“SÖZDE LAİKLİK”: Laik Eğitimin Değersizleştirilmesi



Kemal İnal

Laiklik, devletin temel belgelerinde (anayasa başta olmak üzere, ilgili eğitim kanununda vs.) hâlâ hukuksal ve siyasal bir ilke olarak kabul ediliyor olmasına karşın, AKP döneminde (2002-2019) Cumhuriyet rejiminin esinlendiği Fransız kaynaklı klasik laiklik anlayışından oldukça farklı düşünce, politika ve uygulamalar çerçevesinde ele alındı. Klasik laiklik anlayışından epey farklılaşan değişimlere konu olan bu süreç temelde iki boyutta yaşandı: Kurumsal ve düşünsel.
            Kurumsaldan kastım, Milli Eğitim Bakanlığı içindeki çeşitli birimlerde (Bakanlık merkez örgütü, taşra birimleri, okul yönetimleri vd.) laik nitelikli eğitsel yönetimin ve çeşitli pedagojik pratiklerin karşısına çıkan dinsel yönelimli yeni bir anlayışın giderek daha güçlü biçimde resmi eğitim örgütüne yerleşmesidir. Bu yeni anlayışı birçok düşünce ve uygulamada görmek mümkündür. Örneğin, ilk ve orta öğretimi üçe (ilk, orta ve lise) bölen kademeli (4+4+4) eğitim sistemine geçilmesiyle İmam ve Hatip Ortaokulları yeniden açıldı. Lise ve ortaokullarda öğretmenlerin yanı sıra öğrencilere de başörtüsü (türban) takma izni verildi. Kademeli eğitimle birlikte zorunlu din dersine ek olarak üç seçmeli din dersi daha müfredata eklendi. Otistik öğrenciler için de din dersi zorunlu kılındı. Okullarda mescit açılmasına onay verildi. “Zorunlu” karma eğitimin bir hak ihlali olduğu ileri sürüldü ve bu konu MEB içinde de tartışıldı. Çeşitli okul giriş sınavlarında din sorularının çoğu İslamiyet’le ilgiliydi. Okullarda mezuniyet mevlidinin okutulması, Yaratılış Düşüncesi’nin derslerde bilimsel bir konu gibi anlatılması, Darwin’in Evrim Teorisi’nin okul müfredatlarından çıkarılması, anaokulundan üniversiteye değin tüm örgün ve yaygın okullara İslam temelli değerler eğitiminin konulması, okul müdürlük sınavlarında hükümete yakın Eğitim Bir-Sen’li öğretmenlerin sözde daha fazla başarılı olması (gerçekte sayılması) ve atanması gibi pek çok uygulama artık AKP öncesi dönemlere göre oldukça farklı bir laiklik algısı ve uygulamasıyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Resmi belge, düşünce ve pratiklerde laiklik hala geçerli ama uygulamada başka türlü bir laiklik anlayışı yerleşiyor gibi.  Buna “sözde laiklik” diyorum. Sözde var ama uygulamada giderek aşınan, anlam kaybına uğratılan veya değersizleştirilen bir laiklik anlayışıyla karşı karşıyayız.
Bu değişiklikler akla öncelikle eğitimde (ve devletin diğer kurumlarında) laiklik ilkesinin aşınıp aşınmadığı, değersizleştirilip değersizleştirilmediği veya farklı türden bir laiklik anlayışının uygulanıp uygulanmadığı sorusunu getiriyor. Elbette devlet kurumlarında AKP’nin izlediği yeni laiklik anlayışının sadece uygulamadan ibaret olmadığı söylenmeli. AKP dönemine damgasını vuran egemen “dinsel söylem”e de dikkat çekilmeli. Bu söylemin maddi temelleri çok güçlü. Söylem, bir yandan devleti yeniden üretirken, devlet de söylemi güçlendirmektedir. Bu söylemi başta cinsellik, kadın-erkek ilişkileri, alkol tüketimi, madde kullanımı, çeşitli toplumsal davranışlar, ulaşım araçlarını kullanma olmak üzere hayatın geniş alanlarında AKP’lilerin verdikleri demeç, konuşma ve yazılarıyla gördük, hâlâ da görüyoruz. Resmi uygulamaları önemli ölçüde değiştirmeye dönük önerilerin asıl amacı, uygulamayı ya ikili (paralel) hale getirmek ya da sadece din temelli olarak yeniden kurmaktır. Örneğin, AKP İstanbul milletvekili İsmet Uçma, TBMM Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerini Araştırma Komisyonu’nda, tıpkı kilise sisteminde olduğu gibi, nikâhın artık camilerde kıyılması gerektiğini şöyle açıklamıştı:
“ Avrupa’da olduğu gibi isteyen belediyede, isteyen camide nikâhını kıydırabilir. Bu, işleri hem pratik hale getirir hem de temel hak ve özgürlük ile tercih bakımından son derece demokrasiye uygun bir gelişim gösterir. İsteyen de hiç nikâh kıydırmayabilir. Benim söylediğim imam nikâhı değil. Nikâhın imamı veya belediyesi olmaz. Nikâh Allah adına akdedilir. Devletin görevi; sadece kayıt tutmaktır.”[1]
Nitekim 2017 Ağustos ayında bir tür din adamı olan müftülere resmi nikâh kıyma yetkisi verildi. Fakat yukarıdaki alıntıda dikkat çekilmesi gereken nokta, nikâhın dinsel temelde yorumlanması ve fakat devletin bu resmi işlemde tali bir işle (nikâhın kaydını tutma) görevlendirilmesi. Tabii, AKP’nin bütün dinsel temelli reform (!) önerilerinde öne çıkan mantığı burada bir kez daha görmek mümkün: Reform adı altında önerilen ve yapılan reformların Batı örneği üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılması, hak ve özgürlük üzerine oturtulmasıdır. Başka bir nokta ise, İslam dininin kolaylık dini olduğu yargısına dayalı olarak alınan pragmatik tutumdur. Yeni uygulama ve düşüncelerin insanların resmi ve gayri resmi işlerini daha da kolaylaştıracağı iddiasına eşlik eden bu algıya göre mesele, hayatı daha yaşanılır kılacak pratiklerle donatmak ve böylece temel hak ve özgürlüklerin daha fazla güçlenmesini sağlamaktır. Burada seküler hayat pratiklerinin insanın hayatını daha da kolaylaştıracak dinsel uygulamalar üzerine temellenmesi gerektiği ileri sürülürken bir biçimde yukarıdan aşağıya bir toplum mühendisliği projesinin yürütüldüğünü görmeliyiz. Bu mühendislik mantığını Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan zaten çok açık ve veciz biçimde dile getirmişti. Bu jakoben mühendislik bakış açısı içinde Erdoğan, Başbakan iken devlet okullarının asıl misyonunun “dindar” nesiller yetiştirmek olduğunu dile getirirken kendi düşüncesinin karşı kutbunu şöyle açıklamıştı:
“Türkiye’yi dindarlar-dinsizler diye ayırdığımı söylüyor. Önce şu kulakların duymaya alışsın. Benim ifademde dindarlar-dinsizler diye bir ifade yok. Dindar bir gençlik yetiştirme var. Bunun arkasındayım. Muhafazakâr demokrat partisi kimliğine sahip bir partiden ateist bir gençlik yetiştirmemizi mi bekliyorsun? Senin öyle bir amacın olabilir ama bizim öyle bir amacımız yok. Biz muhafazakâr, demokrat, tarihten gelen ilkelerine sahip çıkan bir nesil yetiştireceğiz. Bunun için varız.”[2] 
 Devlet okullarında tekçi bir görüş çerçevesinde belli bir (homojen) nesil yetiştirmeye soyunulması, AKP’nin kamu eğitimi üzerinden sadece dinsel bir neslin eğitimine geçit verdiğini mi gösterir? Yeni bir nesil yetiştirme hedefi açıklanırken, önceki dönemin eğitim politikasının ateist[3] bir gençlik yetişmesine neden olduğu iddiası, AKP’nin eğitimi tümüyle, kimlik bağlamında, din penceresinden gördüğüne işarettir. Erdoğan geçmişte birçok kez gençliğin eğitiminin yanı sıra sosyal yaşantısını beğenmediğini açıklamıştı. Örneğin, üniversiteli öğrencilerin kızlı-erkekli (karışık) olarak evlerde kalmalarına, uluorta öpüşmelerine, evlenmeden birliktelik yaşamalarına karşı çıktı, bu tür yaşam tarzını onaylamadığını söyledi. Bu belli bir kimlik, yaşam tarzı ve ideolojik dünya görüşüne onay vermemenin gerekçesi hep, geçmişe doğru yapılan bakış açısı içinde sergilenen belli bazı hassasiyetler oldu. Bu hassasiyetler (Osmanlı tarihi, ecdat, din, yerlilik, millilik vs.) Erdoğan için hem uyulması gereken resmi ve gayri resmi norm ve ölçüler hem de “ileri demokrasi”ye en uygun yaşam tarzı uğraklarıdır. Erdoğan’ın muhafazakâr kimlik tercihini yansıtan, Osmanlı özlemini gösteren ifadeleri, Osmanlıca dersinin zorunlu ders olarak okutulması veya üniversiteye artık “külliye”[4] denilmesi gerektiğini söylemesinde olduğu gibi, modern laik eğitim öncesine, geleneksel Osmanlı devrine yönelik ilgisine işaret eder. Ancak tüm bu eğitimi öncelikle dine göre yorumlama ve uygulama çabaları, Erdoğan ve AKP’nin laikliği reddettiği, ondan uzaklaştığı anlamına gelmiyor elbette. Erdoğan, dine yontan bir laiklik anlayışını sürekli savundu; öyle ki, asıl ve gerçek manada laikliğin kendi dönemlerinde yaşandığını bile iddia etti. Türkiye’nin Batı tarafından İslam ülkelerine demokratik ‘Türk modeli’ olarak takdim edildiği günlerde Erdoğan, Mursi’nin iktidarda olduğu dönemde yaptığı Mısır ziyaretinde dünyaca ünlü İslam üniversitesi El-Ezher’de Arap-İslam devletlerinin laik olması gereğinden bahsetti. Ne var ki, Erdoğan ve AKP’nin laiklik anlayışında, siyasal yönetimin (devlet) dinler karşısında tarafsız kalması söz konusu olmadı hiç. Yeni laiklik anlayışında (sözde laiklik) din-devlet işlerinin birbirinden ayrı olması değil, inançlara saygılı bir laiklik söz konusuydu. Zira milletin dini hassasiyetleri bunu gerektiriyordu. Erdoğan, bu yeni laiklik anlayışında bireyin öznel seçimleri üzerinden kalkarak laikliğin sınırlarını da çizdi. Bu sınırlara göre Erdoğan, laiklik çizgisinin dışında kalıyordu. Bireylerin değil ancak ve sadece devletin laik olabileceğini iddia eden Erdoğan’a göre, kendilerinden önceki dönemlerde dindar öğrenciler sırf inançlarından ötürü eğitim haklarını kullanmaktan alıkonuldular, mağdur oldular, sistemden dışlandılar. Şimdi demokratikleşmeyle birlikte laiklik sağlam temellere oturtulmuş, din ve vicdan özgürlüğü devletçe garanti altına alınmış, dindar öğrenciler yurtlarından uzakta, yabancı diyarlarda[5] okumaktan kurtulmuşlardı.
Ne var ki, bu yeni laiklik anlayışı, Cumhuriyet dönemini esinleyen klasik Fransız laikliğinden oldukça farklıdır. Fransa’nın laik eğitim sistemine göre okullarda hiçbir dinin sembolü, propagandası, uygulaması veya ibadetine devletçe izin verilmez ve bu, devletin tüm dinlere eşit mesafede olduğu, dinler arasında taraf tutmadığı anlamına gelirken AKP dönemi Türkiye’sinde tek bir dinin ve mezhebin kamu okullarında varlığı, görünürlüğü, hatta etkisi ve işlevselliği geçmişe göre çok fazla arttı. 2010’dan sonra, AKP’nin iktidarını daha da güçlendirdiği ve rakiplerini alt ettiği bir konjonktürde eğitimin dinsel düşünce ve pratiklere göre yeniden yorumlanması talebi, nüfusun % 99’nının Müslüman olduğu, velilerin ısrarla dinsel eğitim talep[6] ettiği, toplumsal sorunlara (alkolizm, uyuşturucu, erken yaşta seks, sosyal medya alışkanlığı vs.) ancak dindar bir gençliğin yetiştirilmesiyle son verilebileceği iddiaları kamuoyunda daha güçlü biçimde dillendirildi. Öyle ki, bir yandan AKP’ye yakın Eğitim Bir-Sen, MEB’e sunduğu önerilerle, öte yandan 19. Milli Eğitim Şurasında (2014) gözlendiği gibi, birçok eğitim “paydaş”ının eğitimde laik uygulamaları eleştiren düşünceleriyle eğitimin dinsel düşünce ve pratiklere göre yeniden yorumlanması hamleleri giderek arttı. Başta ilahiyat profesörü ve İslami çevrelerin en başta gelen kanaat önderi olan Hayrettin Karaman, Abdurrrahman Dilipak, Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu gibilerinin gazete yazıları ve TV konuşmaları olmak üzere, İmam-Hatip okullarının gücü, sayısı ve çeşidinin artırılması gerektiğini savunan çeşitli dernek ve kuruluşlar, Ulema adını verebileceğimiz sofu düşünürler, Diyanet İşleri Başkanı, TRT’ye bağlı Diyanet kanalı, İlahiyat Fakültelerinden öğretim üyeleri, veliler ve çeşitli çevreler eğitimde İslami müfredat, ders, mesaj, uygulama ve politikaların daha da artırılması gerektiğini her geçen gün daha fazla dile getirdiler. Kendi tabanlarının böylesi bir talebi olsa bile, bu talebin okul giriş sınavlarında belli seküler okullara (Robert Kolej, Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ vb.) dini kesimlerin de çok ilgi göstermesi çelişkili olsa gerek.  
AKP, Cumhuriyet döneminden bu yana uygulanan eğitim sistemini tektipçi olarak eleştirdi ve bu yönde çeşitli adımlar[7] attı sürekli olarak. Bu adımları atarken İslami kuruluş ve kişilerden sürekli destek aldı, hatta onların kimi kampanyalarına destek bile verdi. Örneğin, Tevhid-i Tedrisat Kanununun, baskıcı, yasakçı, inkârcı, dayatmacı ve merkeziyetçi olduğu gerekçesiyle eleştiren, bu kanunun kaldırılması için imza kampanyaları ve konferanslar düzenleyen Mazlum-Der’e en büyük destek yine AKP’den geldi.[8] Yine AKP’ye yakın eğitim sendikası olan Eğitim Bir-Sen sendikası, kendi akademik dergisinde[9] karma eğitimi “zorunlu” olduğu için insan hak ve özgürlüklerine aykırı buldu, kız-erkek öğrenci karışık eğitim-öğretimin kızların akademik başarısını düşürdüğünü ileri sürdü, tek cinsiyetli eğitimin karma sisteme göre daha rasyonel ve demokratik olduğunu iddia etti. Bu tezlerini kanıtlamak için de çeşitli Batılı ülkelerden (ABD, Avustralya, İngiltere vd.) “kanıtlar” ve “olgular” sundu. Değerler Eğitimi Merkezi[10] de, hem ahlaklı hem başarılı çocuk yetiştirmenin temelinde muhafazakâr temelli değerler eğitimi olduğunu belirterek bu eğitimin İslami temelde kurulması gerektiğini söyledi. Bu tür örnekleri artırmanın gereği yok. Burada şu kadarını söylemek yeterli: AKP, kendi muhafazakâr tabanının taleplerini karşılamak adına bilhassa son yıllarda eğitimde laiklik ilkesini tartışma konusu yapan çeşitli uygulamalara baz oluşturan yasalara daha sık imza attı.
Fakat bu düşünce ve uygulamalara karşı belli odaklarda (örneğin CHP, Eğitim-Sen, Aleviler) ciddi bir muhalefet de gelişti. Nitekim bazı Alevi[11] vatandaşların zorunlu din dersinin insan hak ve özgürlüklerine aykırı olduğu iddiasıyla AİHM’de açtıkları çeşitli davalar (ilk dava 2007’de Hasan ve Eylem Zengin’e aitti) sonucu AKP hükümeti bu mahkeme tarafından mahkûm edildi. Verilen kararda, tek din ve mezhep anlayışına dayalı zorunlu din dersi müfredatının ve buna göre yazılan ders kitaplarının çeşitli ve farklı inanç grupları açısından kabul edilemez olduğu ileri sürülerek din dersi müfredatında diğer inanç gruplarının din ve mezheplerini anlatan bilgilere de yer verilmesi gerektiğine hükmedildi. AİHM daha sonraki bir kararında[12] ise, AKP hükümetine zorunlu din dersini kaldırmasını tavsiye etti. AKP hükümeti, Hasan-Eylem Zengin davasından çıkan karar gereği AİHM’e yanıt olarak zorunlu din dersi müfredatına Alevilik ile ilgili bir ünite ekledi, ancak eklenen ünitede verilen bilgilerin Aleviliği doğru ve yeterince geniş anlatmadığı eleştirisi yapıldı. Mahkemenin bu dersin kaldırılmasını öneren kararını ise Türkiye hükümeti temyize götürdü. Ne var ki, kararın temyize götürüldüğü bir üst mercii, temyiz organı olarak görev yapan Büyük Daire, zorunlu din dersiyle ilgili aldığı kararına ilişkin Türkiye’nin itirazını reddetti.
AİHM, 2011’de açılan “Mansur Yalçın ve diğerleri” davasında 16 Eylül 2014’de oybirliğiyle aldığı kararda, Türk hükümetinden bir an evvel öğrencilerin zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden muaf tutulmalarını sağlayacak yeni bir sisteme geçmesini talep etti. Temyizden ret kararının çıkması, Türkiye’nin artık zorunlu din dersi konusunda yeni bir uygulamaya gitmesini gerektiriyor.[13] Yani, Türkiye, mahkemenin aldığı kararın gereklerini yerine getirme ve dikkat çekilen mağduriyetleri giderme konusunda adım atmak zorunda. AİHM’de 9 yıl yargıçlık yapan CHP İzmir eski Milletvekili ve AİHM Yargıçlar Birliği Başkanı olan Rıza Türmen, Türkiye’nin bu kararın gereğini yerine getirmek zorunda olduğunu belirtirken, dersin zorunluluğu kaldırıldığı için bundan böyle üniversiteye ve liseye giriş sınavlarında din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinden soru çıkmaması gerektiğini, aksi takdirde ülkenin üzerindeki baskıların artacağını ve işin Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınmasına değin gidebileceğini ileri sürdü. Türmen’e göre AİHM sözleşmesinin 46’ncı maddesi çerçevesinde alınan karar, bağlayıcı ve ilgili devlet bu kararı uygulamak zorunda. Türmen, kararın uygulanması için belli bir süre olmadığını ama gecikmeden uygulanması gerektiğini ileri sürdü. Tabii burada hükümetin, sığınacağı nokta, dersin 1982 Anayasası ile konulduğu ve kaldırılmasının da Anayasa değişikliğini gerektirdiği iddiasıdır. Türmen’e göre ise, Anayasa değişikliğine gitmeden de ya da gitmeden önce, kanun ya da yönetmelikte yapılacak bir değişiklikle ders şimdilik zorunlu kalsa bile, öğrenciye muaf olma hakkının tanınabileceği şeklinde bir çözüm yolu mevcut. Haliyle yeni duruma göre öğrenciye hiçbir şekilde kendi inancını söylemesi zorunluluğu getirilmemelidir. Zira AİHM’e göre inancını açıklamak, din ve vicdan özgürlüğüne aykırıdır.[14]        
Oysa Türkiye, AİHM’in daha önce aldığı kararları hiç uygulamadı veya eksik, yalan-yanlış uyguladı. Burada Türkiye, zorunlu din dersi konusunda sadece Müslüman olmayan öğrencilerin muaf tutulmasını yeterli buldu ve fakat Alevi, ateist veya dine ilgisiz olan öğrenci velilerinin taleplerini dikkate almadı. AİHM, söz konusu kararlarında, zorunlu din dersinin, okullarda alınan eğitim ile ailelerinin dinsel veya felsefi inançları arasında çatışmaya neden olabileceğini, Türkiye eğitim sisteminin ebeveynin inançlarına saygı konusunda Avrupa standartlarını kabul etmesi gerektiğini ifade etti. Aleviler, zorunlu din dersinin bir asimilasyon mekanizması olarak işletildiğini ileri sürüp ciddi bir insan hak ve özgürlüğü konusuyla karşı karşıya kaldıklarını ileri sürdüler. Aleviler, 1982 Anayasasının getirdiği zorunlu din dersi uygulamasının yanı sıra sadece Sünnilere hizmet veren Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını, laiklik ilkesinin gereği olarak talep ettiler. Fakat AKP, Cemevlerinin ibadethane sayılması için mücadele veren Alevilerin Diyanet ile ilgili taleplerini hiç dikkate almadı. ‘Alevi Açılımı’nın konuşulduğu günlerde Alevilerin Diyanet’te temsili, Alevi dedelerin devletçe maaşa bağlanması, camiler gibi cemevlerinin de ücretsiz elektrik ve su kullanması gibi politika önerileri hayata geçirilmedi. Zira AKP’ye göre Alevilik, bir din veya mezhep değil, kültürel bir inanç biçimidir. Bu, Aleviliğin hâlâ AKP tarafından dinsel değil, sosyolojik veya antropolojik sınırlar içinde, resmen, yukarıdan ve keyfi biçimde tanımlandığını göstermektedir bize.
Laikliği her defasında, “din-devlet işlerinin birbirinden ayrılması” anlayışından ziyade, “din ve vicdan hürriyeti” olarak gören AKP, dindar öğrencilerin okul içindeki eğitim-öğretimlerinde dinsel sembol, ibadet ve bilgilerin kullanımını bir insan hak ve özgürlüğü konusu olarak yorumladı. Erdoğan, bir tarihte İspanya’dayken başörtüsünün dinsel bir sembol olduğunu kabul eden bir açıklama[15] yaparak muhalefetin eleştiri olarak yönelttiği iddiayı bir biçimde kabul etti. Bu, başörtüsü konusunda Erdoğan’ın muhalefete sayısız meydan okumasından biri olarak tarihe geçti. Artık başörtüsüne ilişkin bu resmi onay, dinsel giyimin kişinin kendi içinde ve sadece kendisini ilgilendiren özel bir inanç konusu olmaktan çıkıp siyasallaştığını, devletin resmi politikası tarafından meşrulaştırıldığını gösteriyor. Geçmişte örtünme laikliğe göre değerlendirildiğinde, devletin tarafsız kaldığı ve resmi kurum ve işlerde bir ayrımcılığa yol açmasın diye kamusal alanın dışında tuttuğu bir pratik söz konusuydu. Oysa şimdi başörtüsü, AKP iktidarının siyasal bir simgesi olarak her türlü resmi pratikte onay gören bir sembole dönüştü. Devlet kurum ve işlerinde başörtüsünün varlığı, bu sembolün giderek devletin kendini meşrulaştırdığı bir onay mercii haline geldi. Siyasallaştığı için de artık basit bir inanç özgürlüğü konusu değildir.        
Burada asıl mesele, eğitimde uygulanan dinsel politika ve düşüncelerin, sergilenen sembollerin, uygulanan ritüellerin eğitim yönetiminde, okul içi pedagojik süreçlerde ve eğitim özneleri (öğretmen, öğrenci, veli) arasında bir çatışma, diğer gruplara karşı bir ayrımcılık, ötekileştirme ve dışlama yaratıp yaratmadığıdır. Yaşanan kimi pratikler, birçok olumsuz uygulama olduğunu gösteriyor. Nitekim 2014 Ağustos’unda lise yerleştirme sınavı sonuçları açıklandıktan sonra, kimi Ermeni ve Musevi öğrenciler, inançlarının farklılığı dikkate alınmaksızın, istekleri dışında, internet üzerinden İmam-Hatip okullarına kaydedildi, nüfusunda din hanesi boş bırakılmış olan öğrencilere de din dersini alma yükümlülüğü getirildi.[16] Bir yandan İslam’da zorlama yoktur denilirken öte yandan herkes için zorunlu tutulan din dersine yönelik artan tepkilere karşı AKP ve Erdoğan, dinsel eğitimi daha sert biçimde savunan pozisyona girdi. Din temelli eğitimi normal ve doğal gören Erdoğan, matematik, fen, biyoloji gibi pozitif (bilimsel) derslerin zorunlu tutulmasının eleştiri konusu yapılmazken, din dersinin zorunlu tutulmasına yöneltilen eleştirileri anlayamadığını açıkladı. Din ile bilimin kıyaslandığı[17] bu nokta, dini artık bilim ile eşdeğer gören bir noktadır. Kimya varsa din dersi de olmalıdır, matematik okutuluyorsa inançlar da okutulmalıdır, fıkıh’ın biyolojiden eksik olan ne yanı var ki?! Tabii buradaki kıyaslamanın bilimi kabul eden tarafı, bilimsel diye her konunun okullarda okutulamayacağı görüşünü gözlerden saklamamalı. Örneğin, Darwin’in Evrim Teorisi’nin okutulması artık MEB okullarında çok ciddi suçlama, kınama ve cezalandırma konusu olabilmekteydi; sonrasında ise (2017 Ağustos) bu teori müfredatlardan tümüyle kaldırıldı. Burada eleştirilen konuların içeriğine yöneltilen eleştiriler, sıra din dersine gelince buhar olmaktadır. Zorunlu din dersinin zorunlu tutulmasının insan hak ve özgürlüklerine aykırılığı bir tarafa, bu dersin içeriğine ve pedagojik uygulamasına[18] da yoğun eleştiriler yöneltildiğini biliyoruz. İslam’ın merkeze alınıp tüm diğer dinlerin İslamiyet’e göre konumlandırılıp İslam’ın idealize edilerek[19] anlatıldığı bu derste dine ilişkin sosyolojik, felsefi, psikolojik, antropolojik bilgi ve değerlendirme bulmak mümkün değil.[20] Haliyle AKP için mesele, ne dünya dinlerinin tanıtılması ne de dine ilişkin bilimsel bilgilerin tartışılmasıdır. Kendine göre bir din tanımı ve açıklaması yapan AKP için bunun anti-demokratik bir uygulama olduğu meçhuldür.    
Maalesef, bilhassa son birkaç yıldır AKP’nin eğitime Sünni İslam temelindeki tekçi/mezhepçi bakış açısına dayalı partizanca tavrı, eğitim yönetiminde dinsel tutumu daha da güçlendirdi. AKP’nin desteklediği Eğitim Bir-Sen’e üye olan öğretmenlerin sözlü sınavlarda son derece başarılı bulunup, hatta kayırılıp müdür yapılırken diğer sendikalara (Eğitim-Sen, Türk Eğitim-Sen vd) mensup öğretmenlerin sınavlarda büyük ölçüde başarısız olmaları, bu partizanca tutuma bağlanabilir. Bu uygulamayla artık okulların neredeyse tamamı AKP yanlısı müdürler tarafından yönetiliyor. Bu müdürlerin de, ilçe ve il milli eğitim müdürlükleriyle işbirliği içinde, kendi okullarında Islama aykırı gördükleri konularda (örneğin derslerde Darwin’in Evrim Teorisi’nin anlatılması,[21] din konusunun hurafe[22] olarak açıklanması, AKP’nin laik eğitim karşıtı uygulamalarının eleştirilmesi vb.) muhalif öğretmenlerin cezalandırılmalarında çok etkili olduğu belirtilmekte. Bilhassa Eğitim-Sen’li öğretmenlere uygulanan çeşitli cezaların (sürgün, maaş kesimi, kademe ilerlemesinin durdurulması, mahkemeye verme, meslekten ihraç etme vs.) her geçen sene arttığı medyaya sürekli olarak yansıdı.
            Ayrımcılık ve ötekileştirme, MEB’in çeşitli kurum ve kişilerle olan ortak çalışmalarında da görülebilir. AKP, diğer pek çok konuda olduğu gibi paydaş dediği çeşitli resmi ve sivil örgüt ve kurumlarla işbirliği halinde çalışarak politika geliştirme ilkesini her zaman korudu ve işletti. Ancak, iktidarının ilk yıllarında bu paydaşlar arasında liberal ve sol örgütler de epeyce yer alırken, sonraki dönemlerde dinsel nitelikli olanlar MEB’in “reformlar”ında ağırlıklı[23] bir yer kapladı, hatta bu tür kuruluşların önerileri çoğu zaman eğitim alanında MEB ve AKP’nin kabulüyle yasalaştı. Örneğin MEB, Hizmet Vakfı’nın önerisiyle anaokullarından üniversitelere kadar örgün ve yaygın bütün eğitim-öğretim kurumlarında Değerler Eğitimi başlığı altında bir seminer programını kabul etti, bunun için de bu vakıf ile bir protokol imzaladı.
            Bu seminer programı dinsel ağırlıklı tavsiye ve yönlendirmelerden ibarettir. Dokuz başlık altında Kuran ve hadislerden alınan örneklerle standart ahlaki (İslami) sosyal davranış oluşturmanın kodlarının içerildiği bu seminer programı, bir insan hakkı ve özgürlüğü olarak önerilirken bunun, kaldırılan Öğrenci Andı gibi bir indoktrinasyon olmadığı ileri sürüldü. Seminer verme şeklinde planlanan değerler eğitimin başlamasıyla olan şeye açığa çıktı.  Örneğin, Bingöl İl Milli Eğitim Müdürlüğü, okullarda verilecek değerler eğitimiyle ilgili hazırladığı 50 sayfalık sunumunda sosyal medyanın[24] çocukların ahlakını yozlaştırdığı, onları “ruhsuz, duyarsız ve tek tip” haline getirdiğini iddia etti. Sunumda, ilk ve ortaokulların panolarında sure ve hadislerin yer aldığı örneklere yer verildi. Hizmet Vakfı, Ensar Vakfı, Bingöl Müftülüğü, Zinde Spor ve İzcilik Kulübü ile imzalanan protokoller çerçevesinde okullarda ‘Son Peygamber’in Hayatı’ konulu bilgi yarışmasının düzenleneceği belirtildi.[25] Değerler eğitiminde değerden sadece İslami değerlerin anlaşıldığına ilişkin bir başka örnek olay da şöyle: Kırıkkale İl Milli Eğitim Müdürlüğü, hazırladığı ve ayet ve surelerden oluşan altı sayfalık bir eğitim içeriğinde Şubat ayının konusu olarak ‘sabır’ı belirledi. İlk ve ortaokullarda sunulan içerikte ‘Ve rabbin için sabret’, ‘Allah sabredenleri sever’, ‘Allah sabredenlerle beraberdir’, ‘Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir’ ayetlerine yer verildi.[26] Tabii burada en önemli nokta, sabır gibi daha çok kişilik, irade ve sosyal yaşamla ilgili olan bir konunun sadece dinsel temelde anlatılması ve soyut içeriğin küçük çocukların gelişim ve eğitim düzeyine uymadığını göz ardı edilmesidir. ‘Çocuğun yüksek yararı’ diye bir anlayışın göz ardı edildiği, devlet okulundaki çocuğa istediği inancı yukardan, jakoben bir tavırla aşılama hakkının kendinde görüldüğü bu resmi bakış açısının hiç de laik olmadığı bariz değil mi?   
        Yine İmam-Hatip okullarının sayı ve çeşitlerinin artırılması, bütçelerinin çoğaltılması ve AKP hükümetince baş tacı edilmesinde bu okullarla ilgili dernek ve vakıfların[27] baskısı veya etkisi önemli bir rol oynadı.
            Bütün bu düşünce, politika ve uygulamalar, AKP’nin dinler karşısında tarafsız kalmadığını, bilakis belli bir din ve mezhebe öncelik, avantaj ve pratik zemin sağladığını, diğer din ve inançlara (yeterince) devlet hizmetlerinde (eğitim, Diyanet vb.) yer vermediğini göstermek bakımından ciddi bir temsil sorununu teşkil ediyor. Yani, eğitim politikalarını artık büyük ölçüde din temelli olarak kurmaktadır AKP. Okullarda dinsel inancın bir sorun haline gelip gelmeyeceği, artık tümüyle tercih edilen din ve mezhebe bağlı hale gelmiş durumda. Okulda öğretmen ve öğrencinin taktığı başörtüsünün çeşitli pedagojik avantajlar sağladığı, namaz kılmanın okulda ayrıcalık görmeye yol açtığı, Cuma’ya[28] gitme ve Eğitim Bir-Sen’e üye olmanın terfi, atama ve görevlendirmede kolaylık yarattığı, sınavlarda din sorularını başarılı biçimde yanıtlamanın rekabette öne geçmeyi sağladığı bir dönem yaşıyoruz.
            Fakat bu, yurt içi ile dışı arasında çok ciddi bir çelişki oluşturmakta. Bir yandan küresel kapitalizmin üretim, teknoloji, iş ve meslek alanlarında yarattığı yoğun rekabet sonucu eğitim sistemleri neoliberal iktisadi yaklaşımın belirleyiciliği altında çeşitli değişim ve dönüşümler geçirirken, öte yanda bu değişim ve dönüşümün kimlik, kişilik ve karakter alanlarında çeşitli olumsuzluklar (yozlaşma, özüne yabancılaşma, ecdadını tanımama[29] vb.) yarattığı ve fakat buna ancak tek bir biçimde, yani eğitimin dinselleştirilmesiyle, sosyal yaşamın muhafazakarlaştırılmasıyla ve devlet yönetiminin (eğitim dahil) anti-laik karakterde yeniden dizayn edilmesiyle karşı konulabileceğini iddia eden bir siyasal iktidarla karşı karşıyayız. 2004 müfredat reformunda, dönemin Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Ziya Selçuk, küresel yapı, ilişki ve eğilimlerin yarattığı savrulmalardan yüksek öğretimin kurtulamayacağını ve fakat ilköğretimin bu savrulmalara karşı koyabilmek için daha sağlam temeller üzerine oturtulması gerektiğini ileri sürmüştü. Selçuk tezini anlatmak için bayrak direği metaforunu kullanmıştı: Bayrak direğinin altı yere yakın ve kalın olduğu için küresel rüzgârlara, direğin ince ve daha çok rüzgâr aldığı üst kısmına yani yüksek öğretime göre daha dayanıklıydı ya da öyle olmalıydı. Tabii direğin altı yani ilköğretim küresel değişime dayanıklı olabilmek için milli-manevi değerler temelinde örgütlenmeliydi.
Aslında ulusal eğitim sistemini dini-Türkçü değerler üzerinden yeniden temellendirme görüşünü ilk kez sistematik ve politik uygulama bakımından gündeme getiren Aydınlar Ocağı oldu. Pozitivist ve laik eğitim ve kültür politikalarının gençliği yozlaştırıp onları sapık akımlar (materyalizm, liberalizm, sosyalizm vd.) peşinden koşmaya ittiğini ileri süren bu akımın ilk kez sistematik biçimde bir devlet politikası olarak uygulanması, ANAP iktidarları döneminde (1983-1991) Beşinci ve Altıncı Beşer Yıllık Kalkınma Planlarının uygulama programlarını oluşturan ve Devlet Planlama Müsteşarlığınca hazırlanan Milli Kültür adlı bir raporla uygulamaya konuldu.[30] Raporda “Türk” kimliği, İslamiyet’e göre birincil bir nitelik taşıyor, İslam ise Türklüğe yardımcı bir işlevle tanımlanıyordu. Fakat AKP döneminde, Erdoğan’ın tüm milliyetçi söylemlerine karşın, bu formüldeki öncelik sırası değişti. İslam, Türklüğe göre daha kapsayıcı, anlamlı ve etkili olarak formüle edildi.[31] Erdoğan’ın onca millici, milliyetçi, yerlici söylemlerine karşın “Türk” kelimesiyle olan sorunu, aslında “ümmet” kavramına yaslanan İslam’ın ulus/millet üstü kapsayıcı değerlerinden kaynaklanıyor. Ümmet fikrini temel alıp Ortadoğu’da yeniden Osmanlı rüyaları gören AKP’lilerin elbette dar, ulusal/üniter “Türklük” sınırlarına hapsolması beklenemezdi. Fakat bu politika gelinen noktada iflas etti. Batı AKP Türkiyesini tüm anti-demokratik İslam ülkelerine, bilhassa ateşten çemberi içindeki Ortadoğu ülkelerinde “demokratik” rol modeli olarak sundu uzun süre fakat AKP, “emperyal” rüyalara dalıp bölgede hamilik, ağabeylik veya patronluk taslayıp başka bir role geçmeye kalkınca model konusu kapandı. Şimdi Batı için Türkiye, “öngörülemez” bir ülke halinde; ABD’nin “stratejik ortağı”ndan “değerli yalnızlığa” evrilen bir devlete dönüştü.   
* **                                 
     Sonuç olarak, eğitimde yaşanan son yıllardaki kimi gelişmeler bize eğitimde/okulda laikliğin ciddi ölçüde çarpıtıldığını, hatta gerçek anlamından edilip değersizleştirildiğini gösteriyor. Ortaya çıkan şey, “laiklik” değil, “sözde laiklik”tir. Devlet yönetiminde gerek kurumsal uygulamalar gerekse toplumsal alandaki düşünsel gelişmeler, laikliği savunmanın ciddi bir cesaret gerektirdiğini, CHP gibi yapıların muhafazakar kesimlerden de oy alabilmek amacıyla bu işten neredeyse vazgeçtiğini, akademik dünyada bu yönde hiç yayın yapılmadığını görüyoruz. Modern Türkiye’nin harcında önemli payı olan laikliğin değeri ancak gittiğinde mi anlaşılmalı? İran’da olduğu gibi. Eğitimde (yüksek öğretim dahil) 25 milyon öğrenciye laiklik temelinde bilim ve demokrasiyi öğretemediğimiz sürece ülke daha da kötüye gidecek; borç sarmalı, intiharlar, sefalet, işsizlik, kayırma, üretimsizlik, doğanın tahrip vb. edilmesi artacaktır. Buna karşı koymak için yeniden ve fakat bu kez “eleştirel yurttaşlık” anlayışı temelinde ciddi bir laiklik mücadelesine girişilmeli. Aksi taktirde elde kalan ne kadar çağdaş değer varsa, mumla aramak zorunda kalacağız.
                         



[1] Hürriyet, “Camide nikâhta ısrarlı”, 13 Şubat 2015
[2] Hürriyet,  2 Şubat 2012.
[3] Devletin cumhuriyet tarihi boyunca ateist bir gençlik yetiştirdiği iddiası yanlış, temelsiz ve sinsi bir ifade. Kaldı ki, 1950’den 2016’ya değin iktidarda hep milliyetçi-muhafazakâr siyasi partiler vardı. Eğer ateist bir gençlik yetişmişse, başlıca sorumluluk bu dönemde iktidarda olan siyasi partilerde (DP, AP, MHP, MSP, ANAP, DYP, AKP vd.) olmalıdır. 
[4]Cumhurbaşkanlığı kampüsüne de külliye deniliyor ama yanlış zira Osmanlıda bir bölgenin külliye olabilmesi için birçok işlevsel bina (mektep, medrese, hamam, imaret, türbe, kütüphane, aşevi, darüşşifa, kervansaray, çarşı, tekke, zaviye) olması gerekir. Külliyenin merkezinde cami bulunur oysa Cumhurbaşkanlığı kampüsünde önce idari ana bina yapıldı, cami sonradan eklendi. Kaldı ki, Osmanlıda külliyeler, mahalle birimlerinde vakıf sistemi üzerinden inşa edilirdi. Cumhurbaşkanlığı ne mahalle ne de orada bir vakıf var. Osmanlının merkezinde cami olan ve bir çarşı gibi genişleyen külliyesi geçmişe ait geleneksel bir kurum idi ve fakat bunu modern formlarda yeniden üretmek anlamsız çünkü yeniden üretmek için Cumhurbaşkanlığının bir çarşı gibi düzenlenmesi gerekir. Bu da hiçbir devlet ciddiyetiyle örtüşmez veya bağdaşmaz herhalde.     
[5] Başta Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan (ABD’de Indiana Üniversitesi) ve oğlu Bilal Erdoğan (ABD’de Harvard) olmak üzere, çoğu AKP ileri geleninin çocuklarının eğitim için İslam yerine Hıristiyan Batı ülkelerini tercih etmeleri, sadece özgürlük ile açıklanamaz. Çocuğunu Batı’da okutma, AKP’nin Batı ile girdiği ittifak döneminin bir gereği olarak anlamlandırılabilir. Aynı zamanda bu seçim veya tercih, nitelikli eğitimin İslam ülkelerinde değil, Batı coğrafyasında olduğunun zımnen kabulüdür de.   
[6] Dinsel eğitim talep etmeyen veya çocuğunu bir din temelli okulda okutmak istemeyenler yeni dönemden bir biçimde etkilendiler; örneğin, birçok “normal” okul bir gecede İmam-Hatip ortaokuluna dönüştürülünce birçok ebeveyn buna isyan etti ve çocuğunu kendi mahallesi yerine uzaktaki bir okula göndermeyi reddetti.  
[7] Bu adımların içinde öne çıkan uygulamalara, 2004 yılında kabul edilen ve Hüseyin Çelik’in iddialarına göre Cumhuriyetçi eğitim felsefesi (Pozitivizm) ve sosyal yaklaşımın (Davranışçılık) kaldırılıp yerine Konstrüktif (Yapılandırmacı) ve öğrenci merkezli eğitimin getirildiği yeni müfredat, 2013’de And’ın kaldırılması, yine 2013’de okullarda başörtüsünün serbest bırakılması ve mescit açılması örnek olarak verilebilir. 
[8] Zaman, “Eğitimi tek tipleştiren kanun kaldırılsın”, 10 Aralık 2013. 
[9] Eğitime Bakış, Ocak-Şubat-Mart 2012, Sayı:22
[10] Merkezi İstanbul’da olan bu kuruluşun en önemli çalışmaları arasında yer alan ve çeşitli indekslerde taranan akademik bir dergi de (Değerler Eğitim Dergisi) bulunmaktadır. Derginin her sayısının arka sayfasında bulunan “Yazarlara Notlar” başlığı altında, derginin temel amacının küreselleşmenin ortaya çıkardığı imkân ve meydan okumalara karşı eğitimin temel hedeflerinden biri olan değerler eğitimi alanında yerel ve uluslar arası bilimsel katkılar sağlamak olduğu yer alıyor. Tabii burada değerlerden kast edilen din ve ahlak alanındaki değerler ve karakter eğitimidir. Dergide yer alan makalelerin neredeyse tamamına yakını din ve ahlaki değerler adı altında İslami bakış açısını kabul etmektedir. Örneğin bkz. Sayı: 25, Haziran 2013 ve Sayı: 26, Aralık 2013.       
[11] Zorunlu din dersi, Diyanet’in politikaları, Cemevleri gibi konularda laiklik açısından kamuoyunda en fazla görünür olan ve ses çıkaran kesimin Aleviler olmasının iki nedeni var. İlk olarak, Osmanlı İmparatorluğu döneminde iktidar tarafından gördükleri çeşitli baskıların belleklerinde hâlâ canlılığını koruyor olması; ikincisi de, yoksul Alevi çocuklarının devlet okullarında maruz kaldıkları Sünni mezhep temelli zorunlu din dersi ve diğer dinsel pratiklerdir. Aleviler bu tür uygulamaları “dinsel asimilasyon” olarak adlandırıyor ve şiddetle karşı çıkıyorlar. Öte yandan, orta ve üst sınıfların Aleviler kadar/gibi laiklik konusunda militan bir tavır ve mücadeleye girmemelerinin nedeni, bu kesimin çocuklarının daha çok seküler özel okullarda okuyor olması olabilir. Her ne kadar müfredat ve ders kitapları devlet okullarıyla aynı olsa da, bu okullardaki devlet okullarına göre var olan daha liberal ve laik hava, bu sınıfsal kesimlerin meydanlara çıkmasını engelliyor.       
[12] 2011’de AİHM’de açılan “Mansur Yalçın ve diğerleri” davasının sonucunda mahkeme, Türkiye hükümetinden zaman geçirmeden öğrencilerin zorunlu Din Bilgisi ve Ahlak Kültürü dersinden muaf tutulmalarını sağlayacak yeni bir sisteme geçilmesini, yani bu dersin zorunlu tutulmasından vazgeçilmesini istedi. Mahkeme, hükümetin bu alandaki düzenlemelerini yetersiz gördü ve devletin din konusunda tarafsız kalması gerektiğine hükmetti (Bianet, “Türkiye zorunlu din dersiyle ilgili AİHM kararını temyiz etti”, 18 Aralık 2014,  http://www.bianet.org/bianet/egitim/160900-turkiye-zorunlu-din-dersiyle-ilgili-aihm-kararini-temyiz-etti [Erişim tarihi: 11 Şubat 2015]  
[13] Güven Özalp, “Türkiye’nin itirazına AİHM’den ret”, Hürriyet, 18 Şubat 2015.
[14] Nuran Çakmakçı, “Sınavlarda din sorusu çıkmamalı”, Hürriyet, 20 Şubat 2015.
[15] “Bizde İslamcı olmaz, bizde Müslüman olur" diyen Erdoğan, başörtüsü yasağına ilişkin rahatsızlığını da şu sözlerle dile getirmişti: "Avrupa'da bu noktada her üniversitede rahatlıkla başörtüsü ile okunabiliyor. Amerika'da böyle bir sorun yok. Oralarda bir sorun yok; ama halkının yüzde 99'u Müslüman olan ülkemde böyle bir sıkıntı yaşanıyor maalesef." Türkiye'de başını örtenlere "başörtüsünü siyasî simge olarak kullanıyorsun" şeklinde baskılar yapıldığını da hatırlatan Erdoğan (o tarihte Başbakan), "Velev ki simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasî simge olarak takmayı suç kabul edebilir misiniz? Simgelere bir yasak getirebilir misiniz? Özgürlükler noktasında dünyanın neresinde böyle bir yasak var?" diye sordu. Erdoğan, sorunun en yakın zamanda çözüleceğini belirtti. (Kaynak: Zaman, ”Velev ki siyasi simge olsun, başörtüsünü yasaklamak mı gerekir?” 15 Ocak 2008, http://www.zaman.com.tr/dunya_velev-ki-siyasi-simge-olsun-basortusunu-yasaklamak-mi-gerekir_637977.html [Erişim Tarihi: 27 Ocak 2016]
[16] 3 Şubat 2015 günü MEB Din Öğretimi Genel Müdürlüğü illere gönderdiği bir yazıyla, azınlık okulları hariç, nüfus cüzdanında din hanesi boş bırakılan ya da Hıristiyanlık ile Musevilik dışında herhangi bir dine mensup olan öğrencilerin din kültürü ve ahlak bilgisi dersini almak zorunda olduğu kararını verdi. Oysa eski sistemde ebeveynden biri gayrimüslim olan öğrenciler, din dersinden muaf olabiliyor, bunun için de anne ya da babanın nüfus cüzdanında yer alan din hanesini göstermesi yetiyordu. (Hürriyet, “Din hanesi boşsa din dersi zorunlu”, 11 Şubat 2015)
[17] Aslında kıyaslamadan ziyade fen derslerini din derslerine göre ikincilleştiren, hatta neredeyse önemsizleştiren bir bakış açısı zaman zaman İslami cenahta açık biçimde dillendirilmektedir. Örneğin Yeni Akit yazarı Ali Erkan Kavaklı, fen bilgisi ders kitabında doğanın ‘yaratıcı’ olarak yansıtıldığını, bu durumun Allaha şirk koşmak olduğunu yazdı. Sadece Fen Bilgisi değil, Hayat Bilgisi, Fizik, Kimya, Coğrafya, Biyoloji, Sosyal Bilgiler ders kitaplarında Allah ve yaratıcı kelimelerinin geçmediğini ileri sürerek doğa, varlık ve eşyanın yaratıcının yerine konduğunu ve böylece çocukların zihinlerine zehir şırınga edildiğini yazdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bu duruma son verilmesi için çağrı yapan yazar, bu kitapları okuyan gençlerin AKP yerine doğacı ateistlerin partilerine oy vereceğini iddia etti.  [Kaynak: Sputniknews, 26.09.2019,  https://tr.sputniknews.com/turkiye/201909261040260342-yeni-akit-yazari-fen-bilimleri-kitabinda-allah-kelimesi-gecmiyor-bu-kitaplari-benimseyen-gencler-ak/] [Erişim:26.09.2019]
[18] Laik eğitim kurumu olarak görülen okulda, derslik içinde, hatta sıraların üzerinde uygulamalı namaz eğitiminin mekân ile uyuşmazlığı bir yana, duaların ezberlenmesi zorunluluğu, bu dersin ezberciliği güçlendirip yeniden üretmesine yol açıyor. 2004 eğitim müfredatı ile eğitimde reform yaptıklarını, örneğin artık ezberciliği kaldırdıklarını söyleyen AKP’lilerin (başta dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik olmak üzere) din dersinin ezberciliği nasıl da güçlendirip yeniden ürettiğini görmemeleri neye bağlanmalı acaba? 
[19] Hülya Doğan, “Bir Antropologun zorunlu din dersi üzerine öz-düşünümsel notları”, Bianet, 6 Aralık 2014, http://www.bianet.org/biamag/egitim/160542-bir-antropologun-zorunlu-din-dersi-uzerine-oz-dusunumsel-notlari [Erişim Tarihi: 11 Şubat 2015]
[20] Örneğin, 2014-2015 eğitim-öğretim döneminde 9. sınıfta okutulan “Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” (Ahmet Türkan vd., MEB yay., 2014) adlı 134 sayfalık kitapta dine ilişkin genel bilgiler için ayrılan pay sadece 20 sayfadır. Fakat bu yirmi sayfada insanın evrendeki konumu, insan doğası ve çeşitli inanış biçimleri (monoteizm, politeizm, ateizm) hep İslamiyet açısından anlatılmakta; konu bilimsel değerlendirmeye tabi tutulmamaktadır. Dinlerin nasıl ve neden ortaya çıktığı, geçirdiği evrimler, din konusunun bilimle olan ilişkisi veya karşıtlığı anlatılmak yerine sure, ayet ve hadislerle insanın neden dinsiz yaşayamayacağı kanıtlanmaya çalışılmaktadır.        
[21] Örneğin 2005 yılında Mersin’de bir okulda görev yapan biri müdür 5 öğretmen, derslerde Darwin’in Evrim Teorisini anlattıkları ve ezan okununca dersliklerin pencerelerini kapattıkları iddiasıyla öğrenci velilerinin şikâyeti üzerine, maaş kesimi ve sürgün ile cezalandırıldı. MEB, öğretmenleri, “öğrencileri dinden soğutmakla” suçladı (Milliyet, “Öğretmenlere ‘evrim teorisi’ sürgünü”,  http://www.milliyet.com.tr/Guncel/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetayArsiv&KategoriID=24&ArticleID=254699&PAGE=1 [Erişim Tarihi: 11 Şubat 2015]
[22] Dinin bir hurafe olup olmadığı konusu zaman zaman gündeme gelir. Örneğin, Artvin’de laik eğitim isteyen Eğitim Sen üyesi dört öğretmen, laik ve bilimsel eğitim talep eden bildiriler dağıttıkları için “dini aşağılama” suçlaması ve tutuklanma istemiyle hâkim karşısına çıktılar. Savcı, bildiride yer alan hurafe kelimesinin anlamının ne olduğunu sorunca öğretmenler, “küçük çocuklara anlatılan cinler ve periler hurafedir” deyince savcı, öğretmenlere Kuran’da cin suresinin olduğunu, Kuran’a inanıp inanmadıklarını sordu. Bu soru üzerine öğretmenlerin avukatı savcıya müdahale ederek müvekkillerinin inançlarına ilişkin bir soru sorma hakkının olmadığını söyledi. Savcı da % 99’unun Müslüman olduğu bir ülkede bu soruyu sorma hakkının bulunduğunu dile getirdi. Bunun üzerine öğretmenler, eğitim sisteminin laik olduğunu, zorunlu din eğitiminin doğru olmadığını, bu konuda AİHM kararları olduğunu, toplumda Aleviler, IŞİD, Boko Haram gibi farklı inanç grupları olduğunu hatırlatınca savcı, IŞİD’in İslam olmadığını ileri sürdü. Öğretmenler ise IŞİD’in kendini İslam içinde gördüğünü söyleyince savcı, “o zaman Mustafa Kemal de dindir” dedi. (Radikal, “Laik eğitim isteyen öğretmene savcıdan soru: Kuran’a inanmıyor musun?”, 14 Şubat 2015).            
[23] Örneğin, 19. Milli Eğitim Şurasında dini kesimlere mensup paydaşların Şûra’da daha ağırlıklı olarak temsil ettiği görüldü. 2-6 Aralık 2014 tarihlerinde Antalya’da düzenlenen Şûra’daki üç temel gündem dinle ilgili değildi ama toplantılara, Eğitim Bir-Sen gibi AKP’ye yakın paydaş örgütlerin gayretleriyle eğitimde dini uygulamalar (öncelikle ilk, orta ve lise öğretiminde karma eğitime son verilmesi) damgasını vurdu. Bakan Nabi Avcı, karma eğitimin Şûra’nın gündeminde olmadığını ısrarla söylemesine karşın adı anılan sendika konunun yoğun biçimde Şûra’da tartışılmasını sağladı. Şûra’ya ilişkin ayrıntılı bir eleştirel değerlendirme için bkz. Eğitim Sen, 19. Milli Eğitim Şurasında Neler Oldu? Ankara: Eğitim Sen Yayınları.  
[24] MEB, lise öğrencilerinin sosyal medya kullanımını önce yasakladı, ancak gelen tepkiler üzerine “şartlı” izin verdi. (Cumhuriyet, “Lise öğrencilerine Facebook ve Twitter’da ‘ahlak’ yasağı”, 2 Temmuz 2015,  http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/egitim/311789/Lise_ogrencilerine_Facebook_ve_Twitter_da__ahlak__yasagi.html [Erişim Tarihi: 27 Ocak 2016]. Bu konu ileride ayrıntılı olarak tartışılıyor.
[25] Hürriyet, “Nesil ruhsuz, çağımız hasta”, 12 Şubat 2015. 
[26] Hürriyet, “Okulda değerler eğitimi: Rabbin için sabret”, 17 Şubat 2015.
[27] Bunların en başında elbette Bilal Erdoğan’ın yönetiminde olduğu güçlü ve zengin TÜRGEV gelmektedir.  
[28] Başbakanlık 2016 Ocak ayında yayınladığı bir genelgeyle artık kamu hizmeti veren çalışanların Cuma ibadetlerini serbestçe yapabileceklerini bildirdi. 
[29] Erdoğan’ın defalarca ve ardı sıra ifade ettiği üzere, Cumhuriyet, alfabe devrimi gibi dönüşümlerle Türk milletinin tarihi (Osmanlı) ve atalarıyla (padişahlar, ulema, müftü, şeyhülislam vs.) olan bağını bir gecede koparmış ve onu köksüz bırakmış, ecdadını bilmez ve tanımaz kılmıştı. O yüzden, Erdoğan’ın zorunlu Osmanlıca, zorunlu din dersi gibi pratiklerle yaptığı şeyin nedeni daha iyi anlaşılıyor. Yani, eğitim gibi devlet tekelindeki sosyal alanlarla ecdada, Osmanlıya,  Islama yakın bir nesil yetiştirilmeye çalışılıyor.      
[30] Bu rapor ve Türk-İslam sentezine ilişkin daha ayrıntılı bilgi için bkz: Vecihi Timuroğlu, Türk-İslam Sentezi, Ankara: Başak Yayınları, 1991; Etienne Copeaux, Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk- İslam Sentezi’ne, çev. Ali Berktay, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006.  
[31] Nitekim Başbakan Davutoğlu’nun meşhur “Stratejik Derinlik” adlı kitabında bu formül şöyle anlam ve yer bulmaktadır: İslam-Türk Sentezi. Bu konuda ve kitabın ayrıntılı bir eleştirel değerlendirmesi için bkz. Ümit Kıvanç, Pan-İslamcının Macera Kılavuzu. Davutoğlu Ne Diyor, Bir Şey Diyor mu? İstanbul: İletişim Yayınları, 2015.

Yorumlar