Thomas Kuhn, “Bilimsel Devrimlerin Yapısı”nda tarihte bir bilim geleneğinden bir
başkasına geçişi devrim olarak niteler. Ona göre olan şey aslında “paradigma değişimi”dir. Kuhn,
paradigmayı pek çok anlamda kullanır ama kabaca şunu anlar paradigmadan: Bilimsel
alanda yapılan teorik ve pratik çalışmaların oluşturduğu tarz ve eylemde
somutlaşan bilim geleneğinin oluşturduğu model. Aynı mantığı eğitim için de
düşünmek mümkün. Bir bilim dalı olarak eğitim bilimi veya pedagoji de ekonomik,
siyasi ve toplumsal olaylardan etkilenir ve yapısal değişimler geçirir. Etki
derecesi, içeriği ve kapsamı ülke, zaman ve koşullara göre değişse de, tüm
dünyada eğitimdeki paradigmatik değişimler, kuramsal bakıştan derslik içi
uygulamalara değin hemen her şeyi az-çok, şu veya bu ölçüde belirler. Bu
bağlamda eğitimde üç büyük modern paradigmanın aynı yüzyılın başında, ortasında
ve sonunda ortaya çıktığını söyleyebilirim. Birinci paradigma 20. yüzyılın başlarından
1970’lerin sonlarına, ikinci paradigma 1980’lerden 2000’lerin ortalarına değin
sürdü (zayıflasa da sürmektedir aslında). Üçüncü paradigma ise 2000’lerin
ortalarında başlayıp güçlenerek varlığını devam ettirmektedir. Yalnız bu üç
paradigmanın bir sentezini veya iki ile üçün karışımını, hatta bu karışımdan
üçüncü paradigmanın yer yer bazı unsurlarının (örneğin eleştirel düşünme)
ikinci paradigma içinde kullanıldığını da görmek mümkün.
***
Birinci Paradigma. Eğitimde birinci paradigma, aslında
kapitalizmin gelişiminin doğrudan sonucu olmakla birlikte daha sonra sosyalist
ülkelerde de üretildi veya görüldü. Bu paradigmaya “sanayi temelli kalkınma paradigması” diyorum. Kalkınma amaçlı
kitlesel seferberliğin temelini öğretimin oluşturduğu bu modelde eğitim, hem
kapitalist hem sosyalist ülkelerde
(bilime mutlak güven anlamında) kabaca pozitivist felsefeye dayanır. Bilimsel
gelişimin bir evrim halinde toplumları en iyisine (teleolojik anlamda “modern toplum”a) götüreceği beklentisinin
ardında yatan mantık, “planlı kalkınma”ya
olan yüksek güvendir. ABD, piyasa mekanizması ve bireysel girişime onca övgüsüne
rağmen, sosyalist ülkeler gibi planlama yapar. Bu bağlamda çeşitli,
modernist/avangardist ideolojiler (pragmatizmden konstrüktivizm, dadaizm ve
sürrealizme değin) ile “deneysel”
çalışmalara girişilirken eğitimde yeni kavramların ( “iş/üretim eğitimi”, “experiment/deney-deneme”,
“laboratuar okulu” vb.) temel
yönelimi, okulun kitlesel bir öğretim ve okuryazarlık seferberliğinde “davranış değiştirme” veya “yeni davranış kazandırma”da
potansiyelinin ortaya çıkarılıp kullanılmasıdır. Batı, modern okulla bireyin
yeni davranış kazandırma sürecini tümüyle “birey-tekliği”
üzerine kurarken sosyalist ülkeler ise topyekün sosyalist bilinç ediniminde “insan-toplulukları”nı (kolektif üretim
çiftlikleri, ortak bakım vb.) merkeze yerleştirir. Kapitalist ülkelerde piyasa
mekanizması ve siyaset kurumu, ekonominin direktifi altında, bir yandan
tüketimi artırıp sermaye birikimini hızlandırmak adına “kitle toplumu”yla sonuçlanacak olan “kültür endüstrisi”ni (Adorno) hızla çalıştırırken, öte yandan “yurttaş” dediği tüketici-müşteri
bireyi üretecek ortamlar hazırlamaya çalışır. Okulda “Yurttaşlık Bilgisi” dersinde “hak
ve ödevler dengesi”nin gözetildiği bu süreçte kentteki mesleki birlik
temelli “organik dayanışma”
(Durkheim) ile “yabancılaşma” (Marx)
veya “anomi” (Merton) sorunlarının
aşılacağı düşünülür. Bu sorunun aşılması, sistemin kendini yeniden üretecek
mekanizmalarının üretimi kadar bunun teorik alanda meşru bir çerçevede
çözümlenmesini de gerektirmiştir. Modern(leşmiş) toplum olarak kurulduğu iddia
edilen bu varlık (antite) kendini fonksyionel anlamda yeniden üretecek araç,
mantık ve potansiyele sahiptir. Sosyal bilimlerde olduğu gibi pedagojide de “fonksiyonalizm” bir teorik yaklaşım
olduğu kadar ideoloji olarak da kapitalizmin kendini sosyal alanda
sistemik/organik biçimde yeniden üretebilmesi için gereken sosyal bilimsel
meşruiyeti sağlamaya çalıştı. Her toplumun organik bir bütün gibi çeşitli
organlarının/kurumlarının şaşmaz biçimde bütünün varlığı/yaşaması ve gelişmesi
için işlev gördüğü iddia edilir. Sistemin tıkandığı noktalarda ise “işlevsel farklılaşma” veya “bozuk işlev” denilerek ortaya çıkan
sorunlar (kriz, iflas, intihar, kitlesel histeri, bireysel sapkınlıklar vb yani
kabaca anomi) aşılmaya çalışılır. Elbette iki büyük sorun (birinci dünya savaşı
öncesi sömürgeci ülkeler arasındaki sınır paylaşımı kavgası ve ikinci dünya
savaşı öncesi 1929’da başlayan “Büyük
Buhran”ın tetiklediği sermaye brikim sürecinin sekteye uğraması), iki büyük
savaş ile aşılır. Ve 1940’larda Batı kampı Avrupa’yı yeniden imar ederken “üçüncü dünya ülkeleri”ne (azgelişmiş
ülkeler), Batının geçtiği doğru, biricik ve rasyonel yolu izlemelerini ister;
bu uğurda onlara “modernleşme programı”nı
(aslında kapitalistleşme) dayatır (kredi, uzmanlık, hibeler, program ve
planlama yardımları vb.). Modernleşme ile Batılılaşma eşanlamlı hale
gelir.
***
Birinci paradigmanın pedagojisinin temel yaklaşımı, “Davranışçılık”tır. Önce psikolojide
başlayan bu yaklaşım hızla diğer sosyal bilimleri, haliyle eğitim bilimini de
büyük ölçüde belirler. Bu yaklaşıma göre: İnsan davranışları nesnel ve bilimsel
yöntemlerle incelenebilir; ölçülebilir, ölçüler temelinde öngörülüp
değiştirilebilir. Bilimsel incelemelerle davranışın özellikleri bilindiği takdirde,
eğitimle (hatta kitle medyasıyla, orduyla vb.) eskilerini değiştirip yeni
davranış kazandırmak mümkün olabilir. Davranışçı ekolün siyaset kurumuna hediyesi,
muhtemel davranışları önceden öngörmek ve böylece onu kontrol altında
tutmaktır. Dolayısıyla, Skolastik mantığın inandığının aksine davranış, Tanrı
vergisi değil, bilakis öğrenilebilir, değiştirilebilir, yönlendirilebilir bir
tepkidir. 20. yüzyıl eğitim sistemleri tümüyle bu mantık üzerine kurulur. Demokrasi,
uygun davranışların öğretilmesiyle kurulabilir (Dewey). Merkezi, hiyerarşik ve
denetimci ulusal eğitim sistemleri, bireyde davranış değiştirme/geliştirme ile
tüm toplumun davranışlarının değiştirilebileceğini, geliştirilebileceğini ileri
sürer. Büyük, modern ve kapsamlı kitlesel eğitim hareketleri, okuryazarlık
seferberliği, halk eğitimi çalışmaları bu paradigmaya göre dizayn edilir. “Toplum mühendisliği” bunun üzerine
kurulur. Ulusal eğitim sistemlerinin asıl görevi, yurttaş-bireyi veya komünist
bireyi yaratıp onu ortak ideal ve ideolojiler (milliyetçilik, sosyalizm vb.)
içinde, kitlesel davranış elde etmek
adına eritmek olur.
***
Birinci paradigma büyük ölçüde başarılı oldu. Hem sosyalist
hem de kapitalist kampta. Ama bilhassa Batılı ülkelerde. Eğitim bakımından:
Okuryazarlık arttı, zorunlu eğitim anlayışı güçlendi, eğitim alanında inanılmaz
bir teorik ve pratik birikim oluştu, ödevlerinin yanı sıra haklarının
bilincinde olan bir yurttaş veya komünist insan modeli ortaya çıktı, modern
olan hemen her şey gibi modern eğitim ve okul da dünyanın her tarafında kendi
etkisini hissettirdi. Modernlik, norm haline geldi. “Geleneksellik” her türlü formu içinde gerilik olarak kodlanıp
itibarsızlaştırıldı; hatta cahillik, akıldışılık ile eş tutuldu. Fakat birinci
paradigmanın kapitalist versiyonu 1960’larda zayıflamaya başlar (sosyalist
versiyonu ise 1980’lerin sonlarında). Çünkü başka, muhalif ve eleştirel, asi
bir dünya talebinin ipuçları belirmeye başlar. Bu bağlamda örneğin eğitimde fonksiyonalizm,
modernleşme kuramları ve davranışçılığa karşı çıkılır. Modern olan Batı, pek
çok sorunla (sömürgeleştirme, ırkçılık, sömürü, savaşlar vb.) özdeşleştirilir. 1960’larda
pek çok ülkenin bağımsızlığını kazanması, Batı sömürgeciliğini hedef tahtasına
oturtur; bu süreçte bir tür “Afrika
aydınlanması” yaşanmaya başlanır-geri bir kıtanın sömürgecileri dize
getirmesi “siyah bilinci”ni
oluşturur (Fanon, Capral). Feminizm ve kadın hareketi ataerkil ideolojileri
(paternalizm gibi) eleştirirken bir “kadın
kimliği” üretir. Bu da eğitimde (öğretim materyallerinde) cinsiyetçiliğe
karşı bir hareket başlatır. Marksist ideoloji, ülke pratiği ve teorik açılımlar
(Yapısalcılık gibi) çok güçlenir. Batılı ülkelerde çeşitli Marksist ideolojilere
(Maoizm gibi) büyük bir yönelim gözlenir-Paris’in göbeğinde Sartre, Maocuların
yasaklanan gazetesini caddelerde satar. Özgürlükçü gençlik hareketleri (siyasal
alanda kampus işgalcilerinden nirvana peşindeki çiçek çocuklara/hippilere
değin) patlar. Batılı ülkelerdeki yönetimin sağcılığı, muhafazakârlığı ve
piyasacılığı eleştirilir. Ve bütün bu hareketler, Batılı ülkeleri eğim başta
olmak üzere pek çok kurumda reform yapmaya zorlar. Fakat 1970’lerin sonlarına
doğru Batı, kapitalizm içinde yeni bir sermaye birikim modeline (neoliberalizm)
geçer ve böylece ikinci dünya savaşı sonrası Keynesyen politikalarla şekillenen
“sosyal reformlar/kazanımlar” bir bir
yok edilmeye başlanır. İlk hedeflerden biri de, kamusal eğitimdir. İkinci
paradigmanın dönemi başlar. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher ile birlikte.
Türkiye’de bu işi Özal üstlenir. Cumhuriyet’in yurttaş modelinin karşısına
çikita muz yemesinin çok önemli olduğu düşünülen “tüketici vatandaş” çıkarılır.
***
İkinci Paradigma. İkinci paradigmaya “piyasa temelli girişimci hayat” adını
veriyorum. Birinci paradigmayı kapitalist ve sosyalist ülkeler az-çok birlikte paylaştı.
İkinci paradigma ise, güçlenerek “reel
sosyalizm”i yıktı (1980’lerin sonu). İlginçtir, ikinci paradigma eski
sosyalist ülkeleri de çok etkiledi, hatta belirledi. İkinci paradigmaya “neoliberalizm” genel bir çerçeve
sağladı. Ve bu çerçeve sağlama işinde ona kimi solcuların benimsediği ideoloji olan
“postmodernizm“ destek verdi.
Neoliberalizm “toplum yok, birey var”
derken, postmodernistler de “meta-anlatı
yok, yorumlar var” diyerek sürece ortak oldu. Her iki akım da modern
dönemin ne kadar ürünü varsa topa tuttu: Örneğin, postmodernistler bilimi
neredeyse silmeye kalkarken neoliberalizm ise bilimi sosyal bilinç, kamusal
çıkar ve ortak ideallerden soyup bir piyasa türevine çevirmeye çalıştı. Reel
sosyalizmin çöküşü ile birlikte “tarihin
sonu” (Fukuyama) tezine göre liberalizm, sosyalizm karşısında kazanmıştır.
Sınıf mücadelesi bitmiştir iddiaya göre; şimdi kimliklerin demokrasi mücadelesi
içinde hak arayışı başlayacaktır. Sınıfların yerine bireyin dönemi başlar.
Sınıf bilinci yerine bireyin kimlik talebi öner çıkar. Artık birinci paradigma
döneminin pozitivist felsefelerinin güya kesinlikçi/mutlakçı, bilimci ve
merkezi anlayışlarına meydan okunuyordu. Bu dönemin öne çıkan analiz terimleri
(anlatı, söylem, yorum, metin vb.) bir yandan sosyal bilim (ve haliyle
pedagoji) geleneğinde “farklı” olanı
öne çıkarıp birden fazla doğruya yol açan analizlerde metnin sayısız yorumuyla
bir bakıma neoliberal kapitalizmin piyasası içinde farklı olanın da bir biçimde
kendine yer bulabileceği total bir anlayış yarattı. Piyasa öyle genişti ki,
burada farklı olan her şeye yer vardı veya açıldı. Bu total anlayış gereği
örneğin Batı, dünyanın pek çok “azgelişmiş”
ülkesine bu (kendisinin çoktan vazgeçtiği) “Yapılandırmacı”
anlayışı ihraç etti (örneğin Hollanda’da tez jürisine katıldığım bir doktora
tezinin konusu, Türkiye ve Uganda’da eğitimde yapılandırmacı yaklaşımın uygulanma
biçimi ve etkileriydi-bekleneceği gibi her iki ülkede de bu yaklaşım tutmadı). Marksistler
“yapısalcı analiz” ile kapitalizmi
meta düzeyde çözümlerken şimdi “yapılandırmacı”lıkla
birey bir yandan bilgiyi öte yandan kendini inşa edecekti. Eğitim teorisyeni
artık öğrenci-bireyin, bilgi inşa sürecini ne ölçüde, nasıl ve ne kadar
yapılandırdığını anlamaya çalışacaktır. Nesnel analizlerden öznel inşalara
geçiş başlar.
***
Böylece merkezi, hiyerarşik ve anti-demokratik siyasal
yönetimlerin bir tür toplum mühendisliği olarak görülen davranışçılık yerini
hızla “öğrenci merkezli eğitim”
denilen “Yapılandırmacılık”a bırakır.
Öğrenci, şimdi “birey” olarak
yeniden formüle edilirken, ona yukarıdan davranış değiştirici merkezi program
ve planlar yerine, mevcut bilgiden yeni bilgiyi bizatihi kendisinin
yapılandıracağı (yaratıcılık süreci), esnek pedagojik süreçlerde öğretmenin bir
tür hafif bir rolde (rehber, moderatör/kolaylaştırıcı, koç, mentor vb.) yer
alacağı, materyallerde esneklik, değişkenlik ve akıcılığın yer alacağı ileri
sürülür. Pasif öğrenci yerine aktif öğrenci, derste kazanacağı pek çok
beceriyle (akılcı/eleştirel düşünme, iletişim kurma, yaratıcılık, problem
çözme, girişimcilik, karar verme vb.) süreç ve otorite üzerinde inisiyatif,
zemin ve alan kazanacaktır. Bunu da proje ve performans ödevlerindeki “etkinlikler” ile yapacaktır. Sonuç
değil, süreç ölçülecek, ikili (sözel ve sayısal) zeka testi (IQ) yerine “çoklu zeka” (Howard Gardner) testleri
uygulanacak, klasik değil otantik değerlendirme yapılacak, nihayetinde öğrenci
pek çok beceri (veya vasıf) kazanıp aktifleşecek, ülke eğitimi ve ekonomisi de
bu birey modeliyle gelişecektir. Öngörülen, istenen ve planlanan budur. 1960’larda
pişirilen “insan sermayesi” kuramı
(Becker, Schultz vd.) neoliberalizm döneminde bireyin bizatihi rasyonel bir
yatırım olması adına kendini ürettiği, yarattığı ve proje haline getirdiği bir
sürece yol açar. Velilerin çocukları için ilk projesi, “adam olması” değil, “köşeyi
dönmesi”ni sağlayacak yatırımların daha anne karnındayken
gerçekleştirilmesidir. Piyasa talepleri daha anne karnındayken yankılanmaya
başlar.
***
Bu ikinci paradigma bir tür antipozitivist rasyonalite
üzerine kuruldu. Buna göre pozitivist dönemin az-çok dayanışmacı yurttaşının
yerini “rekabetçi birey” alacaktı. Eski
sistemde birbirine az-çok yoldaş olan öğrenciler, şimdi birbirlerinin rakibi
olacaklardı. Küreselleşmenin sermaye birikiminde aşırı bir rekabete neden
olması nedeniyle ülkeler artık ulusal eğitim sistemlerini, bu rekabete
dayanabilmek için “ulusal öncelikler”
yerine “piyasanın talepleri”ne göre
inşa edecek; bu inşada total, birörnek ve tekboyutlu demokratik “yurttaş”ı yerini yerel, çokkültürlü,
akışkan/esnek (iş için mekân değiştirebilen, yeni becerilere çabucak
uyarlanabilen anlamında) ve çoğul bireyine bırakacaktı. Farklı, yerel ve
otantik bilme gelenekleri (din/inanç dahil) kendilerine eğitim sistemlerinde
yer bulacaktı. Fakat eğitimde bir yanda standardizasyon (test sınavlarından
öğretim materyalleri ve ders geçme kredi sistemine değin), öte yanda “farklılık” temelli pedagojik anlayış
bir arada olamadı. Nitekim 2005 müfredat reformunu yapan AKP, okulda çocuklara
proje ve performans ödevleriyle çok farklı, aktif ve yaratıcı bir eğitim alanı
(güya) sunarken, bu çocukların bu kazanımlarının standart, merkezi ve eleyici
test (giriş) sınavlarında pek bir işe yamayacağını öngöremedi.
***
Neoliberalizm (ekonomi) ile yeni muhafazakârlığın (kültür) bu
evliliğinin en katıksız örneğini ABD sergiledi. Eleştirel eğitimci Michael
Apple’ın belirttiği gibi, ABD’de piyasacı neoliberaller, evanjelist yeni muhafazakârlar
ve teknokrat/bürokratlar (CEO, uzmanlar, teknokratlar vb.) arasındaki dayanışma
veya fikir birliği, büyülü bir kavramın altında gerçekleşti: “Girişimcilik”. Okulu bir işletme gibi
yönetip öğrenciyi müşteri, öğretmeni işverene dönüştüren bu mantık, hemen her
şeyi (öğrenci-girdi/çıktıyı, okulun bahçesini, hocaların projelerini vb.) ekonomik
girişim konusu yaparken pedagojiyi de bir büyük “Eğitim-A.Ş.”ye çevirdi. Akademik alanda işletme (güya) biliminin
sömürgeleştirdiği tüm disipliner alanlar, kavramsal çerçeve ve alet çantasını
işletme alanında alacak veya devşirecektir. Paradigmatik değişime göre, yeni
bilim geleneğinde hemen her şeyin pratikte sınanması, norm olur. Örneğin bir
üniversite akademisyen istihdam edeceği zaman onun kişisel nitelikleri
(diploma, yayın, ödül vb.) kadar yaptığı veya yapacağı projelere, bu projelerin
üniversiteye olan getirisine de bakacaktır. Bu bağlamda piyasada karşılığı
olmayan pek çok geleneksel disiplin (felsefe, sosyoloji, antropoloji vd.) hızla
itibar ve zemin kaybederken, “işletme”, “reklamcılık”,
“pazarlama” gibi piyasa pratikleri birer akademik disiplin haline
getirilir. Bu da sosyal bilim çalışmalarında piyasa taleplerine dönük proje,
araştırma ve yayınların patlamasına, bunların da nitel değil nicel (istatistik,
büyük veri vb.) analizlere dayanmasına yol açar. Şimdi, kuram değil, pratik
zamanıdır: Kuramsal temeli olmayan alan çalışmalarının patladığı bir dönemde
bilimin ölçüsü, insanlık/kamu yararı değil, bireysel getirileridir.
***
İkinci paradigma da çöktü veya çökmek üzere. Bunun için
Türkiye’ye bakmak yeterli. PISA’da en yüksek skor alan ülkelerin arasında grup
halinde öğrenmeye, esnek/değişken müfredata, küçük verilerle çalışmaya değer
veren ülkeler vardır; öğretmen özerkliğinin yüksek olduğu, ders ağırlığının
hafif ve ev ödevlerinin olmadığı ülkeler (Finlandiya, Estonya vd.) olması
ilginç değil, eşyanın tabiatı gereğidir. İkinci paradigmanın büyük umut
bağladığı Yapılandırmacılık hiçbir “üçüncü
dünya ülkesi”nde başarı kazanamadı. Okulda kazanılan becerilerin piyasada
bir karşılığı olmadı çünkü o becerilerin sergileneceği işleri bulmak neredeyse imkânsızlaştı.
Plandan piyasaya/pilava geçişle birlikte, talepten fazla arz halinde piyasaya
çıkan işgücü “yedek işgücü ordusu”nu
bile oluşturamadı. Neoliberalizmin pompaladığı bireycilik, girişimcilik,
rekabet, (düşük güvenceli ) iş fırsatlarının yanı sıra doğanın tahrip edilmesi,
çevre kirliliği, işsizlik, yoksulluk gibi pek çok sorun, kapitalizmin
sorgulanmasına başladı. Neoliberalizm kaybetmektedir. Piyasa kapitalizmi,
özelleştirmeler, sosyal güvencesizleştirmeler ve doğanın tahribiyle kamu
çıkarlarını mahvederken eğitimde arayışlar başlar: Başka bir eğitim
mümkün.
***
Üçüncü Paradigma. Üçüncü paradigmaya “kamunun eleştirel aklı” adını
veriyorum. Şimdi neredeyse tüm dünyada üçüncü paradigma giderek güçlenmektedir.
Bu paradigmanın eğitimdeki adı, devrimci “eleştirel
pedagoji”dir. Bu paradigmanın nesnel temelini, çeşitli biçim, düzey ve
içeriklerde ortaya çıkan kesimlerin demokrasi mücadelesi oluşturmaktadır:
Anti-kapitalist hareketler, yerlici akımlar, topraksız işçi/köylü hareketleri,
Zapatistalar, Arap Baharı, OWS, Sosyal Forum, işçi ve sendikal mücadeleler,
öğrenci ve kadın hareketleri, LGBTİ vb. Hardt ve Negri bunlara “çokluk” adını verdi. Yeni öznenin adı
olarak. Fakat pek çok kesim bunun işçi sınıfı temelli bir demokrasi mücadelesi
hareketi olduğunu söylüyor. Örneğin 1989’da Brezilya’nın Porto Allegre kentinde
kazanılan yerel seçimlerin ardından kurulan “Halk Yönetimi” ve “Yurttaş
Okulu” buna bir örnektir. Tüm bu hareketlerin dayandığı eleştirel pedagoji,
Freire’nin formüle ettiği özgürleştirme amaçlı bir eğitim sistemini anlatıyor. Biraz
aşağıda bunu ele alıyorum.
***
Bu paradigma henüz rüştünü ispatlamadı, daha kazanamadı ama
giderek güçleniyor. Dünyanın çeşitli halkları, emekçileri ve ezilenleri son on
beş yıldır sürekli ayakta. Her an cadde, meydan ve sokakları dolduruyorlar; “fabrika grevleri”, “toprak işgalleri” (bilhassa Latin
Amerika ve Meksika’da), “okul boykotları”,
“kadın ve LGBTİ hareketleri”nin
hemen her mekânda (mahkeme, okul, işyeri vb) her türlü soruna (tecavüz, taciz,
mobbing, cinayet, işten atma, aşağılama vb.) yaratıcı eylemlerle müdahaleleri
(en son Şili’de polisin bir kadın göstericiyi gözaltındayken tecavüz edip
öldürdükten sonra yarattıkları topluluk temelli gösteri), çeşitli zaman, mekan
ve koşullarda ortaya konulan gösteriler (uzun yürüyüşler, sosyal medyada
farkındalık çalışmaları, forum ve komün çalışmaları vb.) bu paradigmanın ayak
izlerini ifade ediyor. Bu tarz eylem, kendi teorisini de beraberinde getiriyor.
Castells, Negri, Hardt, Halloway gibi kuramcılar bu kitlesel hareketlerinin
teorisini yaparlarken Apple, Meiksins Wood, McLaren gibi çeşitli kuramcılar da
küresel kapitalizme Marksist temelli yanıtlar verilmesine dayalı yapıtlar
üretiyorlar. Bu dönemde halklar veya ezilenler, “kolektif özne” olarak geri dönüyor tarih sahnesine. Peki, bu
paradigmanın eğitimdeki açılımı nedir?
***
Freire 1969’da Ezilenlerin Pedagojisi’ni yazdığında şöyle bir mantık
yürütmüştü: Eğer baskı varsa, direniş de vardır. 1950’lerden itibaren çalışmaya
başlayan Freire’nin Brezilyalı işsiz, yoksul ve ezilen okumaz-yazmaz köylüleri
ve işçilerine okuma-yazma öğretirken temel hedefi, bu insanların sözcük (word)
öğrenirken dünyayı (world) da okuyabilmelerinin sağlanmasıydı. Ama nasıl?
Freire, kendine özgü bir yöntem geliştirdi. Mantığı kabaca şuydu: Eğer tüm
okuma-yazma sürecini öğrenen (öğrenci değil) üzerine kurarsanız, başarılı
olursunuz. Örneğin, okuma-yazmada ilk öğrenilecek kelimeler, ezilen için muz,
top, uçak vb değil, tarla, saban, toprak, tohum vb olmalıdır. Bu tür sözcükler “üretici sözcükler/temalar” olarak
kullanılabilirdi. Kendi hayatının göbeğinde yer alan, temel meşgalesi olan ve
bir anlam ifade eden sözler, gerçekliği algılayıp değiştirmede, yani bir öz
bilinç kazanmada işlevsel olabilir. Ezilenler tüm bunları monolotik, dikotomik
ve şematik/mekanik bir tarzda (“bankacı
eğitim sistemi”) değil, diyalojik (özneler arası karşılıklı söyleşme,
iletişim veya etkileşim) olarak öğrenecektir. Freire bu yöntemle çok sayıda insana
okuma-yazma öğretirken onları ezilmelerinin nedenleri konusunda bilinçlendirdi.
Yaptığı şey, aslında bir “özgürleştirme
pedagojisi” icat etmekti. Şimdi bu pedagojiye kimileri “eleştirel pedagoji”, kimileri de “devrimci eleştirel eğitim” diyor. Aralarında farklar olmakla
birlikte ikisi de, pedagojinin temel işlevinin mevcut olanı aktarmak (sisteme
uyum adına gerekli becerileri kazanmak, düzenin mantığını kabullendirmek,
kendini eğitimle bir girişimci haline getirmek vb.) yerine, eleştirip yerine
insancıllaştırıcı, kamusal çıkarları merkeze alıcı ve özgürlükçü bir eğitim
sistemini koymayı hedef almış durumda.
***
Üçüncü paradigma kendi “organik
aydınları”nı (Gramsci) yaratmaya başladı. Pek çok ülkede seçimlerde
üstünlük elde edildi. Küresel olan bütün sorunlara karşı küresel ölçekte
yanıtlar geliştiriliyor. Bu konuda büyük, kapsamlı ve kamusal aklı/çıkarı
merkeze alan bir bilgi üretimi söz konusu. Örneğin bütün dünyada eleştirel
pedagojik çalışmalar patlamış durumda. İşsiz, geleceksiz ve umutsuz gençliğin
ilgisini bu paradigma özelinde eleştirel pedagoji daha fazla çekmeye başladı.
Rekabetin, girişimciliğin, pazarlamanın, kitlesel yalancı medyanın, propagandif
ve manipülatif mekanizmaların, sürekli silahlanıp savaşlar çıkarmanın,
hırsızlık ve yolsuzlukların yarattığı resimden rahatsız olan ezilenler, başta
gençler olmak üzere sürekli sistemin mantığını sorgulayıp ona uyum göstermekte
direniyorlar. Kapitalizm tüm dünya ve insanlığı mahvederken bu kesimler
alternatif yaşam, mekân, enerji, üretim, geri dönüşüm, eğitim vb yollarını
arayıp bulmaya çalışıyorlar. Bu anlamda başka bir eğitimin mümkün olduğu görüşü
giderek güç kazanıyor. Eleştirel pedagoji bir yöntem olarak artık okul, ders,
fabrika, tarla başta olmak üzere her mekânda uygulanmaya başladı.
***
Sonuç olarak: Birinci paradigma eğitimi kitlesel
seferberlikte ulusal bir (ideolojik) aygıt olarak kullanırken “verimliliği” ön plana çıkarmıştı.
Verimlilik, ekonomik mantık demekti. Verimliliğe “merkezi planlama” ile ulaşılacaktı. İkinci paradigmada ise
piyasanın taleplerine yönelik temel değeri başarı olan “rekabetçi” bir birey öngörülmüştü. Bunun da asıl mantığı
ekonomikti. Bu ekonomik hedefe “modüler
programlama” ile erişilecekti. Üçüncü paradigmada ise “bilinçli yurttaş” öne çıkmaktadır. Bunun temel mantığı
demokrasidir. Bu demokratik hedefe “işbirliksel
eylem” (praksis) ile varılacaktır. Üçüncü paradigmanın üstünlüğü, güçlü
demokratik tezleridir: Katılım, temsil, ortaklık, dayanışma, işbirliği vb.
Eğitimin metalaştırıldığı, okulların paralı yapıldığı, kaliteli eğitim adına
araç-gereçlerin (teknoloji, kodlama, yapay zeka, yaratıcılık vb.) pazarlandığı,
öğretmenin araçsallaştırıldığı, öğretim materyallerinin standardize edilip
merkezileştirildiği, ölçme-değerlendirmenin basit niceliksel işlemlere
indirgendiği, okulların birer işletme gibi yönetildiği bir dönemde üçüncü
paradigma üzerine bolca düşünüp pratik yapmanın tam zamanı. Bu konu üzerinde
sonraki yazılarımda sürekli duracağım. (inalkemal@gmail.com)
Yorumlar
Yorum Gönder