Meşhur bir hikâyedir.
Freud’a dair.
Victoria dönemi İngiliz muhafazakârlığını
aratmayan sıkıcı bir atmosfer içindeki Viyana şehrinde, Freud’ın psikoloji kliniğindeyiz. Orta ve üst sınıflara mensup
seçkin hastalar gelir gider kliniğe.
Dönem 20. yüzyıl başları.
Doktor Sigmund Freud, bir yandan o mühim kitaplarını yazarken, öte yandan
kliniğinde yani muayenehanesinde maişet gereği psikiyatrik ve psikolojik
hastalarına bakar.
Bir gün alımlı bir kadın gelir
kliniğe, Freud’a dert yanar, aslında
çare sorar.
Ne yapmalı ki çocuğunun hayatı “normal” olsun? Çaresizdir, çocuğunu
iyi yetiştirmek ister.
Kötümser Freud cevap verir: “Ne yaparsanız yapın, sonuç hep kötü
olacaktır.”
***
Kadının tepkisini bilmiyoruz ama bu
tavrı garipsiyoruz muhtemelen.
Rousseau’dan bu yana genel tavır, çocukta
doğal iyi bir itki görmek.
Çocuk, doğal olarak iyidir. Onu
bozan, uygarlıktır.
***
Hıristiyanlık uzun yüzyıllar “ilk günah”tan (the original sin) kaynaklı şeytani bir itki gördü çocukta.
Çözümü elbette vaftizdi.
Ama sonrasında da günahlar işlenmeliydi
ki dine ve kiliseye ihtiyaç olsun.
Kilise çözümü dinde bulurken, Rousseau doğada gördü-doğal eğitim;
daha sonra Fransız Devrimcileri eğer çocuk “yurttaş”
olursa, ulusun geleceğinin iyi olacağına hükmetti. Aslında ulus-devlet
geleneği, savaşkan Sparta’yı model alıyordu; merkezi eğitim ve yetiştirme, sert
ve gürbüz evlatlar yetiştirmek için.
Bir dolu modern eğitim sistemi, müfredat
ve ders kitapları, hatta yöntem ve teknikleri “ağaç yaşken eğilir” misali çocuğu şekillendirdi.
Şimdi gelenek, modern kalıplar
altında tekrarlanıyor. Elbette bilim imdada yetişti; pediatri, psikoloji ve
psikiyatri kuruldu, en son 19. yüzyıldan itibaren romantik edebiyatın çocuk
kahramanlarını (Pollyanna, Heidi vb;
bizde ise Ayşecik, Ömercik vb.) izledik,
bu güleç yüzlü akım insanları optimist bir gelenek içinde düzelteceğini umdu.
***
Bu tavır Avrupalı liberallere ilham
verdi, kamusal eğitim geliştirildi ama Marx,
ondan önce de ütopyacı sosyalistler kapitalizm altında insafsız biçimde
çalıştırılan çocuklara dikkat çektiler.
Fourier,
Owen ve Saint-Simon zenginleri
ikna ederek çiftlikler, hatta Owen örneğinde olduğu gibi, fabrikalar satın alarak
insanlığı ve çocukluğu kurtarmaya çalıştılar.
Sovyet eğitim sisteminde daha ileri
gidildi, kolektif üretim birimlerinde (solhoz ve kolhoz) çocuklara bakan okul,
kreş gibi birimlerde her şeyin üretim artışı ve verimine endekslendiği
sosyalist eğitimle çocuk sorunu halledilmeye çalışıldı.
***
Uzatmayayım; sonuç Freud’a göre felaket idi. Şu oedipus
kompleksiydi asıl mesele. Freud’dan feyz alan Lacan, kendi psikanalizinde evrensel bir model geliştirdi, çocuğun
yola nasıl getirildiğine ilişkin.
Şöyle: Her çocuk, hayatında üç büyük
yıkım veya şok yaşar.
İlki, anne karnından dışarı atılmakla
başlar (bebekler o yüzden mi ağlar? Her şaplak yiyen ağlamaz), ekmek elden-su
gölden anne karnında keyif çatan bebek, dışarı atılınca ilk şoku yaşar zira
anne karnı güvenlidir, sıcaktır ve samimidir; bu dünyaya da ait değildir.
İkincisi, memeden kesilmedir, meme sadece süt
vermez, aynı zamanda sağlıklı besin salgılar, beslenme güvendir, anne
sıcaklığı, hatta temastır. O yüzden bebekler anne sütünden ayrılmak istemezler.
(Bizim modern anneler hâlâ bunu meme uçlarına acı biber vb sürerek halletmeye
çalışırlar-biyolojiden biberon temelli moderniteye geçiş).
Üçüncüsü ise, çocuğun sosyalleşmesi yani
toplum hayatına girebilmesi için kurallar imparatorluğuna boyun eğmesidir, Lacan’ın ifadesiyle Büyük Öteki’nin
(kültür, kurumlar vb.) hükmünü okumaya başlamasıdır.
Çocuk, anne-babayla yaşadığı cinsellik
kokan eğlenceli oyunu (oedipus kompleksi) terk etmelidir; “normal” hayat ensestin yasak olduğunu, toplumda egemen iktidarlara
boyun eğmek gerektiğini, en azından evde anne-babaya itaat etmek lazım
geldiğini öğrenmelidir.
İnatçı, bencil, şımarık, kendine dönük ve
şiddet sever çocuğun yola getirilmesinde elbette kritik figür anne değil, baba
olur.
“Babanın yasası” hükmünü okur: Ey çocuk! Bir toplum içinde yaşamak istiyorsan, normali
yani normları öğrenmek zorundasın. Öğrenir, öğrendikçe yola gelir, yaşken
eğildikçe, yetişkinlikte kamburu çıkar; Freud’a göre kambur, habire
bastırılanlardır, yani ulaşamadığımız amaçlar, arzular vb habire bastırılır,
bilinçaltına atılır ama orası da barut fıçısı gibidir; zaman zaman patlar, yani
bastırılan geri döner, dil sürçmelerinde, şakalarda, cinnet anlarında, en çok
da rüyalarda. Kötümserliğin doruğu.
***
Viyana’da ziyaret ettiğim Freud’un müze-evinde en çok ilgimi
çeken, metal divan ve Freud’un evin iki odası arasında yer alan karanlık “düşünme odası” olmuştu. Demiştim kendi
kendime, Freud bu karanlık düşünme odasında kala kala kötümser şeyler düşündü ve
yazdı; karanlıktan aydınlık çıkmazdı.
Öyle midir, değil midir? Zor soru bu.
Freud’a hak
vermeli miyiz?
***
Üzerinde düşünmeye değer bir soru.
Buradan itibaren şöyle gidelim: Geçmişten bu yana biz, yani anne-babalar,
çocuklarımızı çok sevdiğimizi söyler, buna inanırız da. Burada sorun yok; “altın top”tur çocuk, evimizde habire
çocukla oynar dururuz (zaman zaman şut çekeriz) fakat nasıl? Burada sermaye
kavramı işimize yarayabilir.
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’ye göre dört tip sermaye vardır:
ekonomik (para),
kültürel (bilgi),
toplumsal (ağ türü ilişkiler),
sembolik (prestij, unvan vb.).
Şimdi, daha çok (h)isterik orta sınıf
ailelerde anne-babalar, çocukları konusunda hemen bir savaşa başlarlar: Daha
hamileyken klasik müzik dinletmekten gideceği okula, kaç yaşında hangi
yiyecekleri yiyeceğinden ne tür oyuncaklarla evin hangi bölümünde kaç derece
sıcaklıkta oyun oynayacağına dair.
Her şey planlanır, çocuğumuz artık projemizdir.
Çocuk, belki bizim olamadığımız olacaktır
veya olduğumuz şey olmalıdır.
“Proje çocuk”
hikayesi artık çok erken başlıyor, daha anne karnındayken. Yalnız proje
konusunda babadan çok anne faaldir.
***
Proje belirlenip ilerledikçe çocuk,
yukarıdaki dört sermaye gereği bir yatırıma dönüştürülür.
Neden?
Elbette bir sürü neden var ama ilki, Bourdieu’nün dediği gibi, sınıfın
konum, kültür ve değerlerinin yeniden üretilmesi (reproduction teorisi). Üst ve orta sınıflar kendi sınıf değerlerini
kendi çocukları üzerinde(n) yeniden üretebilme işini ciddiye alırlar, zira işin
ucunda büyük bir sermaye birikimi söz konusudur.
O yüzden profesyonelce çalışırlar.
“Zengin bebeler”in planlı büyümesi, genelde profesyonellere devredilir. Profesyonel
öğretmen olduğu kadar eve gelip giden kodamanın aile içinde bıraktığı “zengin hava” da olur; elbette bu
burjuva çocuk yetiştirme amacı beklendiği gibi nihayetlenmeyebilir.
***
Şöyle bir çevremize bakalım; hemen
her aile çocuğunu okutmak ister. Kimse çocuğunun sadece “okunmuş” olmasını istemez, bir de “okumuş” olması yeğdir. O yüzden fakir de çocuğuna yatırım yapar
zengin de. Fakat kırılma, sermayenin eşitsiz dağılımında yatar; gerçi fakirin,
ezilenin çocuğu için büyük umutlar yoktur, onun devlet kapısında bir iş bulması
yeterlidir.
Fakat zengin ebeveynin gözü hiçbir
zaman devlet kapısındaki işte olmaz; güzel çocuklar özel sektörde olmalı. Fakir
ana-baba çocuğuna son derece şefkatli yaklaşır. Burjuva, çocuğunu piyasanın
gerektirdiği bilgi ve becerileri edinmesi ve sınıfa özgü bir formaliteyi
(tercihen mühendislik üzerine İngilizce işletme masteri) yerine getirmesi için
okutur.
***
İki tür ailenin de ortak amaçları yok
değildir; mürüvvetini görmek, torun-torba sahibi olmak vb. Fakat burada da
sermayenin miktarı ve bileşimi bunun nasıl olacağını belirler. Burjuva
ailelerde çocuk “mantık evliliği”ne
kurban gidebilir; ama en kötüsü, burjuva çocukları hep aynı mekânları
paylaştıkları için “burjuvazi-içi
evlilik” yaparlar. Davul bile dengi dengine. Garibanın çocuğu da kendine
yakışanı duygularıyla bulur. Kimi sokakta görerek kimi de ana-babasını gönderip
gördürerek-görücü usulü.
Ama bu kalıp da aşılmaya başlandı
artık.
Tüm bu aşamalar, yani çocuk doğurma,
yetiştirme, eğitme, evlendirme aslında fasit bir dairedir.
Sınıfa göre belirlenir.
İnanç ve norm budur.
Örneğin, Ayşecik, Ömercik gibi
dramlardaki çocuk kahramanların yeşil gözlü, sarı saçlı olmasını yadırgar mıyız
ya da yerli bir TV dizisinde porselen dişli köylü kızını?
Hayır, yadırgamayız; külkedisi, beyaz
atlı prens vb. bütün bunlar, popüler kültür meselesi.
Yani, sınıf atlamak için bazı şeyleri
değiştirmek gerekir, değerlerden tipinize değin. Ömercik, Rousseau’nun doğal iyisi olarak bize fakirin de güzel olacağını
söyler ama tabii filmlerde-her halükarda hayatın ritmik bir esası vardır.
***
Basitçe, hayatımız kültürel kalıplar
içinde sınıfsal ilişkilere göre belirlenir ama ideoloji aynası bizi başka türlü
gösterebilir; kabaca, yalan söyleyebilir-diktatörlüğün demokrasi olduğu gibi.
Köylü bir çocuğun güzel olması bir
beklentidir ama gerçekte o çocuk, yaşadığı yere benzer-köylü kızında porselen
diş görmek bizi fantezilere sürükleyebilir ama gerçekte yaşadığımız şey başkadır;
nasıl bir hayat yaşıyorsak ona göre bilinç edinir, ona göre düşünürüz.
Köylü tarlasını düşünür, uzaya dair
metafizik yapmaz. Bir köylü, işçi veya esnaf ailesi için yetiştireceği çocuğun
ileride depremin nedeni olarak yer altındaki fayların (kırıkların) yapısı
değildir öncelikle bilmesi gereken; öncelik, “hayırlı evlat” olmaktır.
O yüzden, fakir-gariban ebeveyn,
çocuğunu önce hacı-hocada “okunmuş”
eder, sonra da “okumuş”. Fakir için
genelde iki dünya da önemlidir.
***
Bir kez daha, nasıl yaşıyorsak öyle
düşünürüz. Bir örnek; burjuva eğitim sistemi ikiye ayrılır kabaca; üst ve orta
sınıf aileler için verilen eğitimde sorgulama, kritik, değerlendirme,
rasyonalize etme esastır; 1970’lerin orasında yazan Samuel Bowles ve Herbert
Gintis Schoolling in Capitalist America’da söylerler bunu. Şunu da:
daha az, sınırlı eğitim alan fakir yani işçi aile çocuklarına ise norm olarak
dakiklik, kurallara uyma, itaat etme vb öğretilir ki, bu tam da bu çocukların
ileride olacakları şey (üretim hattında, yani fabrikada işçi olmak) için
gerekir. Erkenden uyum meselesi.
Paul Willis
buna işçiliği öğrenmek der (learning to
labour). Aslında bu farklı eğitim tarzları öğrencinin diline de yansır-dil
ya avantaj ya da dezavantajdır: İşçi, köylü, gecekondulu çocuklar okula çok
sınırlı, popüler, sokak ağzına yakışan bir konuşma koduyla (restricted speech code) gelirler,
diğerleri ise alabildiğine zengin, eğitimli, sofistike bir kodla (elaborated code of speech) gelirler, Basil Bernstein’a göre.
O yüzden ikincisi, öğretmeni hemen
anlar; diğeri de genelde öğretmeni dinlerken anlamakta sıkıntı çekebilir. Bu,
tarzlar farklılaşması elbette ailede(n) başlar: fakir anne diyelim telefonda
konuşurken odadaki oğlu gürültü yapıyorsa, anne telefon konuşmasını yapmakta
zorlandığında gürültü yapan oğluna bir terlik fırlatır, çocuğu kabaca susturur.
Bu bir eğitimdir ama dilde zenginleşmeye yol açmaz zira dilsel iletişimi
başlatmaz, bilakis anında kapatır ya da okul eğitimine ters bir dilsel kültürü
üretir.
Terliği yiyen çocuk, annesi ile
terlik arasında bağlantı kurarak dayak felsefesini öğrenmiş olur, hatta ileride
o dayaklar sayesinde “adam” olduğuna
bile inanabilir.
Öteki anne ne yapar peki?
Ahizeyi eliyle kapatır, karşı tarafa
sesin gitmeyeceğine emin olduktan sonra oğluna veya kızına şöyle der: “Çocuğum bak, sen gürültü yaptığın için
telefon konuşmasını yapmakta güçlü çekiyorum.”
Bu bir incelikli akıl yürütmedir. Neden-sonuç
ilişkisini öğretir.
Bir tür kültürel sermayedir.
İşe yarar. Özellikle eğitim ve iş
hayatında.
O yüzden, orta ve üst sınıf çocuklar
okuldaki yarışa bir sıfır önde başlarlar-ilk yaptıkları şey, eğer varsa, şiveyi
standart değişke adına terk etmektir.
***
Çocuğumuzu kafamıza göre
yetiştirmiyoruz.
Aslında kafamızla yetiştiriyoruz ama
yoksul aile, yetiştirme esnasında çocuğuna kafa atarken, zengin aile kafa
katıyor.
Fakat neoliberal kapitalizmle
birlikte, elbette popüler kültürün, akademik değerlerin, kitle medyasının
gelişmesiyle birlikte yoksul ailelerde de bir değişim başlamadı değil.
Sınıf atlamak gayesi neredeyse
evrensel bir “tepi-k” haline geldi.
Ama alttaki için elbette; yukarıdaki zaten o sınıfın içinde. Alttaki üsttekini
elinden geldiğince sıkıştırmaya çalışıyor, üstteki habire yeni çıtalar, yeni
rekorlar, yeni kısıtlamalar, yeni performans ve standartlarla mevcudu korumaya
çalışıyor.
Yarış, yani kaçma-kovalamaca
süreklidir.
Alttaki bazen birdenbire tonla para
sahibi olabilir-türedi zenginlik. Fakat parayı çabucak kazansanız bile,
orta/üst sınıf kültürel değerler hemen kazanılamıyor. O yüzden burjuvazi,
kapitalist sınıf içinde paranın, Bourdieu’nün
diliyle ekonomik sermayenin yanına diğer sermaye türlerinin yeni değişkelerini
ekleyerek sınıf içi giriş-çıkışları kontrol etmeye çalışır.
Para kısa zamanda kazanılabilir ama
bir Ekspresyonizm ile Empresyonizm arasındaki farkı öğrenmek için çocuğu ta en
başından eğitmek gerekir. Alt sınıflarda ise ilk elde edilmesi gereken sermaye,
ekonomik olanıdır; diğerlerinin aciliyeti yoktur.
Annesinin küçük Louis Althusser’e
sokakta (Cezayir’de) “pis“ yerli çocuklarla
oynamamasını söylerken derdi elbette sadece temizlik değildi; etnik kökenle de
beslenen bir sınıf ayrımıydı gözettiği. Herkes sınıfını bilecek! O koca filozof
Althusser böyle yetişti ama bir gün karısını boğdu, duş sonrası ona masaj
yaparken. Kendine geldiğinde ne yaptığını hatırlamıyordu bile. Otobiyografik
kitabı Gelecek Uzun Sürer’de bunun
nedenlerini okuruz. Asıl sorun, annesi miydi yoksa karısı mı? Anne gibi
görünüyor.
***
Toparlayalım: Rousseau gibi her şeyin çözümünü doğada, doğal eğitimde görmüyorum,
Freud gibi/kadar kötümser değilim, Lacan gibi şokları abartmıyorum, Althusser’in anası gibi kafayı yemem
mümkün değil, Bourdieu gibi her
ayrımın nedenini sermayelere yüklemiyorum, Gintis
ve Bowles gibi eğitimi ortadan kaba
biçimde ikiye ayırmıyorum.
Fakat hepsinin de haklılık payı çok
yüksek.
Ne eğitim “torna tezgahı” gibi çalışıyor ne de çocuklar projemize uyuyor
sonuçta.
Okul, ne fabrika gibi otomatik
işleyen bir “üretim tezgâhı”dır ne
de öğrenciler tek “tornadan çıkmış”
ürünlerdir.
Bir şeyler süreç içinde ters gidiyor
olmalı.
Ama ne?
Öncelikle, çocuklar bir nesne değil.
İradeleri var, düşünceleri,
eğilimleri, özgürlük istekleri, değiştirme kapasiteleri hatta.
Çocuk aslında bir öznedir.
Çoğu zaman çocuk kendi kendisini
eğitir; oyunla, hayal kurarak, arkadaşlık ederek, dünyayı bizden farklı
düşünerek.
İşte onca yazdığımız müfredat, ders
kitabı, eğitim materyali, plan ve projeler işe yaramayabiliyor.
Çünkü bunları üretirken çocuklarımıza
neyi, nasıl, ne kadar istediklerini sormuyoruz.
Çünkü uzmanız ya, çocuk bizden iyi mi
bilecek?!
Tipik düşüncemiz bu.
O yüzden tepeden, merkezden, çoğu
zaman planlı, paket ve hazır programları çocuğumuzun başına boca ediyoruz.
Oysa çocuk tam da bu arada aşağıdan
bir tarih (history from below) yazar.
İnat ederek, itirazda bulunarak, muhalefete
yeltenerek, anlamazdan gelerek, farklı anlayarak da gelişen bir tavır oluşturur.
Goethe’nin Faust’ta
dediği gibi, teori gri ve fakat hayat yeşilse, o zaman pratik hükmünü başka
türlü okuyabilir.
Rousseau’cu
iyimserlik, çözümü uygarlıktan ötede doğada bulmuştu, Lenin ise ileri modern üretimde, Atatürk modernleşmede.
Üçü aslında birbirine karşıt değil;
ne kötümser ne de iyimser olmak zorundayız.
***
Gerçeklik zaten kendini net değil,
çoğu zaman karışık, sentez ve girift biçimde sunar.
Göğe baktığımızda en çok gökkuşağını
gördüğümüzde içimiz sevinçle dolar.
Gökkuşağı, bir renk cümbüşüdür ama
kısa sürede ortadan kaybolur.
Biz ise hayatı hala siyah ile beyaz
arasında düşünür dururuz.
***
Asıl mesele, kafamızdaki çocuk imajı
ile karşımızdaki canlı-kanlı çocuk arasındaki farkı görüp bu farkın nedenlerini
anlamaktır.
Çocuğunuz, anne-baba olarak her
baktığınızda sadece kendinizi görebileceğiniz bir ayna değildir.
Çocuk, aynanın sırrıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder