Arap-İslam eğitim sistemlerinin (neo)liberal dönüşümü



Kemal İnal



Bir önceki yazımda, dünya çapında etkili olan ve çeşitli kurum, mekanizma ve kavramsal literatürü bulunan “uluslararası eğitim rejimi”nden bahsetmiştim. 1980’lerden başlayarak bu rejimin kuruluşu sürecinde, başta Türkiye olmak üzere pek çok Arap/İslam ülkesi eğitim sistemleri dönüştürülmeye başlandı. Bu ülkelerdeki dönüşüm, kendine “dinsel vaaz” ve “işletme dersi” arasında yer bulan geniş bir alanda gerçekleşti. Arap/İslam ülkelerinde önce ekonominin neoliberalleştirilmesinin ardından bu ekonomik dönüşüme uydurulmaya çalışılan bir “eğitimin liberalleştirilmesi” sözkonusu oldu. Eğitimin bu yeni kimlik ve işlevini analiz etmeden önce, ekonomik alanda neler olduğuna bakacağım.  
***
1980’lerde küreselleşmeyle birlikte ortak bir piyasa aklının zemin bulabilmesi için zihniyetlerin de dönüşmesi gerekiyordu. Ne kadar aşırı, radikal veya özcü yaklaşım, düşünce, kişi, pratik ve norm varsa dönüştürülmeliydi. Önce, reel sosyalist ülkeleri kuşatmak için İslami “yeşil kuşak” projesi başlatıldı; ardından reel sosyalizmin yıkılmasıyla tüm orta doğuda piyasa dostu bir sözde liberal görünümlü “ılımlı İslam” üretildi. Bu dönüşüm modeli, Türkiye ve pek çok Arap-İslam ülkesi, hatta çeşitli Afrika ülkelerinde neredeyse eşzamanlı uygulandı. Gerek ekonomi gerekse eğitim gibi sosyal alanlar/kurumlar için dönüşümü hazırlayıp gerçekleştirecek politik kadrolar hazırlandı. Özal’ın 1970’lerde ABD’de eğitim almış prenslerinin ardından, Patrick Haenni’nin “Piyasa İslamı-İslam suretinde neoliberalizm” adlı kitabında belirttiği gibi çeşitli İslam ülkelerinden (Mısır, Endonezya, Ürdün vd.) pek çok genç, seksenlerin sonlarından itibaren ABD’ye “işletme” okumaya gitti; beraberlerinde İslam’ı, piyasa ile barıştıracak/bütünleştirecek veya daha doğru bir ifadeyle, “piyasa içinde ehlileştirecek” bir donanım veya formasyonla döndüler. 
***
Model şöyleydi: ABD’de neoconlar (yeni muhafazakârlar), nasıl evanjelist Hrıstiyanlar ile neoliberal kapitalistleri birtakım uzman ve teknokratların piyasa bilgisi, görgüsü ve anlayışları etrafında birleştirmişse, aynısı orta doğudaki İslamcıların liberalleştirilmesiyle, giderek neoliberalleştirilmesiyle başarılabilirdi. Patrick Haenni, bu süreci ayrıntılı biçimde anlatır. Ona biraz kulak verelim: Radikal, geleneksel veya arkaik birtakım dinsel düşüncelerden kurtulup “ekonomik başarı”, “girişimcilik” ve “zenginleşme” değerleri etrafında buluşacak, “bireysel gelişimi”ni sağlayıp dışa açılarak eski kavramlarını (ilim-irfan, fazilet, hakkaniyet, hatta giderek cihat, şeriat, fıkıh vb.) terk edecek, “mümin”den “birey”e doğru gidecek; artık yoksulluk, ezilmişlik, horlanmışlık, sadelik ve bir lokma-bir hırkayı değil, zenginliği, parayı, başarıyı, kazanmayı ve yatırım yapmayı konuşacak, “cihadist felsefe”den “neoliberal felsefeye” geçecek ama bütün bunları yapıp yırtıcı bir kapitaliste dönüşürken sosyal devleti de yıkıp onu “dinsel hayırseverlik” ile ikame edecek, sadaka ve zekat ile sosyal politikaları zayıflatacak, emeğin kazanım alanlarını (sendikal hak, sosyal politika, dayanışma/beka stratejileri vb.) güçsüzleştirecek bir model, yeni bir kavramsal-ideolojik alet çantası getirilecektir. Aslında siyasal İslamcıların bir tür burjuvalaşması olan bu süreç, yapısal sorunların (eşitsizlik, adaletsizlik, yoksulluk, sömürü, doğanın talan edilmesi vb.) çözümünü by-pass ederken, öte yandan neoliberal kapitalizmin donanımını edinir ve diğer yandan da İslami felsefenin geleneksel/sembolik mekanizmalarını (sadaka, zekat vb.) devreye sokar. Bu süreçte “din kardeşliği” (ümmet) söylemi ile üzeri örtülmeye çalışılan çok sayıda çelişki, çatışma ve olumsuzluk elbette daha da artar. Sonuçta, korkunç bir borç batağına saplanan, savaş ve terörizmden geçilmeyen, yoz yönetimlerin hâkim ve Müslüman halkların ve diğer etnik toplulukların sefaletten perişan olduğu bir İslami coğrafya (Yemen, Sudan, Libya, Irak, Suriye, İran vd.) ortaya çıkar. Peki, bu noktaya nasıl gelindi?   
***
Arap-İslam dünyasının piyasa düşmanı olmadığı açık. Fakat küreselleşmeyle birlikte piyasaların yayılması ve etkili olabilmesi için bu piyasalara daha etkili bir tüketici olarak girecek bir donanım, zihniyet ve davranış modelinin üretilmesi gerekiyordu. Bu konuda da Arap/İslam toplumlarının entelektüelleri, iş insanları, eğitimli kadroları, popüler kişilikleri vb. öncülük yapabilirlerdi. İslam’ın dar bir çevrede kanaati (az ile yetinme) temsil eden değerlerinin yerine kişisel tatmin/haz, bireysel başarı ve kendi kurtuluşunun ancak ve ancak yeni bir ekonomik mantık çevresinde iktisadi sahada olabileceği algısı giderek yerleştirildi. Bu süreç içinde sayıları birden artan yeni İslami aktörler (hatipler, uzmanlar, yorumcular, şifacılar vb.), kamusal alana çıktılar ve Batılı modernitenin kurum ve değerlerini yeni bir ahlaki söylem ve maneviyat anlayışı içinde sunmaya, daha doğrusu ekonomik bir mantıkla pazarlamaya başladılar. İslami TV programı yapımcıları, sunucuları, medyatik kişilikleri, kamusal alanları, özel alandan transfer edilen bir takım kavramlarla (sohbet, vaaz, çeşitli dini ritüeller vb.) doldurup şekillendirmeye başladılar. İslami özün modernitenin maddi kurumsal alanlarına uyarlanmasıyla birlikte dinsel olan hemen her şey, kolektif düzeyden (ümmet) bireysel düzeye inmeye başladı. İslam’ın yedirildiği hemen her maddi alan (giyim/moda, spor, müzik, yemek, sinema vb.) yeni, melez ve ilginç karışımlara yol açtı.
***
Bütün bu sürecin piyasa üzerinden bir tür burjuvalaştırılması, o eski ütopik hedeflerin (İslam devleti, şeri düzen, cihadist felsefe vb.) yavaş yavaş bir kenara atılmaya başlamasına neden oldu (kuşkusuz bu tam da böyle olmadı, yoksa bin bir çeşit terör tekniği uygulayan o kadar cihatçı örgüt ortaya çıkmazdı). Fakat her şeye rağmen sinsi bir süreç, hükmünü okumaya devam etti. Arap/İslam ülkelerinin, egemen küreselleşmeden muaf olması, modernleşmeye direnmesi ve kentleşmenin yarattığı dinamiklere (örneğin rant, site hayatı, lüks vb.) ilgisiz kalması beklenemezdi. Piyasada yer edinen, kendini ona uyarlamaya çalışan (örneğin daha dün Diyanet, kapitalist bankacılığın modern bir mekanizması olan “faiz”in haram olmadığını ve hükümetin bu mekanizmayı kullanabileceğine hikmetti; yani bu konuda fetva verdi) ve hatta piyasa dinamiklerini yönlendirebilecek sermaye, kadro ve lojistiğe sahip olan kadroların kuşkusuz alamet-i farikası, yetiştikleri “işletme” (management) kültürüdür.
***
Haenni’ye göre 1990’lardan itibaren bu yeni süreç, dört temel etmen çerçevesinde incelenebilir: 1) Müslüman “olumlu düşüncesi” (positive thinking). 2) Müslüman olmanın onurunu (muslim pride) performans, başarı ve rekabet ölçütleri üzerinden algılayan yeni bir ekonomik refah ilahiyatı. 3) “İşletme kültürü  (management) altında şirket kültürünün ve temel değerlerinin dinsel alana sirayeti. 4) “İslamın neoliberalleşmesi” ki bu sürecin anlamı, “devletin kamu hizmetleri üzerindeki tekelini kırmak ve bu alanı özel dini referanslı kurum veya yapılara açmak amaçlanmaktadır.” (s. 20) Bu süreç birey ve toplum düzeylerinde giderek “itaat” ve “kulluk” gibi geleneksel dinsel kavramların “kişisel gelişim” gibi modern kavramlara dönüştürülmesine yol açacaktır. Dinsel geleneğin bu modern şartlara tercümesi, adaptasyonu ve intikali, sonuçta çok farklı öğelerin eklektik bir şekilde harmanlanmasına meydan verecek; yeni kavramların (“elektronik cihat” gibi) üretilmesini sağlayacak; çeşitli olgular (örneğin namaz ve yoga) arasında bir yakınlık kurulacaktır. Militan dindarlıktan soft Müslümanlığa geçiş, artık sıradan dindar insanların maneviyatına yoğunlaşmaktansa, tüketici taleplerini dikkate alan bir piyasa felsefesini güçlendirecektir. Bu da, dindar kuşaklar arasında giyim, konut, eşya, eğitim, sağlıklı yaşam, spor, turizm gibi pek çok alanda farkların belirmesine ve artmasına yol açacaktır. Artık kimliksel kodlar ile bireysel tercihlerin birbiri içinde harmanlandığı bu yeni konjonktürde temel referans, dipte veya derinlerde hala İslami olsa bile, şekilde ve uygulamada gayet kapitalisttir. Bu süreçte İslami ümmet anlayışı, kapitalizmin eleğinden geçen yeni bir “İslamı kozmopolitizm” yaratacaktır. Bu kozmopolitizme hâkim rengini veren, burjuva talep ve arzulardır artık. Lüks yaşam, son model otolar, nezih mekânlar, abartılı tesettür, modern ritüeller (bekârlığa veda, doğum günü, mezuniyet vb.) ve makam-mevki hırsının amacı, öncelikle Müslüman kimliğinin yeniden üretimi değil, maddi yaşamın her alanına (doğal hayat, yaşam kalitesi, sağlıklı hayat, kaliteli eğitim vb.) nüfuz edip bu dünyanın nimetlerinden sonuna değin yararlanmaktır. Medyatik İslami figürlerin vaazları, yoğun bir katarsis (gözyaşı seli, kendinden geçme vb.) eşliğinde İslami bilginin modern yaşam şartlarına nasıl tercüme ve adapte edileceğinin bilgisi eşliğinde bir tür “tele-dinsel kimlik” yaratacaktır. Kişinin dini sorularına cevap arayışının amacı, içine girdiği yeni kapitalist ilişkiler demeti içinde neyi nasıl yapabileceğinin bilgisini edinmek ama en çok da, o lüks, bireyci ve maddiyatçı yaşamın nasıl meşrulaştırılabileceğinin motivasyonunu edinmektir. İşyeri ile mabet arasındaki mesafe uzarken, kolektif aidiyetler ile kişisel yaşam hırs ve arzuları arasındaki boşluk giderek bir uçuruma dönüşecektir. Dinselliğin o özel alana ait eski aidiyeti ve pratiği yok artık; yeni alan, kamusal taleplerin ifade edileceği piyasadır ve bu ifade de, medya ile takip edilmeli, üretilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır.    
***
Nilüfer Göle gibi liberal sol sosyologlar bu süreci 1990’lardan itibaren mahremin modernleşmesi, modernliğin bir başka versiyonunun gerçekleşmesi olarak gördüler ve alkışladılar. Onlara göre İslami düşünce ve pratiklerin kamusallaşması, bir tür sivil toplum yaratacak ve devlet ile vatandaş arasında yeni bir demokratik sözleşmenin yapılmasına vesile olacaktır. Bu sivil toplum düşüncesinin ekonomik temeli aslında 1974’de Enver Sedat’ın ekonomide dışa açılma politikası ile başlatıldı. Sonra 1980’lerde bayrağı Özal devraldı. Katıksız bir Amerikan hayranı olan dindar Özal, ekonomiyi neoliberalleştirirken muhafazakâr kimlik ve düşüncelerinden ödün de vermedi; o ülkemizin ilk “sivil” cumhurbaşkanı olacak ama öldüğünde ardında büyük bir ekonomik ve sosyal yıkım bırakacaktır. “Hayali ihracat” onun döneminde patlamıştı (öncesinde aslında 1970’lerin sonlarında bu işi bulan ve ilk kez gerçekleştiren Süleyman Demirel’in yeğeni olacaktı). Özal da zenginleri sever, fakirlerden uzak dururdu. Çok sonra Anadolu Kaplanları holdingleşirken, MÜSİAD kurulurken bu zenginleşme tutkusu İslami düşünce ve pratiklerle meşrulaştırılacaktır. Mücahit’ten önce müteahite, oradan müteşebbise (3M yolculuğu) doğru girilen evrim sürecinde siyasal mücadele kültürü şirket kültürü değerleriyle iç içe geçirilecektir. Bu ruhların kurtarılmasından (öteki dünya inancı) ruhun bu dünyada maddi inşasına gidilen yolda ekonomide neoliberalleşmeye eşlik edilmesi düşünülen eğitim ve siyasette liberalleşme (demokratikleşme) elbette gerçekleşmedi. Onca (sözde) demokratikleşme çabası, reform, “Arap Baharı” vb. İslami/Arap ülkelerin daha fazla otoriterleşmesinden ve en vahşi yöntemleri kullanan yüzlerce cihadist örgütün üremesinden başka bir sonuç vermedi. Ekonomi alanında işletme değerleri (kendini geliştirme, bireysel gerçekleştirme, beceri oluşturma, kariyer peşinde koşma vb.) ile dini uzlaştırma ve yeni bir ılımlı, demokratik görünümlü İslam yaratma, Arap ülkelerinin imajını düzeltme piyasada yırtıcı bir neoliberalizmin yerleşmesi, siyaset alanında otoriterliğin daha da artmasıyla sonuçlandı. Peki, bu arada Arap/İslam ülkelerinin eğitimi neden, nasıl ve ne zaman dönüştürülmek istendi, sonuç ne oldu?
***
Bu konuda Imed Labidi bize epey ayrıntılı bilgiler vermektedir. Labidi, Arap/İslam ülkelerindeki bu eğitsel yeniden yapılanma veya dönüşüm hareketini “yeni sömürgecilik” çerçevesinde ala alır. Ona göre işe 1980’lerde başlandı. Arap/İslam ülkelerinin müfredat ve ders kitapları önce “Yeşil Kuşak” projesi çerçevesinde SSCB’ye karşı bir muhalefet oluşturmak için elden geçirildi. Asıl amaç, SSCB’nin Afganistan işgali sonrası “komünist tehlikenin durdurulması”nı sağlamaktı. Bunun için de Ruslar karalanmalıydı. Bu amaçla, Afganistan, Pakistan ve Suudi Arabistan’da okutulan ders kitaplarına ABD, 1986’den 1994’e değin 50 milyon dolarlık bir bağış yaptı be ders kitapları ABD’nin mali desteğiyle Nebraska üniversitesinde üretilip basıldı. Bu kitaplarda çocuklara örneğin Müslümanların Rus askerilerin öldürmesiyle ilgili matematik problemleri soruldu. Daha sonra da müfredat ve ders kitaplarında Amerikan karşıtı propagandalar yok edilmek ve terör tehditlerini kontrol altına almak amacı güdüldü. “Batının sarsıcı politik baskısı altında, Arap devletleri Batının nasihatlerine güvenmek zorundaydı ve okullarını nefret eğitim iddialarından uzaklaştırmak ve Arap okullarındaki Batı temsilini “silmek” için Batılı yöntemlerin benzeri reformları hemen uygulamaya koymak zorundaydılar.”[1] Bu süreçte Arap eğitimini terörün meşru kaynağı olarak göstermek, Batılı söylemlerin merkezine oturtuldu. Bu anlayışa göre Arap/İslam ülkelerinde çok sayıda genç, geleneksel İslami okullarda (medrese) Batı karşıtı radikal fikirlerle yetişiyor ve birer İslami militana dönüşüyorlardı. Bunu önlemek için Arap/İslam ülkeleri, başta müfredat ve ders kitapları olmak üzere, pek çok öğretim materyalinden çeşitli İslami değerleri (cihat başta olmak üzere) çıkarıp attı (aynı süreç AKP’ye karşı da işletildi). Amaç, “iyi Arap”ı yetiştirmekti. Fakat Batının zoruyla girilen eğitim reformlarına karşın Labidi, yaptığı araştırmada Arap/İslam dünyasında Batı temsilinin ilerlemesine dair bir kanıt bulamadığını iddia eder ve şöyle devem eder: “Bilakis, saldırgan devlet politikaları İslami eğitimlerin gizli olarak yürütülmesine neden oldu ve eğitim politikalarının merkezileştirilmesine katkı sağladı; Arap eğitim sistemi tek kültür yapımcı olarak devleti kuran beceriksiz hükümetler için yeni bir can simidi oldu.”     
***
Fakat Labidi’ye göre bu tutum yani Batıya dönük eğitim reformları, “eğitimin tarihsizleştirilmesi”, “yaratıcı ve eleştirel düşüncenin önüne geçilmesi” ve “öğrenmenin gerçek hayattan koparılması”na yol açtı. Batı, Arap/İslam eğitim sistemlerini tek, homojen ve birbiriyle ilişkili olarak ele aldı oysa, Labidi’ye göre bu ülkelerin eğitim sistemleri de diğer alanlar gibi bir çatışma alanıdır ve rakip etmenler tarafından kolayca manipüle edilebilmektedir. Ona göre ABD’ye cihatçıların saldırdığı 11 Eylül 2001 sonrası, “yeni-sömürgecilik” dönemine girildi ve bu sorunu ortadan kaldırmak için Arap/İslam pedagojik materyallere, eğitim sistemlerine yeniden dikkat çekilmeye başlandı. ABD’nin Ortadoğu’yu özgürleştirme ve demokrasi ihracı hedefi, bir yandan askeri işgal diğer yandan yeni gözde kavramların (temsil, kültürel farklılık, demokratik pedagoji vb.) dolaşıma sokulmasına yol açtı. Labidi’ye göre bu süreçte yaşananlar (emperyalist yayılmacılık, işgaller, küreselleşme, eğitim sistemlerinde reformlar, başta cihat olmak üzere İslami değerlerin sorgulanması vb.) ve kısaca yeni-sömürgecilik, Arap eğitimini şu üç rekabetçi gücün ortasında bıraktı: Batılı güçler, başarısız Arap devletleri ve İslami söylem.
***
Arap/İslam ülkelerinde ekonomi gayet hızlı, etkin ve yırtıcı biçimlerde neoliberalleşirken eğitimin liberalleşmemesini (güya demokratikleşmemesini) neye yormalı? Aslında bunun böyle olmamasına şaşırmamalı zira burada öğretilenler ile pratikte yaşananlar arasında büyük bir çelişkili alan oluştu. Örneğin okullarda öğrencilere faizin haram olduğu öğretilirken öğrencilerin aileleri bankalardan aldıkları ev kredisini (mortgage) ödemek için açıkça faiz ödemek zorundaydılar. Yine okulda öğrencilere demokrasi öğretilir ama gündelik yaşamda demokrasinin kırıntısı bulunmaz. Matematikte “5+5’in inşallah 10” olduğu öğretilirken, pratik hayatta bilim kendi seyrini sürdürür. Arap/İslam devletleri Batının yönlendirmesiyle pek çok radikal okulu kapatır, camileri daha sıkı bir devlet kontrolü altına alır, öğretim programlarını ve materyallerini yeniler, okul duvarlarına çeşitli sloganlar (“İslam barıştır”, “Teröre hayır”, “Cami kötülük için değil, ibadet içindir”) yazar, okuma parçalarında tipik Batılı bir aile imajı rol modeli olarak gösterilir, Arap-İsrail çatışmaları ders kitaplarından çıkarılırken, beklenen kültürel çoğulculuk, demokrasinin yerleşmesi ve öteki ile barış içinde yaşama talebi gerçekleşmedi. BM gibi uluslararası kuruluşlar, Arap/İslam toplumlarının pek çok göstergede başarısız olduğunu ve çok az ilerleme kaydedildiğini ilan eder sürekli olarak. Dünya barışı için Arap/İslam okullarında teşvik edilen yaratıcı düşünme, eleştiri, grup çalışması, problem çözme, teknolojiyi kullanma vb. beceriler, ekonomik alanda az-çok bir karşılık buldu ama ne sosyal ne de siyasal yaşamda bir demokratikleşme yaşandı. Demokratikleşme talep eden Arap Baharı kanla bastırıldı. Yemen, Sudan, Irak, Libya, Irak gibi pek çok Arap/İslam ülkesinde demokratikleşme taleplerine işgal ve iç savaşla karşılık verildi. Ekonomide özel girişimciliğe gayet çabuk, etkin ve verimli biçimde uyum sağlayan yoz ve otoriter Arap/İslam ülkelerinin yönetimleri, aynı uyumu eğitimin, siyasi hayatın ve sanat-kültür dünyasının demokratikleştirilmesinde göstermedi. Labidi’nin belirttiği gibi son yıllarda Arap eğitim sistemindeki reformlar sonucu İslam ve Arap kültürüne daha az yer verilmeye başlandı ancak bu, ne dinsel bağnazlığı ne de şiddet, terör ve cihat anlayışını ortadan kaldırdı. Labidi sözlerini şöyle bitirir: “Son yıllarda yapılan yeniliklerin olumsuz yanı, Arap gençliğinin içeride devlet baskısı altında, dışarıda ise Batı’ya bağımlı bir halde yaşamaya zorlanmasıdır. Bu şartlar altında Arap öğrencileri asla kendi düşüncelerine sahip olamayacaklar, kendi yargılarını dile getiremeyecekler, yerinde kararlar veremeyecekler ya da salt bilgiyle ideoloji arasındaki farkın ayrımına varamayacaklardır.” (s. 15)  
***
Sonuç olarak, Türkiye dâhil olmak üzere, Arap/İslam halkları, bir yanda otoriter ve yozlaşmış devlet yönetimleri, diğer yanda ABD, Rusya ve Çin gibi emperyalist ülkelerin çeşitli baskıları arasında kalarak korkunç bir sefalet içinde yaşamaya mahkûm edildiler. Uluslararası eğitim rejiminin bir yararı varsa, o da, bu ülkelerin eğitimde geldiği kötü noktayı somut rakam ve kanıtlarla göz önüne sermesidir. Onca eğitim reformuna rağmen okullar bir türlü kaliteli eğitim verememektedir çünkü okullar, sınıfsal, etnik ve kültürel ayrım noktalarında bölünmüştür. Hemen her reform, orta ve üst sınıfların gittiği okulların kalitesini daha da yukarı çekerken, diğerlerini daha da aşağı indirdi. Neoliberal kapitalizm, uluslararası eğitim rejimi aracılığıyla bu eşitsiz, adaletsiz ve bilimsel/demokratik olmayan eğitim sistemlerinin hatalarını gösterirken çözümü eğimin kamusallaşmasında değil, özelleştirilmesinde buldu. Asıl sorun da burada başlamakta ve bitmektedir.      
                      


[1] Imed Labidi, “Arap Eğitiminin Liberal Dönüşümü. Arap Okullarındaki Batı algısını yumuşatma”, Eleştirel Pedagoji, çev. M. Uzun vd., sayı 19, 2012, ss. 2-15. 

Yorumlar