(Neo)liberallerin eğitim tezleri kimin çıkarına yarıyor?




İlk büyük eğitimci Comenius’un yazdığı “Büyük Didaktika”sı (17. yy), ardından Rousseau’nun pedagojik eseri “Emile”in (18. yy) eğitimde modern bir yaklaşım getirdi ve skolastik, geleneksel eğitimin aşılmasını sağlayacak eğitimde reform hareketine öncülük etti. Bu yaklaşım, daha sonra liberalizmin devleti yöneten bir siyasal ideoloji, felsefi bir akım ve ekonomik düzen haline gelmesiyle giderek güçlendi. Süreç içinde üretilen pek çok tez ve kavram liberal eğitimcilerden geldi. Zorunlu eğitim, okulda yaşa dayalı sınıflama, çocukların ancak okulda daha iyi eğitilebileceği tezi, eğitimde fırsat eşitliği, modern ölçme-değerlendirme, meritokrasi, bilim temelli eğitim…
***
Bu tezler pratik imkânı buldu. Batıda eğitim ve okullar, pek çok liberal eğitimcinin fikriyle gelişti, güçlendi, serpildi, hatta tüm devlet ve uluslar için rol modeli oldu. Eğitimin şart olduğu, insanı modernleştirdiği, statü yükseltip sınıf atlattığı, modern işgücünü yetiştirdiği, ülkelerin kalkınmasını pozitif yönde etkilediği, çağdaş değerlerin yayılmasına öncülük ettiği, ileri teknolojiye uyarlanmaya yardımcı olduğu gibi pek çok tez dolaşıma hep liberal devlet adamı, filozof ve pedagoglarca sokuldu. Bugün hâlâ liberal tezler çok güçlü; o kadar güçlü ki, örneğin en katı Marksistler bile bu tezleri zaman zaman kullanmaktan imtina etmiyorlar. En sağcısından solcusuna değin liberal, giderek neoliberal tezlerin bu derece güçlü olması, yaygın biçimde kullanılması ve her işin alamet-i farikası olmasının nedeni, aslında bunların pratikte güçlü biçimde uygulanma imkânı bulmasının yanı sıra eğitim söylemini belirlemiş olmasındandır. Fakat öte yandan şu da açıktır ki, bilhassa eğitimde pek çok liberal kavram doğru olarak kabul edilmekte, içeriği ve yönelimi hesap edilmeden kullanılmaktadır.  
***
Bir kere eğitime (neo)liberal bakış açısı evrensel, hegemonik ve pragmatik bir hale gelmiş olsa da, öncelikle üst ve orta sınıflara seslenir. Yani bu bakış açısı çıkar odaklıdır. Pek çok yenilik, model veya düşünce (neo)liberaller tarafından alt sınıfların çıkarlarına hitap edecek şekilde düzenlenmez. Çünkü (neo)liberalizm, üretim araçlarının sahipleri olan burjuvazi ve ona çalışan uzmanların ideolojisidir. Örneğin 1920’lerde üretilen “zekâ testi IQ”, bugüne değin beyazların üstünlüğünü kanıtlamak için kullanıldı; egemen beyazların (WASP) sınıfsal eğilim, kültür ve dillerine göre hazırlanan zekâ testleri, zekâ seviyesini belirlemekten ziyade dezavantajlıları (kabaca yoksul ve ezilenleri) eğitim sistemi içinde elemek veya ayıklamak için kullanıldı. Bu bağlamda IQ,  “gizli müfredat”ın unsurlarından biri olarak işlev gördü. Althusser ve pek çok Marksist eğitimci, günümüzde de eleştirel pedagog bu durumu deşifre etti. Yine örneğin bir başka (neo)liberal kavram olan “eğitimde fırsat eşitliği”, demokratik bir mekanizma olarak sunuldu ama bu kavramın eğitimde fırsatların eşitliği adına sunulan çeşitli imkânların (okula erişim, herkese eşit merkezi sınav, tüm öğrencilere aynı müfredat, burs, yurt, düşük ücretli yemek vb.) bırakın zengin ile yoksul öğrenciler arasında eşitliği sağlamayı, zengin öğrencilerin bunlardan daha fazla yararlanmasına neden oldu. Fırsatlar giderek fırsatçılığı doğurdu. İmkanlar artırılacağına, palyatif fırsatlarla yoksul çocukların işleyen sistemi meşrula olarak görmeleri güçlendirildi. Öte yandan (neo)liberal eğitimciler “ölçme-değerlendirme” sistemlerinin bilimselleştirilip demokratikleştirildiğini iddia ettiler. Buna göre öğrencinin sınıfı, kimliği, dili ve inancı belirleyici olmaksızın akademik başarının eşit ve nesnel biçimde ölçüldüğü ileri sürüldü. Oysa akademik başarının ölçülmesi denilen şey, orta ve üst sınıfların sınıfsal konumlarına yakın olan değer, bilgi ve düşüncelerin ölçülmesinden ibaret kaldı. “Nesnel”, “standart” ve “birörnek” ölçme adına yoksul çocukların kendi kültürel çevrelerinden getirdikleri hiçbir şey (tarih bilgisi, yapıp-etme biçimi, iş yapma yöntemi, dilsel beceri, sanatsal performans, geleneksel bilgi, kültürel tarz vb.) değerlendirmeye alınmadı; bunlar, atipik, geri ve işe yaramaz olarak görüldü.
***
Bu kesimlerin eğitimde reform diye getirdiği yenilikler hâlâ öncelikle üst ve orta sınıfların işine yarıyor, bu da eğitimde sınıflı yapının güçlenerek devamına yol açıyor. Örneğin bizde 2005 müfredat reformuyla ilk ve orta düzey müfredatlar değiştirilirken “davranışçı” (geleneksel/modern) sistem yerine “yapılandırmacı” (postmodern) sistem getirilmişti. Pasif öğrenci yerine aktif öğrenci, otorite(r) öğretmen yerine rehber/kolaylaştırıcı öğretmen ile birlikte sistem değişecek, “öğrenci merkezli” eğitime geçilecek, öğrenciler “proje” ve “performanslar” gibi etkinlik türleriyle verilen bilgiden yeni bilgileri yapılandırarak (inşa ederek) yaratıcı olup bu sayede çeşitli beceriler (iletişim, karar verme, rasyonel davranma vb.) edinip aktifleşeceklerdi. Oysa böylesi bir model için bir okulun donanımının tam, velilerin sosyo-ekonomik düzeylerinin ort/yüksek, öğrencilerin de az-çok bir ön formasyonlarının olması gerekiyordu. Bu sistem elbette zaten üst sınıflara hitap eden özel okullarda uygulanıyordu. Ama köy okullarında veya yoksul gecekondu okullarında bu modeli bırakın uygulamayı, uygulayacak yeterli öğretmen bile bulunamadı. Kaldı ki, modelin geliştirilmesini öngördüğü etkinliklerle ortaya çıkarılacak (organik) çokyönlü öğrenci geliştirme modeli ile merkezi standart sınavların ürettiği (mekanik) problem çözme becerileri edinmiş rekabetçi öğrenci tarzı arasında hiçbir çakışma yaşanmadı. Öyle olmadığı için de modelin uygulanması başarısızlıkla sonuçlandı.
***
Bugün TÜSİAD’ından hükümetine, Sabancı Üniversitesi Eğitimde Reform Girişimi’nden TED Üniversitesi TEDMEM’e, pek çok sendikadan çeşitli çevrelere değin yaygın, güçlü ve çok etkili biçimde dillendirilen bir tez var: Küreselleşmeyle beraber ülke ve şirketler, hatta bireyler (öğrenci, iş insanı vb.) artan bir “başarılı olma” rekabeti içindedirler. Piyasalarda çetin biçimde devam eden bu rekabet hemen her şeyi bir yarışmaya çevirmiş durumda. Her şey artık gelip insan gücüne ve onun sahip olduğu bilgiye dayanıyor, deniliyor.  Okullar, öyle beşeri bilimler, ideal eğitim veya sosyal insan yetiştirme gibi piyasalarda karşılığı olmayan ütopyaların peşinden koşmamalı; aksine, piyasalar yüksek rekabet için ne gerektiriyorsa, eğitim onu vermelidir. Bu çerçevede “kodlama eğitimi,” “yapay zeka”, “robotik uygulamalar”, “STEM”, “3D Tasarım”, “Endüstri 4.0”, “Artırılmış Gerçeklik” gibi afili kavramlarla eğitimin giderek daha da teknikleşip yeni beceri edinmeye dayalı esnek, akışkan ve değişken bir modele evrilmesi gerektiği söyleniyor. Bütün bunları ileri süren (neo)liberal çevreler için eğitimde “sosyal adalet”, “eşitlik”, “demokratik eğitim” ve “kamu çıkarı” gibi kavramların bir karşılığı yok. Köy okullarındaki yoksul, doğru düzgün giysisi bile olmayan, hatta anadili farklı, pek çok kültürel sermayeden yoksun milyonlarca öğrenci için hiçbir karşılığı ve gerçekliği olamaz zaten. Bu kavramları ancak Robert Kolej’de, Galatasaray lisesinde, Notre Dame de Sion’da satabilirsiniz. O zaman da sınıfınızı veya sınıfsal tercihinizi belli etmiş olursunuz.
***
Comenius, Rousseau, çok sonraları Dewey gibi liberal eğitim tezleri ileri süren filozoflar tüm çocuklar için az-çok genel, evrensel ve demokratik, eşitlikçi eğitim sistemleri önermişlerdi. Hepsinin de temel kaygısı, eğitim sayesinde toplumların demokratikleşmesi, sosyal adalet ve eşitliğe ulaşılmasıydı. Bugün küreselleşme bahane edilerek, ülkeler/şirketler arası yüksek rekabetten dem vurularak, bilgi toplumuna geçtiğimiz ileri sürülerek bir yarış içinde olduğumuz ve eğitimin bu yok edici rekabete dayanan yarışa cevap vermesi gerektiği söylenmektedir. Bütün o afili, sükseli, piyasalarda karşılığı olan, ağızlara pelesenk olmuş, söylemi biçimlendiren kavram, model, sistem ve pratiklerin bugüne değin yoksullar, ezilenler ve dışlananların hangi sorunlarını çözdüğü bir türlü tartışılmıyor. O yüzden tartışmanın seyrini değiştirmek, atılacak ilk adım olmalı.
    

Yorumlar