Tayyip Erdoğan bir ara neden “zorunlu din dersi”nin tartışılmasına
karşın zorunlu matematik, fizik ve kimya gibi derslerin tartışılmadığını, hatta
bu derslere itiraz edilmediğini hayıflanarak sormuştu. Bu mantık, otomatikman
bilim (pozitif dersler) ile dini (normatif/etik alan) karşı karşıya koymakta,
birbirinin rakibi olarak ilan etmektedir. Yanlış ve yersiz bir kıyaslama. Çünkü
bilimin rakibi din değil, yine bilimdir. Bilim insanları kendilerine din
adamlarını değil, kendi alanlarındaki diğer bilimcileri muhatap olarak alırlar.
Bilim insanları, “yanlışlama”ya, ”çürütülme”ye ve “geçersizleştirilme”ye uygun, açık ve elverişli teoriler ortaya
atarlar. Güçlü teoriler ayakta kalır, hatta yasa halini alırlar. Nitekim
Popper, bilimin gelişiminde “yanlışlama”nın
önemini bu bağlamda ifade etmişti. “Newton
paradigması”nın yerini alan Einstein temelli “Görelilik Kuramı”nın esası da budur. Kuhn, “bilimsel devrimler”i ele alırken paradigmatik değişikliklerin yine
bilim alanında gerçekleştiğini ortaya koydu. Oysa din, kesin/mutlak doğru
anlamına gelen dogmalardan beslenir. Evet, dinlerde yorum vardır ama reform çok
zordur. Değişim ancak biçimsel olabilir. Bir duanın ne zaman, ne kadar, ne için
okunacağı bellidir. İbadette sürpriz yoktur. Öte yandan bilim, pratikten,
olgulardan ve gözlemlenebilir olaylardan beslenir. Değişken, esnek ve akıcıdır.
Ortodoks olan dinler ise metafizik düşüncelerin alanıdır öncelikle. Bilim bu
dünyayı nesnel olarak analiz eder, dinler ise bu dünyayı öncelikle öte dünyaya
hazırlık amacıyla öznel düzenlemeye yönelir. O yüzden ikisinin de işlevi çok
farklıdır; rakip değil, birbiriyle hiç ilgisi olmayan iki alandır. Kimyacılar,
ilahiyatçılarla bir araya gelip bilimsel alışveriş yapmazlar. Bir matematikçi
çözmeye çalıştığı problemle ilgili olarak din kitaplarını karıştırmaz.
***
Fakat bizde hem sol hem sağda hâlâ
iki alanı kıyaslamak, yarıştırmak ve ölçmek söz konusu (ben burada zorunlu
olarak bir parça öyle yapmak zorunda kaldım). Muhafazakâr kesim, daha da ileri
gidip, din alanının bilim alanından daha üstün olduğunu bile ileri sürebiliyor.
Bu bağlamda “kıyaslama” bir yana, fen
derslerini din derslerine göre “ikincilleştiren”,
hatta neredeyse “önemsizleştiren”
bir bakış açısı zaman zaman İslami cenahta açık biçimde dillendiriliyor.
Örneğin “Yeni Akit yazarı Ali Erkan Kavaklı, fen bilgisi ders kitabında doğanın
‘yaratıcı’ olarak yansıtıldığını, bu durumun Allaha şirk koşmak olduğunu bile yazdı.
Sadece Fen Bilgisi değil, Hayat Bilgisi, Fizik, Kimya, Coğrafya, Biyoloji,
Sosyal Bilgiler ders kitaplarında Allah ve yaratıcı kelimelerinin geçmediğini
ileri sürerek doğa, varlık ve eşyanın yaratıcının yerine konduğunu ve böylece
çocukların zihinlerine zehir şırınga edildiğini yazdı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a
bu duruma son verilmesi için çağrı yapan yazar, bu kitapları okuyan gençlerin
AKP yerine doğacı ateistlerin partilerine oy vereceğini iddia etti.” Yine aynı
kıyaslama.
***
Okuldaki pozitif dersleri, din ve
ahlak gibi normatif ve etik alanların karşısına koymak, hele ikincilleştirip
önemsizleştirmeye çalışmak, eşyanın tabiatına, gelişme sürecine ve insanlığın
geldiği noktaya ters ve aykırı. Tam bu noktada, AKP dönemiyle birlikte artık
eğitim sisteminin tümüyle “dincileştiği”
iddiası doğru mudur, sorusunu sormalıyız. Eğer öyleyse, eğitim sistemimiz
pozitif niteliğini kaybetti mi? Ya da bilim, eğitim sistemimizde sürekli din
aleyhine mevzi mi kaybediyor? Bu tür soruları yanıtlamak kolay değil. Çünkü ilk
olarak pozitivizm kavramı çok tartışmalı; ikinci olarak da, konuya ilişkin
elimizde sağlam, güvenilir ve geçerli bir ölçek yok. Ama bazı gözlemlerde
bulunabilir, kimi çıkarımlar yapabiliriz. Burada yolumuzu yine bilimsel bakış
aydınlatacak.
***
Pozitivizmin kurucusu Comte,
herkes için güvenilir, geçerli ve kanıtlanabilecek bilgilere nasıl
varılabileceği üzerine kafa yormuş, çareyi de sosyal bilimlerin pozitif/doğa
bilimleri gibi yapılanmasında bulmuştu (o yüzden kurduğu sosyoloji bilimini bir
tür “sosyal fizik” olarak görmüştü).
Pozitivist Durkheim, gözlemlenebilir bir olguyu yine bir başka gözlemlenebilir olguyla
(metafizik veya bireysel öğelerde değil) açıklamaya çalışmıştı. Süreç içinde
pozitivizm önce bir felsefe, ardından bir metodoloji ve giderek ideoloji haline
geldi, serpilip güçlendi. Bu süreçte Aydınlanma’nın iki temel gücüne sırtını
dayadı: Bilim ve akla. Akıl, metafizik, uhrevi veya mistik yollarla değil,
bilimsel yöntemlerle çalışıp az-çok kesin sonuçlara varacaktı. Tüm Batı
uygarlığı aşağı yukarı bu felsefe ve metodoloji üzerine kuruldu. Newton
Paradigmasının temeli budur; teknolojik ilerleme, bilimsel gelişme ve sosyal
evrim hep bir tür pozitivizme yaslandı. Modern Türkiye’nin resmi ideolojisi
veya felsefesinin pozitivizm olduğu ileri sürüldü. Mustafa Kemal, pozitivist
düşünce ve pratiğini bilim ve bilimsel eğitime ağırlık vererek gösterdi.
Hayatta en hakiki mürşidin fen olduğunu söylerken bunu kast etti. Cumhuriyet
döneminde pozitivist bilim anlayışı, dinsel alanı giderek işlevsizleştirdi.
Kamusal alandan özel alana itti. Yeni bir devlet kurulurken buna uygun insan
tipinin (yurttaş) eğitiminde bilim, gelişmiş teknoloji ve ileri pratiklerin
çözüm olacağı iddia edildi. Bu bağlamda bu dönemin ders kitaplarında “evrim teorisi” kolayca
okutulabiliyordu. Laboratuarlarda her türlü deney, dinin baskısı olmadan
kolayca yapılabiliyordu. Softaların yerini giderek bilim insanları alıyordu.
***
Kimi çevrelere göre ise günümüzde
artık bambaşka bir tabloyla karşı karşıyayız. Örneğin artık müfredat ve ders
kitaplarında evrim teorisi okutulmuyor. Eğitimin laik olduğunu iddia etmek çok
güç. Okullarımızı, kendilerini laik olarak tanımlamayan idareciler yönetiyor. Her
okulda bir kütüphane yok ama mescit var. Derslerde sadece Sünni İslam
öğretiliyor ama diğer dinlere eşit davranılmıyor, onlara okullarda temsil hakkı
verilmiyor. Neredeyse tüm büyük tarikatlar, okullarımızda türlü sözleşme, proje
ve etkinliklerle yer alıyorlar. Din dersi hâlâ zorunlu ki bu, insan haklarına
aykırı. Kaldı ki, din derslerinden, nesnel, yansız ve gerçekçi bilgi vermek
yerine birer “indoktrinasyon” aracı
olarak yararlanılıyor. Fasulyenin dualar eşliğinde daha hızlı büyüdüğüne
ilişkin tuhaf deneyler yapılıyor. Buna benzer örnekleri artırmak mümkün. Ama bu
tür örneklere bakıp eğitim sistemimizin anti-pozitivist olduğunu söyleyebilir
miyiz? Ya da eğitim sistemimiz hâlâ pozitivist ise, bunun böyle olduğunu ne(re)ye
bakıp kanıtlayacağız?
***
Eğitim yasalarına mı bakacağız?
Reform taslaklarında mı arayacağız (anti)pozitivizmin izlerini? Şura kararları?
Müfredat ve ders kitapları? Derslerdeki uygulamalar? Yoksa çıktıları mı
(mezunlar) inceleyeceğiz? Ben burada en kolayını yapıp okul içindeki derslere
bakacağım. Eğitim sistemimizde pozitivizmin izlerini orada görmek hâlâ mümkün
zira okutulan kritik bilgilerin çoğu pozitif disiplinlerle ilgili. Bu dersler
sistem içinde pek çok açıdan belirleyici. Kimse din bilgisi veya ahlak dersim
iyi diye böbürlenmez ama matematik, fen, fizik ve kimyam iyi diye rahatça övünür.
Neden? Çünkü bu derslerdeki bilgi miktar ve içeriği çok yüklüdür; fizik dersini
anlamak zordur, matematik problemlerini çözmek, çoğu öğrencimiz için hâlâ “problemli” bir konudur. Pozitif
dersler karmaşıktır. Ezberle kolayca öğrenilemez. Önemli fakültelere
(mühendislik, tıp, mimarlık vb.) fen-matematik ağırlıklı puan türüyle giriyoruz.
En akıllı, yetenekli ve gelecek vaat eden öğrencilerimiz bu tür fakültelere
gidiyorlar. Ülkenin kritik konumları (yönetim, sevk, idare, kontrol vb.) bu
mezunlar tarafından işgal ediliyor. Bu kadrolar karmaşık bilgileri
sadeleştirebiliyor, formül üretip problemleri rahatlıkla çözebiliyorlar.
Bunlara “uzman” diyoruz; gündelik
hayatımız bu uzmanlar sayesinde aksamadan ya da zaman zaman sorunlu da olsa devam
edebiliyor. Bütün bilimsel gelişme, refah ve kolaylıklar hep bu alanlardaki
buluşlarla gerçekleşiyor. En koyu dindar bile, hastalandığında nefesi kuvvetli
bir hocaya değil, hastanedeki hekimlere koşuyor; büyü, mistik inanç veya din
değil, tıp bilimi çare oluyor. Köprülerimizi, din bilgilerine göre değil,
mühendislik bilimlerine göre inşa ediyoruz. O yüzden hâlâ karnenin sol
tarafındaki “öğretim” (büyük
çoğunluğu pozitif dersler olan kısım), ölçme-değerlendirmeye asıl konu olan
kısımdır. Karnenin sol tarafındaki “hal
ve gidiş”i (eğitim) pek takan olmaz. Aslında burada bilim ile dini
kıyaslamak, yukarıda açıkladığımız gibi, yanlış ama sistemin pozitivist olup
olmadığını anlamak için de bunu yapmaktan başka çare yok.
***
Okullarımızda laboratuarlar var;
yapılan deneylerle öğrencilerimiz bir olgu, madde veya ilişkiyi deneysel olarak
öğrenebiliyorlar. Matematikte kanıtlama, mistik güçler üzerinden değil, pozitif
ve negatif sayılarla yapılıyor. Öğretmenlerimiz bilimsel eğitim veren
fakültelerden mezun, alanlarında az-çok ehliyetli kimseler. Velilerimiz için
bilgi hâlâ “bilimsel bir şey”. Muhafazakâr
bir veliye sorsanız, çocuğunu ilahiyat fakültesine değil, ODTÜ mühendislik veya
Hacettepe tıp fakültesine göndermek ister. İslam dünyasının allameleri yerine, modern
hayat için uzmanlar yetiştiriyoruz. Bir mühendis veya hekimi yetiştirmek,
ilahiyatçı yetiştirmeye göre daha pahalı. Pozitif bilginin gücü, meşruiyeti ve
çare olmasını en koyu dindar bile kabul etmiş durumda. Gündelik hayatımızda
bilimsel bir bilgi, formül veya sonucun girmediği alanı bulmak çok zor. Fallar,
şans oyunları veya bahisler bile artık internet ortamındaki program veya
formüllere göre yorumlanıyor.
***
Fakat bütün bu kanıtlar, eğitim
sistemimizin pozitif olduğunu gösterir mi? Bence hayır. Aslında eğitim
sistemimiz “biçimsel açıdan pozitif”
ama “sonuç olarak değil”. Pozitivizm
kabaca bilimin gücüne, aklı kullanmaya ve evrensel açıdan geçerli yasalar
yapmaya dayanır. Fakat hangi bilim, ne tür bir akıl ve evrensel derken ne tip
yasalardan bahsediyoruz? Çoktandır eğitim sistemimizde bilim dediğimiz şey,
teknik, otomatik veya mekanik olarak algılanıyor. Daha çok da, becerilerin
edinilmesiyle gündelik hayatımızda bizlerden devlet, piyasa ve çeşitli
örgütlerin talep ettiği yeterlilikleri kazanmanın, bir şeyleri yapabilmenin
(capability) ve pratik çözümler bulmanın araçsallaşmış biçimi olarak.
Pozitivizmde akıl, eleştirel güzergâhta çalışır; yenilikçi, yaratıcı ve
geliştirici edimleri özgürleştirici bir bakış açısına doğru iter. Bunu yaparken
bilimsel alanda bulunan yasaları mutlaklaştırmaz. Demek istediğim şu: Bir tane
pozitivizm yok. Ne demek istediğimi, Taner Timur’dan Marx’a ilişkin bir
alıntıyla açıklayayım.
***
Marx ve Engels, feodal sistemin
aşılıp işbölümü ve uzmanlaşmanın giderek arttığı ve kişisel bütünlüğü
parçalayarak insanları büyük bir çarkın vidaları haline getiren kapitalist bir
toplumda yaşadılar. Her ikisi de bu soruna karşı çözümü, şiddete dayalı devrimci
bir sınıf savaşında gördüler; mücadele ve politeknik eğitimle geleceğin
insanının tüm yeteneklerinin geliştirilebileceğini düşündüler. Fakat Marx, pozitivizme
ilişkin olarak Kapital ve diğer
eserlerinde incelediği iktisat biliminin durumuyla ilgili önemli bir
epistemolojik ilke sundu bize: Toplumsal bilimlerde evrensel yasalar yoktur;
aksine, farklı gelişme düzeylerinde bulunan toplumsal formasyonların farklı
yasaları vardır. Fakat toplumlar devamlı bir evrim ve değişme sürecinde
bulundukları için bu yasalar da ancak “eğilim”
yasalarıdır. “Bireysel özgürlük”, “bireysel
irade” ve “seçim”, bu bağlamda
devreye girer ve mutlak bir determinizmi önlerler. Tarihsel materyalizm, en
somut araştırmalarına dayanan, toplumsal birim ve bu birimleri oluşturan
kavramsal çerçeve araştırmaları bu ilke üzerine kurulmuştur.
***
Marx’ın pozitivist, evrimci ve
determinist olup olmadığı çok tartışıldı. Burada bu tartışmaya girecek değilim.
Fakat Marx, bir bilim insanıydı; bilimle ilgilenerek sosyal hayatı analiz etti.
Kendisi bir tür pozitivistti ama bilgide mutlak, kesin ve teleolojik
(erekselci) bir tutum takınmadı. Örneğin, komünizmin temel ilkesini (yetenek ve
ihtiyaç dengesi) açıklasa da, geleceğin toplumuna ilişkin kesin bir yargıda
bulunmadı, sonuç bildirmedi ve mutlak bir formül önermedi. Bu yüzden ütopyacı
da değildi. Ama her bilgisiyle nesneldi. Analizlerinde bilimden başka bir güce
inanmadı. Ancak Marx, nesnel tutum takınırken tarafsız değildi. Sosyal olayları
mekanik biçimde değerlendirmedi. Kendi başına işleyen, şaşmaz biçimde hareket
eden ve insan iradesinden bağımsız sosyal güçlerin olduğuna inanmadı. Altyapının
belirleyiciliğine yer verse de, bir toplumsal özne olarak sınıfların gücüne,
işlevine ve yönelimine inandı. Kısaca,
Marx, bize sosyal bir pozitivist anlayış bıraktı.
***
Eğitim sistemimiz biçimsel olarak
pozitivist ama özde değil derken tezimi somut bir örnekle açıklamak istiyorum:
Matematik dersi, rakamların kendi içindeki ve pratik hayata kimi çözümler
bulmak için uygulanmasıyla anlam bulan bir alan. Matematikte sayı ve formüller
arasında kurulan denklemler (eşitlikler), belli teoremlere göre bize bazı
sonuçlar verir. Bir öğrenci, bu sonuçlarla sadece bir problemi çözmüş olmakla
kalmaz. Aynı zamanda bu sonucu elde edene kadar gerek öğrenme ve işlem
aşamasında yaşadıklarıyla gerekse de sonuçları (formül, denklem, teorem vb.)
pratik alanlara (mühendislik, teknoloji, tıp bilgisi vb.) uygulayarak bir
bilinç, farkındalık ve kimlik (uzmanlık, unvan, terfi vb.) kazanmış olur. Bu
süreç, mekanik, çoğu zaman otomatik olarak işler. Ben bu sürece “biçimsel pozitivizm” diyorum. Ama eğer
matematik problemi çözerken, problem sözelleştirilip içindeki kişi, rakam ve
muhtemel olaylar (diyelim öğrencinin mezuniyeti sonrasında kredi borcunun
ödenmesinde karşılaşabileceği olası faiz oranlarının ne olacağı gibi), insanların
sosyal sorunları üzerine olur ve bu arada öğrenciler bu sözel problemi çözerken
derslikte kolaylaştırıcı/rehber öğretmenin eşliğinde diyalojik pedagojiye dair
bazı demokratik tutumlar (dayanışma, empati, işbirliksel öğrenme vb.)
kazanırlarsa bu, Marx’ın kastettiği anlamda içerik bakımından zengin, sosyal ve
eleştirel bir pozitivizm olmuş olur. Kısaca: Pozitivizm sadece nesnellik
(rakam, formül, doğrular vb.) ile değil, aynı zamanda değerlerle de ilgilidir.
Ama bu değerler, insanı geliştiren, demokratikleştiren ve özgürleştiren
değerlerdir. Bitirirken, böylesi bir bakış açısının (eleştirel pedagoji),
arkadaşım Dr. Bülent Avcı’nın ABD’de bir lisede matematik öğretmeni olarak
yaptığı doktora tez çalışmasının (“Eleştirel
Matematik Öğretimi”) kitaplaşmış biçiminde (bu kitabı Türkçeye çevirdim ve
2020 Ocak ayında yayımlanacak) nasıl da iyi bir biçimde ele alındığını görmek
mümkün. Bu çalışmayı hararetle tavsiye ederim.
Yorumlar
Yorum Gönder