkish (2004).
İstanbul’da İlk Kürtçe Kursu Açıld, http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2004/09/040927_istanbul_kurdish.shtml [Erişim Tarihi: 13.12.2017]
Beltekin, N. (2014). Okul ve Öteki Yurttaşlar. Kürt Politik Aktörlerinin
Eğitimsel Deneyimleri, İstanbul: Vate
Yayınevi.
Beşikçi, İ. (1991). Türk Tarih Tezi, Güneş-Dil Teorisi ve Kürt Sorunu.
Bilim Yöntemi. Türkiye’deki Uygulama 2, Ankara: Yurt Kitap-Yayın
Birikim Dergisi. (2010). “Çokdilliliğin İmkanları. Kürtçenin Halleri”,
Sayı: 253, Mayıs.
Blommaert, J./ Verschueren, J. (1992). “The Role of Language in European
Nationalist Ideologies”, Pragmatics, 2:3,
355-375.
Bozarslan, H. (2013). “Önsöz. Türkiye’de Kürt Sol Hareketi”, İçinde:
Kürdistan Sosyalist Solu Kitabı. 60’lardan 2000’lere Seçme Metinler, E. A.
Türkmen ve A. Özmen (Haz.), Ankara: Dipnot yay., ss. 9-69.
Bruinessen, M. v. (2011). Ağa, Şeyh, Devlet, çev. Banu
Yalkut, İstanbul: İletişim yay., 7. Baskı.
Bruinessen, M. v. (2012). Kürdolojinin Bahçesinde.
Kürdologlar ve Kürdoloji Üzerine Söyleşi ve Makaleler, çev. Mustafa Topal,
İstanbul: İletişim yay.
Canatan, K. (2007). “Avrupa Ülkelerinin Azınlık
Politikalarında Türkçe Anadil Eğitiminin Konumu. “İsveç, Fransa ve Hollanda
Örnekleri”, Turkish Studies/Türkoloji
Araştırmaları, Volume 2/3 Summer, ss. 159-172.
Ceyhan, M. A. / Koçbaş, D. (2009). Çiftdillilik ve Eğitim, İstanbul: Sabancı Üniversitesi Eğitim
Reformu Girişimi (ERG).
Ceyhan, M. A. / Koçbaş, D. (2011). Göç ve Çokdillilik
Bağlamında Okullarda Okuryazarlık Edinimi, İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi.
Crystal, D. (2007). Dillerin Katli. Bir Dilin Ölümü Bir
Milletin Ölümüdür, çev. Gökhan
Cansız, İstanbul: Profil.
Coşkun,V., Derince, M. Şerif., Uçarlar, N. (2010). Dil
Yarası. Türkiye’de Eğitimde Anadilinin Kullanılmaması Sorunu ve Kürt
Öğrencilerin Deneyimleri, Diyarbakır: DİSA Yayınları.
Çakır, İ. E. (2014). Osmanlı Toplumunda Köle ve
Cariyeler, Sofya 1550-1684, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı: 36,
ss.201-216.
Çayır, K. / Ceyhan, M. A. (der.), (2013). Ayrımcılık. Çok
Boyutlu Yaklaşımlar, İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı.
Çelik, Z. (2002). Language Engineering and the Formation
of A Nation: Turkey Between 1932-1938, Unpublished
Master Thesis, Ankara: METU.
Derince, Mehmet Şerif. (2010). The Role of First Language
(Kurdish) Development in Acquisition of a Second (Turkish) and a Third Language
(English), Boğaziçi University, İstanbul, Unpublished Master Thesis.
Derince, M. Şerif. (2012a). Anadili Temelli Çokdilli ve
Çokdiyalektli Dinamik Eğitim: Kürt Öğrencilerin Eğitiminde Kullanılabilecek
Modeller. Önce Anadili Analiz Raporları, Diyarbakır: DİSA (Diyarbakır Siyasal
ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü).
Derince, M. Şerif. (2012b). Toplumsal Cinsiyet, Eğitim ve
Anadili, Diyarbakır: DİSA (Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar
Enstitüsü).
Dewitte, P. (ed.) (1999). Immigration et intégration.
L’état des savoirs, Paris: Éditions
La Découverte.
DİSA. (2011). Önce Anadili, Önce Anadili Broşürleri
Dizisi, Diyarbakır: DİSA
DİSA. (2012a). Dilsel ve Kültürel Farklılıklar Açısından
Öğretmen Yetiştirme, Diyarbakır: DİSA
DİSA. (2012b). Çokdilliliğe Siyaset Penceresinden Bakmak,
Diyarbakır: DİSA.
Dündar, F. (2000). Türkiye Nüfus Sayımında Azınlıklar,
İstanbul: Çiviyazıları
Eğitim Sen. (2010). Eğitim Sen Anadili Araştırması
Türkiye Taraması, Ankara
Eğitim Sen
(2011). Eğitimde Anadilinin Kullanımı ve Çiftdilli Eğitim. Halkın Tutum ve
Görüşleri Taraması, Ankara: Eğitim
Sen yayınları.
Eğitimde Reform Girişimi (ERG) (2010). Türkiye’de
Çiftdillilik ve Eğitim. Sürdürülebilir Çözümler İçin Atılması Gereken Adımlar, İstanbul: Sabancı Üniversitesi.
Ersanlı Behar, B. (1996). İktidar ve Tarih. Türkiye’de
“Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu (1929-19379, İstanbul: Afa Yayınları.
Faroghi, S. (2011). Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Fierman, W. (1991).
Language Planning and National Development, Berlin ve New York: Mouton de
Gruyter.
Genelkurmay Başkanlığı. (1988). Atatürkçülük (Birinci
Kitap) Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, İstanbul:
Milli Eğitim Basımevi.
Giles, H. /Coupland,
N. (1991). Languages: Contexts and Consequences, Open University Press, Milton
Keynes.
Goodman, K. S. (2000).
“Standart Language and Linguistic Conventions,” J. K. Peyton vd. (ed.),
Language in Action: New Studies of Language in Society. Essays in Honor of
Roger F. Shuy, New Jersey: Hampton Press,INC.
Gözke, Ö. (2004). İstanbul’da İlk
Kürtçe Kurs Açıldı, https://m.bianet.org/bianet/kultur/43908-istanbulda-ilk-kurtce-kurs-acildi [Erişim Tarihi: 13.12.2017]
Gözoğlu, M. (Yay. Haz.) (2013). Biz O Konuyu Daha Görmedik. Eğitim Sistemi
ve Temsiliyet, İstanbul: Ermeni Kültürüve Dayanışma Derneği.
Gültekin, M. B. (2012).
Kürtçe Eğitim Sorunu, İstanbul:
Kaynak Yayınları.
Gündem-Online.
(2010). Murat Batgi ve kültürel koruculuk meselesi, http://gundem-online.blogcu.com/murat-batgi-ve-kulturel-koruculuk-meselesi/9009768 [Erişim Tarihi: 13.12.2017]
Güzel, H. C.
(2012). Yeni Anayasa ve anadild eğitim, Sabah Gazetesi, https://www.sabah.com.tr/yazarlar/guzel/2012/07/21/yeni-anayasa-ve-anadilde-egitim [Erişim tarihi: 13.12.2017]
Güzel, H. C.
(2013). Ana dilde eğitmin dmeokratikleşmeyle ilgisi yoktur, Sabah Gazetesi, https://www.sabah.com.tr/yazarlar/guzel/2013/09/22/ana-dilde-egitimin-demokratiklesmeyle-ilgisi-yoktur [Erişim Tarihi: 13.12.2017]
https://tr.wikipedia.org/wiki/Kreolce [Erişim Tarihi: 29.02.2016]
Hut, D. (2016). Osmanlı Arap Vilayetleri, Arabizm ve Arap
Milliyetçiliği, Vakanüvis. Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt: 1, Ortadoğu
Özel Sayısı, ss. 105-150.
İbar, G. (2012). Anadolulu Hemşehrilerimiz. Karamanlılar
ve Yunan Harfli Türkçe, İstanbul:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Baskı.
İnal, K. (2012). “Kürt Sorununun Önemli Bir Boyutu Olarak
Dil. AKP Döneminde Kürtçenin Kamusallaşması”, Eğitim, Bilim, Toplum, Cilt: 10. Sayı: 37, Kış, ss. 76-112.
İnal, K. (2014).
Çocuk ve Demokrasi, İstanbul: Ayrıntı
yayınları.
İnal, K. (2015).“AKP’nin Müslüman Mahallesinde Komplolar”,
Kemal İnal, Nuray Sancar, Ulaş Başar Gezgin (Haz.), Marka, Takva, Tuğra. AKP
Döneminde Kültür ve Politika, İstanbul:
Evrensel Yayınları, ss. 199-215.
İnal, K. ve Gezgin, U. B. (2017). Medyada Suriyeli
Sığınmacılar Söylemi. Bir İkna Çalışmasının Analizi, Global Media Journal.
Turkish Edition (Hakem aşamasında).
İnal, K., Nohl, A.-M. (2017), The Asylum Issue and Political Mass
Education in Turkey: How the Government Imposed the Acceptance of Syrian
Refugees on Turkish Citizens, Southeast
European and Black Sea Studies (Hakem aşamasında).
İshaki, Ayaz. “Gayrı Türkler Nasıl
Türkleştirilebilirler?”, Cumhuriyet, 28 Haziran 1928, sayı 1426’dan aktaran
Sadoğlu, H. (2010). Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2. Baskı.
Iwamoto, N. (2005). The Role of Language in Advancing
Nationalism, Bulletin of the Institute of Humanities, 38: 91-113.
Kafkas Dernekleri Federasyonu (2006). Yok Olma Tehlikesi
Altındaki Diller ve Adıge-Abhaz Dillerinin Konumu, Ankara.
Kalman, M. (1994). Osmanlı-Kürt İlişkileri ve
Sömürgecilik, İstanbul: Med Yayıncılık.
Karasu, D. vd. (Yay. Haz.) (2007). Bingöl Dengbêjleri,
İstanbul: Pêrî Yayınları
Karpat, K. / Yıldırım, Y. (ed.) (2012). Osmanlı Hoşgörüsü, İstanbul: Timaş.
Kaya, N. (2007). Unutmak mı Asimilasyon mu? Türkiye’nin
Eğitim Sisteminde Azınlıklar, İstanbul,
Uluslar arası Azınlık Hakları Gurubu.
Kaya, F. (2008). Osmanlı Döneminde Kürt Basını, İstanbul:
Marmara Üniversitesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.
Kaya, N. (2015). Türkiye Eğitim Sisteminde Renk, Etnik
Köken, Dil, Din ve İnanç Temelli Ayrımcılık,
İstanbul: Tarih Vakfı.
Kirby, F. (2000). Türkiye’de Köy Enstitüleri, Engin Tonguç (der.), Ankara: Güldikeni
yayınları, 2. Baskı.
Kloos, S. 2016. The Neo-Ottoman
Turn in Turkey’s Refugee Reception Discourse. Alternatif Politika 8. no.3:
536–561.
Koçak, M.
(2013). Çok-Kültürlülük Açısından Dil Hakları, İstanbul: Liberte.
KONDA. (2019). Toplumsal Yapı
Araştırması, Biz Kimiz? http://www.konda.com.tr/html/dosyalar/ttya_tr.pdf.
KONDA. (2011). Kürt Meselesi’nde Algı
ve Beklentiler, İstanbul: İletişim
Kula, O. B. (2012). Almanya’da Türk Kültürü.
Çok-Kültürlülük ve Kültürlerarası Eğitim,
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Küçükcan, T.
(2010): Arab Image in Turkey, Research Report, Ankara: SETA.
Lasagabaster, D. /Huguet, A. (ed.) (2007). Multilingualism in European Bilingual
Contexts. Language Use and Atttitudes, Clevedon-Buffalo-Toronto:
Multinlingual Matters LTD.
Lenin, V. İ. (1989). Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı,
çev. M. Ardos, Ankara: Sol Yayınları, 7. Baskı.
Martin-Jones, M.
ve Jones, K. (2000). Multilingual Literacies. Reading and Writing Different
Worlds, Amsterdam/Philadelphia: John
Benjamins Publishing Company.
Martinez, S. B. (2010). “Valensiya Ülkesinde Dil Sorunu
ve Katalanca Öğretimi” çev. K. İnal, Uluslar arası katılımlı Anadilde Eğitim
Sempozyumu-1- (28-29 Haziran 2009), Ankara: Eğitim Sen Yayınları, ss. 246-250.
Massini-Cagliari, G. (2004). “Language Policy in Brazil:
Monolingualism and Linguistic Prejudice”, Language Policy, 3:3-23.
McCarthy, J. (1998). Müslümanlar ve Azınlıklar-Osmanlı
Anadolu’sunda Nüfus ve İmparatorluğun Sonu,
çev. Bilge Umar, İstanbul: İnkılap Kitabevi Yayınları.
Mecheril, P. (2013).
“Die Illusion der Inklusion. Bildung
und die Migrationsgesellschaft”, Franco Zotta (Hrsg.), Vielfältiges
Deutschland. Bausteine für eine zukunftsfähige Gesellschaft. Gütersloh:
Bertelsmann.
Millas, H.
(2014). Geçmişten Bugüne Yunanlılar. Dil, Din ve Kimlikleri, İstanbul:
İletişim.
Millas, H.
(2015). Yunan Ulusunun Doğuşu, İstanbul: İletişim.
Nettle, D. / Romaine, S. (2002). Kaybolan Sesler. Dünya
Dillerinin Yok Oluş Süreci, çev.
Harun Özgür Turgan, İstanbul: Oğlak yay.
Nunez, J. P. (2010). “Fransa Deneyimi”, çev. Eğitim Sen,
Uluslar arası katılımlı Anadilde Eğitim Sempozyumu-1- (28-29 Haziran 2009),
Ankara: Eğitim Sen Yayınları, ss. 41-46.
Ogunmodimu, M. (2015). Language Policy in Nigeria:
Problems, Prospects and Perspectives, International Journal of Humanities and
Social Science, Vol. 5, No. 9, September, pp. 154-160.
Okutan, M. Ç. (2009). Tek Parti Döneminde Azınlık Politikaları, 2.
Baskı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Oran. B. (2015). Türkiye'de
Azınlıklar. Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, İstanbul:
İletişim.
Önder, M. S. (2015). Devlet ve PKK İkileminde Korucular, İstanbul: İletişim yayınları.
Özoğlu, H. (2017). Osmanlıda Kürt
Milliyetçliği. Kimlik, Evrim, Sadakat, çev. N. Özok-Gündoğan ve A. Z. Gündoğan,
İstanbul: İletişim.
Parıltı, A. (2006). Dengbêjler. Sözün
Yazgısı, İstanbul: İthaki
Rodney, W. (2015). Avrup Afrika’yı Nasıl Geri Bıraktı? Çev. Hülya Osmanağaoğlu, Ankara:
Dipnot.
Sabah Gazetesi.
(2012). “Kürtçe seçmeli ders eğitimi başladı”, http://www.sabah.com.tr/egitim/2012/10/03/kurtce-secmeli-ders-egitimi-basladi [Erişim tarihi: 24.02.2016]
Sadoğlu, H. (2010). Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil
Politikaları, İstanbul: İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı.
Saraçoğlu, C. (2011).
Şehir, Orta Sınıf ve Kürtler. İnkar’dan “Tanıyarak Dışlama”ya, İstanbul:
İletişim yay.
Shakib, M. K. (2011). The Position of Language in
Development of Colonization, Journal of Languages and Culture, Vol. 2 (7),
July, pp. 117-123.
Skutnabb-Kangas, Tove. vd. (ed.) (2013). Çokdilli Eğitim
Yoluyla Toplumsal Adalet, Türkçe Yayına Hazırlayanlar: Fatma Gök ve M. Şerif
Derince, Ankara: Eğitim Sen Yayınları.
Tagharobi, K. ve Zarei, A. (2016). Modernism in the
Middle East and Arab World, Routledge Encyclopedia of Modernism, https://www.rem.routledge.com/articles/overview/accommodating-an-unexpected-guest (Erişim Tarihi: 11.12.2017]
Timur, T. (2001). Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara: İmge.
Türkmen, E. A. ve Özmen, A. (Haz.), (2013). Kürdistan Sosyalist Solu
Kitabı. 60’lardan 2000’lere Seçme Metinler, Ankara: Dipnot yay.
Uzun, M. (2006). Dengbêjlerim, İstanbul: İthaki, 7.
Basım.
Vittoria, P.(2016). Narrating Paulo Freire:
Towards a pedagogy of dialogue, Londra: Institute for Education Policy Studies
Yeğen, M. (2011). Son Kürt İsyanı, İstanbul:
İletişim
Yeni Şafak (2012). Erdoğan: Ana dilde eğitim
diye bir şey yok, http://www.yenisafak.com/politika/erdogan-anadilde-egitim-diye-bir-sey-yok-414166 [Erişim Tarihi: 13.12.2017]
Yücel, H. /
Yıldız, S. (2015). “Kimliklenerek Toplumla Bütünleşme: Türkiye’deki Ermeni ve
Yahudi Örgütlenmeleri Aktörlerinin Kimlik Algıları ve Stratejileri”, Alternatif
Politika, C.7, Sayı:3.
Zelyut, R. (1986). Osmanlıda Karşı Düşünce ve İdam
Edilenler, İstanbul: Alan yay.
[i] Ümmet, Müslümanlar arasında ortak ve fakat hayali bir üst
birlik kavramı niteliği taşır. Tüm Müslümanların birleşip ortak bir kimlik
oluşturmasını anlatan Ümmet, öncelikle, ağırlıkla ve hegemonik biçimde dinsel
referanslara (din temelinde birleşme, dinsel tavır alma, dini birliktelik vs.)
gönderme yapan uluslararası bir kavram olarak her türlü “yapay” gördüğü
kimliksel bileşeni (ulusal, etnik, bölgesel, mezhepsel vs.) “gereksiz, yararsız
ve içi boş” kılmaya çalışır.
[ii] Bu kavram, sosyolog Şerif Mardin tarafından yakın zamanda
Türkiye’de gündeme getirildi; kavram daha çok Osmanlı ve Cumhuriyet’te egemen
kimliğin diğer kimlikleri baskı altında tutmasına gönderme yapıyor. Bu konuda
ayrıntılı bilgi için bkz. İnal (2015: 199-215).
[iii] “Osmanlı
hoşgörüsü” öncelikle Osmanlı İmparatorluğu bağlamında hep dinsel temelde ele
alındı ve fakat politik, sosyal ve kültürel içermeleri göz ardı edildi. Bu da
doğal zira Osmanlı, öncelikle dini kimliklere göre şekillenen (millet sistemi)
bir ülkeydi ve burada insanların giyim, dil, günlük yaşam rutinleri öncelikle
dinlerine bakılarak değerlendirilirdi. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Karpat
ve Yıldırım (2012).
[iv] Osmanlı’da karşıt siyasal, dinsel ve örgütsel düşünceler
genellikle çok sert biçimde ezildi. Bu konuda bkz. Zelyut (1986). Fakat günlük
hayatta da gayrimüslimlerin yaşam tarz ve rutinleri, hep Osmanlı egemen millet
sistemine göre değerlendirildi ve “aşağı” olarak görüldü. Günlük yaşam kültürü
ve rutinler konusunda bkz. Faroghi (2011).
[v] Bu düzenlemelere “inkılap” denildi, yani Atatürk İlke ve
İnkılapları. Biz bunlara” devrimsel reform” diyebiliriz zira tipik bir Ortadoğu
devleti olan Osmanlı İmparatorluğundan hemen her bakımdan (politika, ekonomi,
hukuk, eğitim, insan hak ve özgürlükleri vb.) radikal bir kopuş gerçekleştirildi.
[vi] Buradaki çelişkiye dikkat
çekilmeli: AKP, pekçok durumda resmi ideoloji olan Türk milliyetçiliğini kabul
etmez görünürken, o ideolojinin tekçi veya tek milete dayalı argümanını her
halükarda benimsemiş görünüyor. Fakat burada, öte yandan, ulus ayrımı
gözetmeyen Ümmet kavramının, seküler değil, dinsel özellikler üzerine
temellendiğine dikkat çekilmeli. Osmanlıyı yeni kalıplar (Külliye olarak lanse
edilen Saray’da eski Türk devletlerini simgeleyen askerlerden Osmanlı
Ocakları’na değin pek çok yeni kurumsallık, Davutoğlu’nun Türkiye’yi eski
Osmanlı coğrafyasında yeniden oyun kurucu aktör haline getirmeye dayalı Stratejik Derinliği, Erdoğan’ın İslam
dünyasına liderlik iddiaları vb) altında yeniden canlandırmaya çalışan bu yeni
ideolojinin (neo-Osmanlıcılık) kurulması çabalarına karşın, son derece
pragmatik bir mantıkla devlet aygıtının daha fazla tekçi-milliyetçi bir kalıba
girdiği iddia edilebilir. AKP, bir yandan Ümmetçi ideolojiyi İslami tabanını
konsolide etmek için kullanırken, öte yandan Türkçü-milliyetçi oyları kendine
çekmek için son derece otoriter milliyetçi söylemleri kullanmaktan çekinmedi.
Bu pragmatik ve fakat çelişkili
politikanın bugüne değin AKP’ye istediği oy tabanını sağladığı veya bu tabanı
konsolide ettiği söylenebilir. Ümmetçi anlayışın neo-Osmanlıcılık ideolojisi
çerçevesinde Suriyeli sığınmacılar bağlamında (“muhacire ensar olmak”)
pragmatik biçimlerde nasıl kullandılığına ilişkin örnek olarak bkz. İnal ve
Nohl (2017); Kloos
(2016).
[vii] Bu pasifizasyon sürecinin çeşitli aşamaları oldu:
kamulaştırma, müsadere, nüfus göçürme, Türkleştirme vs. Bu politikaları
topyekün “millileştirme” olarak adlandırabiliriz.
[viii] Mustafa Kemal Atatürk, modern Türkiye’nin kuruluşunda
asıl meselenin “milletin efendisi olan köylü”nün kalkındırılması olduğunu
söylemekle birlikte, yerli “müteşebbisler”in de devletçe destekleneceğini ifade
etti. Bu konuda ayrıntılı bilgi için Atatürk’ün sözlerine bakılabilir:
Genelkurmay Başkanlığı (1988: 400-451).
[ix] Azınlıklar konusunda geniş
bir Türkçe külliyat söz konusu fakat Türkiye’li azınlıklar konusunda geniş bir
kavramsal çerçeve çizip olgusal gerçekleri enine- boyuna ele alan Oran’ın
(2015) çalışması bilhassa çok açıklayıcıdır.
[x] Bu diller arasında biri vardı ki, çok ilginç bir özellik
göstermektedir. Karamanlılar, Osmanlı döneminde İç Anadolu bölgesinde yaşayan
Ortodoks Rumlardı. Türkçeden başka bir dil bilmeyen bu topluluk, Müslüman
değil, Rum Ortodoks Kilisesine bağlı Hıristiyandı ve fakat kendilerini Türk
olarak adlandırıyordu. Dilleri Türkçe idi ama Türkçeyi Yunan harfleriyle
yazıyorlardı. Çocuklarını da Türkçe isimlerle vaftiz ediyorlardı. Bu topluluk,
Lozan Antlaşmasının imzalanmasının ardından, Türk-Yunan Nüfus Antlaşması gereği
Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldı. İlginçtir, Türkçe bilen bu Hıristiyan
Türkler Yunanistan’a gönderilirken, Yunanistan’da yaşayan Müslüman ve fakat
Rumca konuşanlar Türkiye’ye göçürüldü. Ayrıntılı bilgi için bkz. İbar
(2012).
[xi] Bu satırlar yazılırken CHP Milletvekili Mehmet Bekaroğlu,
TBMM’de UNESCO Dünya Anadili Günü nedeniyle kürsüden Lazca bir konuşma yaptı ve
bu dilin Türkiye’de giderek unutulmasına dikkat çekti.
[xiii] 1920’lerin başlarında Türk kimliği üzerinden kurgulanan
milliyetçilik, ülkenin resmi ideolojisi olsa da, Anayasa’da ancak 1937’de yer
alabildi, ondan sonra da bütün anayasalarda yerini korudu. Zamanla
milliyetçilik, “ırkçılık”la aynı anlama
gelmesin diye “Atatürk Milliyetçiliği” olarak yeniden kodlandı.
[xiv] Balıkesir Belediyesi Türkçe konuşmayanlara ceza kesiyordu.
Konuyla ilgili TBMM’ye önerge veren İzzet Ulvi, uygulamanın tüm belediyelere
yaygınlaştırılmasını talep etmişti (Sadoğlu, 2010: 282). Benzer cezalandırıcı
uygulamalara daha sonra başka belediyeler (İstanbul 1929’da, İzmir 1933’de)
tarafından da başvuruldu.
[xv] Nitekim Türk Ocakları Üçüncü
Kurultayı’nda Trabzon delegesi Mustafa Reşid Bey, Trabzon ve Sürmeli
havalisinde mübadeleden sonra Rum nüfus temizlenmesine rağmen hala 90 bin
kişinin Rumca konuştuğunu, birçok yerin Pontus’tan kalma isimlerle anıldığını,
kentin valisinin bile Türkçe bilmediğini anlatıyordu (Sadoğlu, 2010: 282). Dile
dayalı asimilasyon politikaları Türk Ocakları Dördüncü kurultayı’nda (1927) ve
TBMM’deki oturumlarda (1938) da dile getirildi, Türkçe konuşmayanlara karşı
nakdi cezalar kesilmesi, bir yıl içinde Türkçe öğrenmeyenlerin T.C.
vatandaşlığından çıkarılmaları istendi.
[xvi] Türkiye’de imparatorluk bakiyesi olan azınlıklara ilişkin
tartışmalar hiç bitmedi ve değişik alanlarda sürüp gitti. Eğitim alanındaki
tartışmaya ilişkin geniş bilgi için bkz. Kaya (2007).
[xvii] Musevi cemaatine mensup kimi aydınlar, Türk dilinin
benimsenmesi konusunda Yahudilerin daha duyarlı davranmaları gerektiğini
vurguladılar. Zaten Musevi cemaati, “hakkıyla Türk vatandaşı olmak” için Lozan
Antlaşmasının güvence altına aldığı azınlık haklarından feragat ettiğini 1
Ağustos 1926’da beyan etmişti (Bali, 2000: 90-91). Bu beyanla az-çok paralel
yeni bakış açıları da üretildi. Örneğin, Musevi cemaatinin önde gelen
isimlerinden Tekin Alp, 1928 yılında yayımladığı Türkleştirme adlı kitabında Tevrat’tan esinlenerek “On Emir” ile
Yahudilerin Türkleşmesi gerektiğini açıkladı: 1) Adlarını Türkleştir, 2) Türkçe
konuş, 3) Havralarda duaların hiç olmazsa bir kısmını Türkçe oku, 4) Okullarını
Türkleştir, 5)Çocuklarını devlet okullarına gönder, 6) Ülke işlerine karış, 7)
Türklerle düşüp kalk, 8) Cemaat ruhunu kökünden sök, 9) Ulusal ekonomi alanında
sana düşen görevi yap, 10) Hakkını bil. Bu politikaya destek veren Avram
Galanti de azınlıkların Türkleştirilmeleri girişimini son derece meşru bir hak
olarak gördü; hatta azınlık dillerinin sadece kamuya açık yerlerde değil, özel
alanlarda da kullanılmaması gerektiğini açıkladı. Ama ona göre hükümet, bu
konuda yasaklayıcı değil, uyarıcı ve teşvik edici olmalıydı (Sadoğlu, 2010:
284-285). Böylece Yahudiler fazla dikkat çekmemeye çalıştılar, Türklük içinde
kalarak bir tür entegrasyona yöneldiler. Mesela Türkçe isim
almaya başladılar. Askerlikte sıkıntı yaşamamak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
olmak sebepler arasında gösterilmektedir. Buna paralel olarak Yahudilerde “Türk
Yahudisi” ifadesine de sıkça rastlanmaktadır. Yahudilerin aksine Ermeniler ve
Rumlar kendilerini “Türk” olarak görmemekte ve Türkçe isimler
kullanmamaktadırlar. (Yücel ve Yıldız, 2015: 575-576). Benzer bir durum anadili
konusunda da karşımıza çıkmaktadır. Yahudi gençlerin büyük bir kısmı İbranice
ya da Ladino dilini bilmemekte, evlerinde dahi Türkçe konuşulduğunu
belirtmektedirler. Ancak Ermeni ve Rum azınlıklarında dil, kimliğin belirleyeni
olarak önemini sürdürmektedir.
[xviii] Cumhuriyetin Osmanlının bakiyesi kültürel ve toplumsal
unsurları temizleme uğraşısında Türk Dil Reformu, oldukça kapsamlı ve
sistematik olarak yürütüldü: Dil mühendisliği, yeni bir ulusal kimliğin inşası
için gerekli görüldü. Dil mühendisliğinin unsurları (harf devrimi, dili
saflaştırma, dil mitleri yaratma vs.), hep Türk ulusu yaratmak içindi. Tüm bu
reformun genel adı, dil modernleşmesidir. Ancak dilde modernleşme (yani
Türkçeyi yaratma ve yaygınlaştırma) Cumhuriyetin ilk döneminde (1932-1938) pek
de başarılı olamadı; asıl başarı ikinci dönemde (1938 sonrası) sağlanabildi.
(Çelik, 2002). Bunda okul öğretiminin yaygınlaşması, medyanın gelişmesi,
sanayileşme, kentleşme gibi sosyolojik süreçler önemli bir rol oynadı.
[xix] Hamit Bozarslan, 1920 ve
1930’larda genellikle ya entelenjensiya ya da geleneksel elitlerin önemli bir
rol oynadığı Kürt direniş ve hareketlerinin 1960’lardan sonra giderek
entelijensiya ve plebiyen katmanların katılımıyla kitleselleştiğini, “sol”un
1950’den itibaren Kürt hareketinin oluşması ve gelişmesinde belirleyici bir rol
oynadığını iddia eder (Bozarslan, 2013). 1970’lerdeki Kürt siyasi hareket veya
örgütlerin ( o günlerdeki deyimle “fraksiyonlar”ın) büyük ölçüde “sol
tandanslı” olduğu bilinmektedir. Bu konuda bkz. Türkmen ve Özmen (2013).
[xx] Çeşitli kabile, etnik veya yerel toplulukların dillerinin
ulus-devletler çağında “ulusal” dillere göre büyük bir dezavantajı vardır.
Şöyle ki, ulusal diller ve aidiyetler, doğal, objektif ve neredeyse biyolojik
bir birim olarak gösterilip kabul edilir ve insanlar, cinsiyet ve yaşın
yanısıra uluslara bölünürlerken kabile gibi yerel gruplar ve dilleri ilkelliğin
(primitivism) ve olmamışlığın (naturalness) açık bir yananlamına sahip olurlar
(Blommaert ve Verschueren, 1992). Bu konuda bilhassa Afrikalı kabilelerin
yaşadığı sorunlarda bu tutumun büyük etkisi olmuştur.
[xxi] Osmanlının klasik bir sömürgeci
ülke olmadığı iddia edilir; buna göre,
sömürgeleştirdiği ülkelerden hammadde ve insan gücünün yansıra diğer
kaynakları zorla alıp kullanan ve sömürdüğü ülkeleri bir pazar haline getiren
Batılı ülkelerin girdiği sanayileşme sürecinden ve imkanından mahrum olan
Osmanlının, farklı bir model izlediği iddia edilir. Buna göre Osmanlı,
fethettiği ülkelere vergi salar, oralarda kendine yakın bir yönetim atar ve
savaşta ele geçirdiği ganimetleri müsadere ederdi. Osmanlının kurduğu sistem
daha ziyade, çeşitli kaynakların yanı sıra, fethedilen ülkelerden zorla
getirilen genç erkek ve kadınların köleleştirilmesine dayanır. “Köledarlık”
denen bu sistem, erkek (köle) ve kadınların (cariyer) çeşitli ev işlerinde
kullanılmasından köle pazarlarında satışına değin oldukça geniş bir alanı
kapsardı ( Bu konuda bkz. Çakır, 2014). Kürt siyasal hareketinde kimi aktörler
ise, Osmanlı öncesinden günümüze değin olan süreci, radikal ölçüde
değerlendirir ve süreci “işgal ve sömürgecilik” olarak tanımlar (Örneğin bkz.
Kalman, 1994). Bu sürecin Cumhuriyet döneminde, yukarıdan “modernleştirme”
çabaları içinde yoğun bir asimilasyona yol açtığı iddia edilir. Ama AKP (Recep
Tayyip Erdoğan), genelde bu asimilasyon tezini kabul edip bunun bir insanlık
suçu olduğunu çeşitli zaman ve mekanlarda ifade etse de, bunu daha çok
Türkiye’deki Kürtler için değil, Avrupa’daki Türkler için dile
getirmiştir.
[xxii] Genelde milliyetçi Türk
yazınında Arapların, emperyalist güçlerin desteğini alarak Birinci Dünya
Savaşında Osmanlıyı (Türkleri) “arkadan vurduğu”, hatta “kalleş” olduğu
şeklinde suçlayıcı bir söylem kullanılır. Osmanlıdan bağımsızlığını kazanan
Arapların milliyetçiliğe yönelmesine muhafazakar yazın ise ikircikli yaklaşır;
buna göre bir yandan, Araplar, Osmanlının bilhassa Abdülhamid döneminde
uygulanan “İslam Birliği”nin önemli bir bileşeni olarak ele alınır ama öte
yandan çeşitli gelişmeler (yönetim zaafiyeti, Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi,
Vehhabilik hareketinin güçlenmesi, Mısır’da Mehmet Ali Paşa’nın ayaklanması,
sömürgecilik ve misyonerlik faaliyetlerinin artması ve Avrupa ile kültürel ve
siyasi ilişkilerin gelişmesi) sonucu ortaya çıkan Arabizm’in (Arapçılığın)
doğuşuna mesafeli yaklaşılır (Bu konuda örneğin bkz. Hut, 2016). AKP döneminde
ise, Araplarla olan ilişkiler ikili bir seyir izlemiştir. Buna göre, ilk
olarak, Arap milliyetçiliği üzerinden değil ama Arapların müslüman olmaları
hasebiyle, daha ziyade pragmatik bir hat üzerinde giden dinsel (İslami)
yakınlık, Araplara karşı olan Türk milliyetçi bakış açısını zayıflatmak için
kullanılmıştır (Türklerdeki olumsuz Arap algısının kırılması gerektiğini, hatta
AKP döneminde kırılmaya başladığını iddia eden bir çalışma için bkz. Küçükcan,
2010). İkinci olarak, çeşitli Arap ülkeleriyle olan ilişkiler daha ziyade
ekonomik bir mantıkla (Arap sermayesinin Türkiye’ye yatırım yapması, kredi
açması vb.) yürütülmüştür.
[xxiii] Örneğin, sömürgeci
Portekiz’den bağımsızlığını kazandığında Gine-Bisseau’nun çok ciddi bir
okumaz-yazmaz oranı vardı. Burada yeni, devrimci ve bağımsız ulusal hükümetin
önünde iki yol vardı: Yoksul ve okumaz-yazmaz köylülerin eğitiminde ya farklı
kabile dillerini kullanacaktı ya da sömrgeciden miras kalan ortak Portekizceyi
devreye sokacaktı. 1960’lı ve 1970’li yılların ünlü eleştirel pedagogu Brezilya’lı
Paulo Freire, sürgündeyken ziyaret ettiği bu ülkedeki okur-yazar sayısını
artırma çalışmalarında devrimci hükümetle ters düşmüştü. Devrimci hükümet,
eğitimin Portekizce dilinde yapılması gerektiğinde diretirken Freire ise,
sömürgeci dilin yerel dillerle olan karışımından oluşan ve yaygın ölçüde
konuşulan melez Kreol dilinde yapılmasının daha anlamlı olacağını söylüyordu.
Çünkü ona göre Portekizce, halkın gündelik uygulamalarına tümüyle yabancıydı;
yani köylüler Portekizceyi hiç bilmiyorlar, her etnik grup da kendi Afrika
dilini konuşuyordu. Bu konuda geniş bir tartışma için bkz. Vittoria
(2016).
[xxiv] “Kreyol
ya da Kreol (İngilizce: Creole), yöreye ve kişiye göre gelişen ve
birkaç dilin karışımından olusan bir dil türüdür. Pidgin dillerinden türediği varsayılan
kreyol, her ne kadar ana dille ortak seslere sahip bulunmakta ise de, ses
özellikleri ve dilbilgisi bakımından tümüyle özgün bir yapıya sahiptir.” https://tr.wikipedia.org/wiki/Kreolce [Erişim
Tarihi: 29.02.2016]
[xxv] Standart
olarak alınan bu değişke genellikle ülkenin en güçlü bölgesinden/ilinden
alınmaktadır (Türkiye Türkçesi için İstanbul, Fransızca için Paris gibi).
[xxvi] Çeşitli nedenlerle kaybolan diller ve dillerin katli
konusunda geniş bilgi için bkz. Nettle ve Romaine (2002); Crystal (2007).
[xxvii] Kolaylaştırmaya ilişkin ilginç bir örnek verelim: Kürtler
üzerine çalışmalarıyla ünlü olan Hollandalı antropolog Martin van Bruinessen,
12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbeden sonra Türkiye’den Batı’ya kaçan ve
orada politik mülteci statüsü elde eden solcular ve Kürtlerle bir ortamda
yakınlaşmak ister ama Kürtler güven sorunu yaşadıkları için onunla iletişim
kurmak istemezler. Fakat kendisi o ortamda Kürtçe konuşmaya başlayınca, oradaki
Kürtler şaşırır ve kendisiyle hemen Kürtçe iletişim kurarlar. (Bu ve diğer
konularda geniş bilgi için bkz. Bruinessen, 2011; Bruinessen, 2012.)
[xxviii] Alman eleştirel pedagog Paul Mecheril de, "Ausgrenzung im
Einbezug" diyor bu sürece: “Kabul kapsamında dışlama” (bkz. Mecheril,
2013). Bu kavramı açıklamak için eğitim bağlamında şu söylenebilir: İlgili
etnik dil, ulusal eğitim sistemi içinde örneğin seçmeli olarak öğretiliyor ama
eğitim dili olarak kabul edilmiyor. Bu durumda etnik dilin egemen ulusal dil
karşısındaki ikinci sınıf konumu değişmemiş oluyor. Kabul kapsamına (resmi
olarak) alınan dil, sadece kısmi (seçmeli bir ders) olarak ele alınmakta ve
fakat onun söz konusu etnik topluluk için genelde bir eğitim, bilim, siyaset,
ekonomi dili olamayacağı iddiasından hareketle yaygınlaşması ve kamusallaşması
(resmi dil statüsü edinmesi) engellenmektedir.
[xxix] Fransa’da entegrasyon demokratik içerikle kullanılır ve
çokkültürlüğe bir tehdit olarak ele alınmaz. Fakat burada entegrasyon kavramı,
iki taraflı bir uygulamadan ziyade, tek taraflı olarak görülür: Devletin
belirlediği entegrasyon politikası vardır ve göçmenden beklenen, bu politikaya
uymasıdır. Bu bağlamda, göçmenin egemen sistemin dil, kural, değer ve
uygulamalarını yasal olarak öğrenme zorunluluğu, entegrasyonun ilk şartı olarak
görülürken, göçmenin köken ülkesinden getirdiği dil, kültür ve uygulamalar
sadece biçimsel (folklorik, ritüel ve gösteri nesnesi olarak; sadece kültürel
bağlamda) uygulamalara konu edilir. Çokkültürlülüğü savunanlara göre ise,
egemen ve göçmen kültürleri eşit bileşenler olmalı, kültürel harita içinde aynı
haklara sahip olmalıdır. (Fransa’da göç ve entegrasyon konusunda ayrıntılı
bilgi için bkz. Dewitte, 1999). Avrupa’da çokkültürlülüğün artık bir
veri/gerçek/olgu olduğuna dair bir inanç da vardır. Aşırı sağ her ne kadar bunu
bir tehdit olarak algılasa da, göçmenlerin kendi ülkelerinden getirdikleri
kültüre zamanla Avrupa’da üretilen bir “Avrupa göçmen kültürü” (Kula, 2012) de
eklenmektedir. Egemen Avrupa kültürüne “paralel” olarak üretilen bu kültür, hem
demokratik Avrupa’nın çokkültürlülüğü adına alkışlanmakta hem de öte yandan,
egemen kültüre entegre olamamanın, başarısızlığın bir sonucu olarak ele
alınmaktadır.
[xxx] Avrupa’da yine de güçlü bir çiftdilli bağlam vardır ama
çokdillilik ile ilgili kullanım ve tutumlar sorunlu bir alandır. Bu konuda
ayrıntılı bilgi için bkz. Lasagabaster ve Huguet (2007).
[xxxi] Türkiye’deki Kürtçeye benzer bir konum da Avrupa’daki
Türkçedir. Avrupa ülkelerinin göç, azınlık ve mülteci politikaları, önce
“misafir”, sonra “kalıcı” olarak görülen göçmenlerin anadilinde eğitim
meselesine veya taleplerine hep farklı ve değişken bakmıştır. Türkçe’nin farklı
Avrupa ülkelerindeki durumu için bkz. Canatan (2007: 159-172).
[xxxii] Bu adlarda öncelik sırası ve yoğunluk zaman zaman değişse de, genelde şu isimler
altında ifade edildi şimdiye kadar: “Ulusal kurtuluş mücadelesi”, “halkın
özgürlük mücadelesi”, “demokrasi mücadelesi” vs.
[xxxiii] “Realite”den kasıt Kürt kültürü ve kimliği; en genelde
bir etnik grup olarak varlığıdır. Ama daha çok da sorunun (“Kürt Sorunu”)
kabulüdür.
[xxxiv] Olağanüstü
Hal uygulaması: Çeşitli olağanüstü durumlarda (bulaşıcı hastalık, ağır ekonomik
bunalım, doğal afet, yaygın şiddet vb.) devletin sözkonusu sorun bölgesinde
aldığı önlemler, ilgili makamların yetkilerinin genişletilmesi ve genellikle bu
bölgelerde yapılan itirazlara yargı yolunun kapatılmasıdır. 15 Temmuz 2016
darbe girişimi sonrası görülmemiş türde
bir OHAL uygulamasını tüm Türkiye, bilhassa muhalifler bir “anti-demokratik
devlet rejimi” olarak yaşamaktadır. Bir
sonraki aşama ise sıkıyönetimdir.
[xxxvi] KONDA
Araştırma ve Danışmanlık’ın 2006’da yaptığı “Biz Kimiz?” adlı araştırmaya göre
Türkiye’de sırasıyla şu diller konuşulmaktadır: Türkçe, Kürtçe/Kurmanci,
Zazaca, Arapça, Ermenice, Rumca, İbranice, Lazca, Çerkezce, Kıptice (Bk.
KONDA,2009)
[xxxviii] Türk-ulus devletinin kurulmasında dilin önemi oldukça yüksek; yeni bir
devlet aygıtı ve yaşam tarzının inşa edilmesi sürecinde dile (Latin alfabesiyle
yazılıp okunan Türkçeye) oldukça önem verilmesinde, Fars-Arap kırması bir
Türkçe olan ve Arap alfabesiyle yazılan Osmanlıcadan kopma amacı önemli rol
oynadı. Bu kopuşun pekçok gerekçesi arasında laik bakış da sayılabilir; buna
göre, ‘dinsel’ nitelikli Arapçaya karşı doğal-olgusal ‘Güneş’ bazlı Türkçenin
doğuşu ve yayılması öne çekildi. Fakat pekçok milliyetçi ideolojide ve pratikte
olduğu gibi, dile verilen bu ‘pozitivist’ önem, zaman zaman objektifliği aşan,
son derece öznel olan ve bilimsel verilerle doğrulanmayan teori ve pratiklere
de yol açtı. Bunların başında Güneş-Dil Teorisi gelmektedir. Bu teorinin
oldukça zayıf olduğu genel kabul görmektedir zira Türk dili ve ırkının Avrupa
dilleri ve uygarlığnın kaynağı olduğu tezi, son derece temelsiz kaldı. Bu
konuda eleştirel tartışma açan iki önemli kaynak için bkz. Beşikçi (1991),
Ersanlı Behar (1996).
[xxxix] Dengbêjler için bir parantez açılmalı burada zira geleneksel sözlü Kürt
kültürünün yeniden üretilmesinde bu edebi sanatı icra edenler önemli roller
oynadılar. Özellikle sosyal medyada bu edebi sanatın icracıları arasında genç
kuşakların da yer aldığı görülmektedir. Konuya dair açıklayıcı (bilgi, icra
tarzı, söylenen destan, öykü, şiir ve stranlar) kitaplar da son yıllarda
yayımlanmaya başladı. Bu konuda üç önemli çalışma için bkz. Uzun (2006),
Parıltı 2006), Karasu vd. (2007).
[xl] Bilhassa 1990’ların başlarından itibaren girilen süreçte başta Kürt
tarihi, Kürtçe edebiyat, Kürt basını, Kürt folkloru olmak üzere Kürt dili
konusunda yapılan pekçok yayın, Kürtçenin farklı bağlamlarda (dilin gelişimi,
yasaklanması, kırımı, eğitimi vb.) ele alınmasını sağladı, değişik tartışmalara
yol açtı. Bu konuda birkaç önemli yayın için bkz. Kaya (2008), Aykol (2010), Konda (2011), Yeğen
(2011), Erbay (2012), Gözoğlu (2013),
Özoğlu (2017).
[xli] Sivil itaatsizlik eylemlerinin en görünenleri,
çocuklarını okula-belli bir süre için-göndermeme, devlet denetimindeki
camilerde ibadet etmeme oldu.
[xliii] Zana’nın 2015 genel
seçimleri sonrası milletvekilliği, TBMM’de Türkçe yemin etmediği gerekçesiyle
hala onaylanmadı. Bu makale hakem aşamasında düzeltilirken (Kasım 2017)
milletvekilliği düşürüldü.
[xliv] Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi İle Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve
Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.2923.pdf
[Erişim Tarihi: 13.12.2017]
[xlv] İşin garibi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da
köyünün isminin değiştirilmesidir. Erdoğan hükümetinin değiştirilen isimlerin
eski adlarını alacağını ileri sürmesine karşın bu hala gerçekleşmedi.
[xlvi] Koruculuk, devletin PKK gibi illegal örgütlere karşı daha
çok Kürt köylülerden oluşturduğu yarı-resmi güvenlik güçlerinden oluşan yapıya
verilen addır. Korucular devletten silah ve maaş alırlar; günlük yaşamlarında
başka bir iş de yapabilirler (tarım, hayvancılık vs.) Kürt siyasi hareketi
koruculuğa karşı sert bir duruş sergilemektedir hala. (Koruculuk ile ilgili
ayrıntılı bilgi için bkz. Önder, 2015). “Kültürel Koruculuk”, devletin TRT
Şeş’i (6) açtığı dönemde bir grup Kürt aydını ve siyasinin kamuoyuna duyurduğu
bildiride kullanılan bir deyimdir. Kürt sanatçı Murat Batgi (daha sonra TRT
Şeş’de çalışmaya başladı) tarafından kamuoyuna açıklanan bildiride TRT Şeş
uygulaması sert biçimde eleştirilmişti. Bildirinin içeriğine ilişkin bkz.
Gündem-Online (2010)
[xlvii] Fakat Türkiye’de Batı dillerinde (İngilizce, Fransızca,
Almanca) eğitim yapan okullar vardır ve bu okulların durumu yasayla
düzenlenmektedir.
[xlviii] Türkiye’de “ayrımcılık” hala birçok alanda (eğitim, edebiyat,
medya, cinsiyet d.) çok ciddi bir sorun olarak ele alınmaktadır. Bu konuda
kapsamlı iki çalışma için bkz. Çayır ve Ceyhan (2013); Kaya (2015).
[xlix] Bu davranış bozuklukları genelde okulda ve sonrasında
ortaya çıkan travmalar olarak ifade edilmektedir. Bu konuda saha araştırması
sonuçları için bkz. Beltekin (2014); Ay (2012).
[l] Son yıllarda sadece Kürt kesimleri değil, liberal sol
kesimler de, Kürt Sorunu çerçevesinde dil meselesinin nasıl çözüleceği
konusunda araştırmalar yapmakta, raporlar yazmaktadırlar. Bu sorunun ancak
çiftdilli eğitimle çözülebileceğini iddia eden bir çalışma için bkz. Ceyhan ve
Koçbaş (2009); ERG (2010).
[li] Tüm bu zorluklara karşın son yıllarda
Kürtçenin, kısıtlı ve yanlı(ş) bir siyasal perspektif içinde yapılan
değerlendirmeler dışında, zengin bir akademik çerçevede ele alındığı pek çok
tartışma ve yayın yapıldı. Bu akademik tartışma ve yayınları (araştırma raporu,
akademik tez, makale, kitap, dergi dosya konusu vb.) iki boyutta ele almak
mümkün. İlki, Kürtçenin temel bir insan hakkı, ayrımcılık ve dışlanma konusu
olarak ele alındığı çalışmalar (bu konuda bkz. Kaya, 2007; Kaya, 2015;
Beltekin, 2014); ikincisi de Kürtçenin anadilinde eğitim veya çokdilli eğitim
bağlamında ele alındığı dil ve eğitim ağırlıklı çalışmalar (bkz. ERG, 2010;
Derince, 2010; Eğitim Sen, 2010; Birikim, 2010; Eğitim Sen, 2011; Ceyhan ve
Koçbaş, 2009; Ceyhan ve Koçbaş, 2011; DİSA, 2011; Derince, 2012a; Derince,
2012b; DİSA, 2012a; DİSA, 2012b;). Elbette Türkçe dışındaki dillere dair
tartışma ve yayınlar, Kürtçe ile sınırlı kalmadı. Diğer dillerin de yaşadığı
sorunlar (giderek az kullanılma, yok olma sürecine girme vb.) çeşitli tartışma
ve yayınlarda ele alındı (bu konuda Adıge-Abhaz dilinin yaşadığı sorunlar için
bkz. Kafkas Dernekleri Federasyonu, 2006). Ayrıca çokdilli eğitimin imkan ve
sorunlarına dair önemli çeviriler yayınlandı: Örneğin bkz. Baker, 2011; Skutnabb-Kangas vd.
(ed.), 2013.
[lii] Bütün baskı ve engellemelere
rağmen bugün Fransa’da farklı halkların kimlik ve dillerini geliştirmeye ve
yeniden üretmeye adanmış, kültürlerin yaşamasına imkan veren okullarda 10 bin
öğrenci eğitim görmektedir (Nunez, 2010: 44).
[liii] Lenin, Ulusların Kaderlerini
Tayin Hakkı’nda İsviçre’de ortak tek bir devlet dili yerine üç resmi dilin
(Almanca, Fransızca ve İtalyanca) bir arada bulunması ve konuşulmasından
ülkenin zarar görmek yerine bu imkandan yararlandığını söyleyip bu durumu
överken son derece dağınık ve geri olan “büyük” Rusya’nın dillerinden biri için
ayrıcalıklı bir durum yaratarak gelişmesini frenleyebileceği uyarısında
bulunur; ona göre Slavlar arasındaki birleşme, bir dilin ayrıcalıklı dil olarak
ilan edilmesi ile değil, İsviçre gibi demokratik modeller örnek alındığında
mümkün olabilir (Lenin, 1989: 1819). Oysa, Stalin döneminde ağırlık Rus diline
verilmiş, diğer diller Rusça kadar/gibi sistem içinde bir önem ve işlevsellik
elde edememiştir.
[liv] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Rodney (2015).
[lv] Örneğin, geçmişte okulda Kürtçe konuştuğu için dayak
yediğini, horlanıp dışlandığını hatırlayan kimi Kürtler, o dönemlerde
(1950-1980 arası) okullarda “Kürtçe Yasak Kolu”nun olduğunu ileri sürmektedirler
(Beltekin, 2014: 127).
[lvi] Alman ve Türk kültürleri arasındaki ilişkiyi
pedagojik bağlamda ele alan çok değerli bir çalışma için bkz. Nohl (2009)
[lvii] Bu konuda Sabancı Üniversitesi’ne bağlı Eğitim Reformu
Girişimi’nin, Diyarbakır’da kurulu olan Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırma
Enstitüsü’nün, Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası Eğitim-Sen’in çalışmaları
öncelikle anılmalıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder