Eğitimin anlamını yeniden düşünmeliyiz



Eğitimin neredeyse tüm tarih, koşul ve kültürlerde anlamı hep olumlu oldu. Herkes eğitim almayı önemser ve gerekli bulur. Hatta çocu(klu)ğu giderek eğitim ve okulla tanımlamaya bile başladık. Zira eğitim bize çok şey katar ama “eğitimli” (educated) olmak için bir şeyler “öğrenmek” (learning) gerekir. Haliyle, eğitim öncelikle bilgi, beceri ve değer öğrenmek demektir. Öğrenerek sosyalleşir ve hayata uyum sağlarız. “Öğretmek” (teaching) de öğretmenin işidir; “öğrenci”nin (student, learner) görevi de öğretmenden bir şeyler öğrenmektir. Bu genel çerçeve, geleneksel ve skolastik eğitim geleneklerinde genellikle “aktarma” (transfer, transmission) ile gerçekleştirilirken, modern dönemlerde eğitim, “okul”un (school/ing) avlusunun dışına çıkıp yayıldı ve genelleşti; daha yaratıcı, geliştirici ve bireyleştirici süreçlere yol açtı. Bu bağlamda “örgün” (formal, schooling) ve “yaygın” (informal, public education) eğitim ayrımı yapıldı. Örgün eğitim genellikle devlet tarafından, güdümlü yapılan bir etkinlik olarak görüldü. Güdümden kasıt, eğitimin bir şeylerin fonksiyonu olarak planlanmasıydı. Bu bağlamda şöyle bir tanım bile üretildi: “Eğitim, istendik (intended) davranış geliştirme sürecidir.” Eleştirel yaklaşımlar tam bu noktada kimin (hangi güçlerin), kimden (hangi öğrenci tipinden) ne tür davranışlar beklediğini sorguladı. Bizi kim, neden ve ne için eğitmek istiyordu?
***
Geçmişte “karakter şekillenmesi”, “formasyon edinimi” (bildung), “çokyönlü eğitim” (politeknik eğitim) gibi kapsamlı hedeflere söz konusu olan eğitim bugün artık iyice pragmatikleşti. Daha doğrusu (genel) “formasyon”dan (pratik) “beceri edinimi”ne kaydı. Toplumsal yaşam için eğitimden bireyin yetiştirilmesi için pedagojiye geçtik. Hatta bireyci “öğrenci merkezli” pedagoji bile ürettik. Bugün artık eğitimi büyük ideallerin çerçevesinde (iyi insan olmaktan kalkınma ve toplumsal gelişmeye değin) çok az düşünüyoruz. Hayat giderek zorlaştığından eğitim bizim için öncelikle “kişisel ikbal kapısı”nı açacak bir anahtar haline geldi. Öncelikle sınıf atlamak veya sınıfsal düzenimizi korumak, statümüzü yükseltmek, makam-mevki edinmek, ünlü/popüler olmak, güç edinip bir şeylere hükmetmek veya en genelde refah içinde yaşamak için eğitim alıyoruz. Toplumsal idealler yerini çoktan kişisel çıkarlara bıraktı. Birey eğitim alırken öncelikle topluma değil, piyasalara bakıyor artık. İş bulmak ciddi bir sorun; her kapıyı açacak bir kariyer edinmek çok zor. Piyasalarda o kadar çok mezun var ki, Randall Collins bir “diploma enflasyonu”ndan bile söz etti. Okul, program ve bilgi çeşidi seçerken temel sorumuz belli: Bu, ileride benim nerede, nasıl ve ne işime yarayacak? Pragmatik yaklaşım, “faydalı” ile “doğru” arasında bir tutarlılık çizgisi çeker: Bir şey işime yarıyorsa doğrudur, aksi takdirde boş ver gitsin. Pragmatizm o derece etkili ki, eğitimi bir “meta” ve “yatırım” olarak görüp buna göre para hesabı bile yapıyoruz. En çok burs veren okulu tercih ediyor, gelecek vaat eden bölümlere gidiyor, kayıt olurken bir ton para ödüyor, mezun olduktan sonra da kredi borcunu kapatmaya çalışıyoruz. Paralı eğitim bizim için artık bir norm haline geldi…
***
Ama onca harcanan para ve zamana, sarf edilen emeğe, yatırılan kaynaklara, verilen öneme, baş tacı edilmesine, hatta bilim ve teknolojinin gelişmesindeki rolüne rağmen eğitim sistemlerinden yine de memnun değiliz. Aslında eğitimin başka türlü olmasını da istiyoruz. Bu yüzden eğitim dünyası reformdan geçilmiyor. Eğitimle ilgili sürekli yeni kanunlar yapılıyor, kadrolar yetiştiriliyor, değişik sistemler deneniyor, gelişmiş okul modelleri kuruluyor. Ama olmuyor. Neden? Nerede yanlış yapıyoruz?
***
Yukarıda belirttiğim şematik ve biçimsel eğitim tanımına geri dönelim: “Eğitim, istendik davranış geliştirme sürecidir.”  Genel olarak doğru bir tanım. Kimin, hangi gücün, neden istediği bir yana; ama bu “istenilen davranış” üzerinde bir türlü anlaşamıyoruz. Bunlar örf, adet, gelenek ve ulusal kimliğe uygun, atalarımızın ruhunu temsil eden, din ve ananeye elverişli, devletin temellerini muhafaza edecek geleneksel davranışlar mı, yoksa her türlü değişimi norm olarak kabul eden ilerici düşünce ve pratikler mi olmalı? Aslında bu iki yaklaşım da, davranışın içeriği veya biçiminde anlaşamasa da, eğitimi bir şeylerin basit bir aracı olarak görür. Bu, normal bir durum. Eğitim, bizim bazı sorunlarımızı çözmek için var. Hayata uyum sağlamak, yeni şeyler öğrenmek, değişim yaratacak potansiyeli geliştirmek için eğitimi araç olarak kullanırız. Sorun da tam bu noktada ortaya çıkıyor.
***
“Frankfurt Okulu” (Eleştirel Teori), Aydınlanmacı, modern ve gelişmiş aklın, sorunlarını çözeceğine, kendini yıkıcı teori ve pratikler için araçsallaştırdığını iddia eder. Sonuçta modern insan “otoriter kişilik”e (Horkheimer ve Adorno) saplanıp kalmış, kitle toplumu içinde “tek boyutlu” (Marcuse) hale gelmiş ve burjuvazinin ilerici olduğu dönemde demokratik olan “kamusal alan” (Habermas) şimdi anti-demokratik düşünce ve pratiklere hizmet eder hale gelmişti. Peki, bizi akıldışı bir mecraya getirip bırakan, Nazizm gibi soykırımcı ideolojileri yaratan, atom bombası ile insanları öldüren bu modern akıl, kendini nasıl düzeltecekti? Akıl, aklına mukayyet olabilecek miydi? Olacaksa, nasıl? Aydınlanmacı akla yeniden dönüş mümkün müydü? Tahakkümün değil, demokratik kamusal alanda her bireyin eşit biçimde kendi ürettiği argümanın gücüne göre kurulabilecek bir “ideal konuşma durumu” (Habermas) ile sadece akılcı argümanların uzlaşmayı yaratması, sorunumuzu çözebilir miydi? Kabaca: Sadece bireyleri demokratikleştirerek bir çıkış yolu bulunabilir miydi? Eğitim bu konuda ne yapabilirdi?
***
İstanbul doğumlu ünlü filozof Seyla Benhabib, “kriz” ile “kritik”in (eleştirinin) aynı kökten türediğini söyler. Hastanın “durumu kritik” dediğimizde, hastanın içinde bulunduğu krizin seviyesini ve yoğunluğunu belirtmiş oluruz. Eğitim sistemimiz aslında Osmanlıdan bu yana kriz içinde. Eleştiri (kritik) yerine itaate dayandığı için. Bu kriz aslında eğitimin değil, politikanın krizidir. Freire, her eğitim sisteminin politik, eğitimcinin de politikacı olduğunu iddia ederken, eğitim(cin)in tarafsız olmamasının yanı sıra eğitimin politikaya bağımlı olmasını kast eder. Fakat biz eleştirel pedagoglar, politikanın düzelmesini beklerken hiçbir şey yapmayacak mıyız? Eleştirel eğitimci Michael Apple, “hayır” der, “her şeye rağmen eğitimcinin okullarda yapacak şok şeyi var” diye ekler. “Pazartesi sendromu” diye bir şey olamaz. Eleştirel pedagoglar bu noktada eğitimi başka bir şey için araçsallaştırırlar: Özgürlük. Doğru, pedagoji özgürleştirmez ancak özgürlük mücadelesi yapacak insanlar yetiştirir. Bugün eğitimi “mekanik beceri”, “mali yatırım” ve “ideolojik manipülasyon” olarak görenler için eğitim ile özgürlük arasında bir ilişki yok. Okula gider, bilgi ve beceri edinir, sonra piyasaya çıkıp o bilgi ve becerileri kullanırsınız. Bu şematik bakış açısı elbette sorunu bireyselleştirir. Zaten “meritokrasi” (liyakat rejimi) de bunun böyle daha akılcı olduğunu iddia eder. Eğitim, eğer akılcı ise, en iyisini seçer; seçilen de çaba gösterdiği için seçilmiştir. Eğitim ayıklarken aslında seçer ve akılcı davranmış olur.
***
Oysa eleştirel pedagoji, meritokrasi yerine demokrasiyi koyar. Demokrasiyi geliştirmeyen hiçbir eğitim sistemi toplumsal sorunları çözemez. Bunun için de eğitimi, öğretmen ile öğrenci arasında yukarıdan, hiyerarşik ve monologa dayalı bir bilgi aktarım süreci olarak düşündüğümüz sürece, “demokratik birey” yetiştirmemiz mümkün değildir. Tüm faşist ve muhafazakâr ideolojiler, eğitim ile “itaatkâr birey” yetiştirmek ister. Oysa itaat, bireyin kendisi üzerinden hayata dair bir şeyler eylemesini (“özdüşünümsellik” ve giderek “praksis”) engeller. Aklını başkasının tahakkümü altına sokanlar için kendi çıkarını düşünmek söz konusu değildir ancak tahakküme izin vermeyen “diyalojik pedagoji”, “öğrenci”yi “öğrenen” haline getirerek eğitim sürecini, Habermas’ın dediği “ideal konuşma durumu” içinde en güçlü, demokratik ve gelişkin argümanlarla şekillendirir. Mekanik beceriler bizi sorun çözme konusunda giderek otomatikleştirir ama kendimize ve topluma karşı yabancılaştırır oysa organik bütünleşmeler/angajmanlar (Gramsci’nin “organik aydınlar”ı örneğinde olduğu gibi) bizi çağa, topluma ve insanlığa karşı sorumlu kılarak insanlaştırır. O yüzden eğitim, basit bir bilgi, beceri ve değer aktarma süreci değil, yoksuların, halkın ve insanlığın problemlerini formüle etme, sorunsallaştırma ve çözme sürecidir.  Öyle de olmalıdır.
 

Yorumlar