Çıfıt Çarşısı’nda Tartışma



Kemal İnal
Habermas’a göre bir ülkenin siyasi kültürü, geçerli anayasa çerçevesinde kristalleşir. Anayasaya kadar gitmeye gerek yok. Bir siyasi kültürün nasıl bir şey olduğunu medyaya bakarak da anlamak mümkün. Bizim açımızdan, bilhassa eskiden “açıkoturum” denilen, bugünlerde ise “tartışma programı” adı verilen programlara bakmak yeterli. Baktığınızda pek çok ses görürsünüz ama bu seslerin, bir çoğulculuğu mu yoksa “kakafoni”yi mi yoksa “çıfıt çarşısı”nı mı andırdığı tartışılır. Normalde, kamuya açık, her şeyin konuşulduğu ve karşıt tezlerin iletilebildiği tartışmaya dayalı bir ülke iklimini, medyasına bakarak demokratik olarak nitelemek biçimsel açıdan doğru olabilir. Ama öyle değil. Tartışma, kimi zaman her şeyin olduğu gibi, sorunlu biçimde kalmasına hizmet edebilir. Hatta tartışmanın kendisi kısır, vasat ve aptalca bir etkinliğe dönüşebilir. Belki bir TV programının bütün bunları üretmesi çok iddialı gelebilir ama bu noktada Nazilerin propaganda bakanı Göbbels’i hatırlatmakla yetineyim. Tartışma, bilgi vermekten, açıklama ve serimlemeden ziyade propagandaya dönüşebilir, hegemonyaya hizmet edebilir, yıkıcı bir hâl alabilir. Zira hegemonyayı, egemen iktidarlar adına yeniden üreten her türlü kültürel etkinlik, son tahlilde, eşit ve adil olmayan sistemin yararınadır. 
***
TV’deki tartışma programlarını belki izliyorsunuzdur. Hemen her akşam anaakım ve muhalif kanallarda bunlardan birçoğu yayında oluyor. Konular, konuklar ve tezler değişse de, format değişmiyor. Formattan kastım, genelde iktidarın dizaynı ile oluşan ortam, hedefler ve söylem. Onca patırtı ve sert tartışmalara, daha doğrusu atışmalara rağmen, hatta iş stüdyoda neredeyse kavga etmelere varsa da, hep aynı filmi izliyoruz. İşin ilginci, muhalif kesimi temsilen ekrana çıkan konuşmacıların, formata birebir uymaları, egemenlerin değirmenine istekle su taşımalarıdır. Onca uzmanlık bilgisi, unvan ve deneyime karşın, bu programların konuklarında, ayrıntılı değerlendirmeler yapsalar da, iki özellik hemen fark edilebiliyor: İktidarın işine yarayan (sözde) “eleştirel düşünme” ve (temelsiz) “bağlamsal değerlendirme”. Eleştiriden başlayayım.
***
Eleştiri, Batı akılcılığını bilim ve demokrasi yönünde geliştiren didaktik bir yöntemdir. Daha doğrusu, bir zihniyet biçimine dönüşen yaşam tarzıdır. Bu yaşam tarzı tarihseldir; belli bir tarihin ürünüdür. Batıda demokrasinin beşiği olarak işlev gören ve burjuva/liberal “kamusal alan”ı oluşturan dönemde (18. yy) konuşma, diyalog ve eleştirilerin yapıldığı, yeni fikirlerin konuşulduğu salon, kütüphane ve kahvehanelerde olan şey, bir özne olarak bireyin ileri bir sistemi kurabilecek potansiyelini sergilemesine izin veren demokratik bir ortam idi. Eleştiri düşüncesi, geleneği ve yöntemi, Aydınlanma’nın bir ürünüdür. Skolastik zihniyetin kaderinden (verili durum) eleştiriye (durum değiştirilebilir) geçiş, Aydınlanma filozoflarının düşüncelerine dayanır. Eleştiri, demokratik ortamlarda ortaya çıkar ve gelişir. Her ne kadar Habermas, bu demokratik kamusal alanın kapitalizmin 20. yüzyıldaki gelişimiyle birlikte çöktüğünü ve modernitenin “tamamlanmamış proje” olarak kaldığını söylese de, Batı hâlâ eleştiri (criticism) kültürüne dayanır. Batı bilimi eleştireldir; bizde ise muhafazakârdır. Biz de eleştiri yaparız ama bu yaptığımız şey aslında eleştiri değil, çoğu zaman bir tür “tenkit”tir. Tenkit, gündelik hayatta kullanılan alelade bir değerlendirme yöntemidir; çoğu zaman akılcı değildir, bilakis alışılmış (habitüel) ve rutin kalıplara dayanır. Olgu ve olayları temelsiz biçimde kullanılır, hatta çarpıtır. Örneğin rakamlarla oynar (işsizliği az göstermek, enflasyonu düşük çıkarmak gibi), istatistiği (adına uygun biçimde) bir “devlet bilimi” olarak kullanır. Yani ampirik felsefe ve yöntem, egemen çıkarlar için sonuna değin özelleştirilir. Hakikatin egemenlerin lehine bir inşa olduğunu örnekler. Tenkit, “tefsir” (açıklayarak anlamlandırma) ve “tevil”  (yorum) ile birlikte yol alır. Bunlardaki mantık ilkesi, eleştirideki rasyonaliteye (analitik düşünme, öncüller ile sonuçlar arasında tutarlılık, diyalektik mantık vb.) dayanmaz. Çoğu zaman ezber, nakil ve özdeşlik (“fark”a karşı “homojenlik/birlik”) üzerinden gider. Tenkit, Ortadoğucun “mesel” kültürüne uygundur: Başı, ortası ve sonu belli, değişmez ve mutlu sonla biten hikâyeler. 
***
TV’deki tartışma programlarından sistematik, akılcı ve yöntemsel bir eleştirel tarz beklemek elbette çok zor. Hatta gereksiz. Zira bu programlar, akademik ve bilimsel ortamlar değil. Fakat yine de insan, kimi zaman akademik unvanlı konuşmacı ve deneyimli sunuculardan belli bir “tartışma adabı”, “kavramsal terbiye” ve “tutarlı yaklaşım” bekler. Ancak tartışma adabı olmadığı için tezler anında ezberlere, sistematik düşünme de laf sokmaya dönüşebiliyor. Kavramsal terbiye ise yerlerde sürünüyor: Şu meşhur “Türkiye’nin sosyolojisi” garabetini örnek vermekle yetineyim. Tutarlı yaklaşım ise ilkelerden beslenir ama bu tür programlarda ilkeler değil, mahallenin çıkarları konuşur. O yüzden yaratıcı, ilgi çekici, yenilikçi ve değiştirici potansiyel içeren bir tartışma programımız yok. Küfür, hakaret ve tehditlerle süren programların katılımcıları hem sağdan hem de soldan bildik ezberlerle izleyiciye saatler geçirtirler. Hedefler (örneğin gerçeğin sergilenmesi, hakikate varma vb.) ile araçlar (katılımcıların formasyonu, programın formatı vb.) arasında derin bir boşluk oluşur. Böyle olunca da katılımcılar, demokrasi yolunda “organik aydın” (Gramsci) veya “angaje entelektüel” (Sartre) olmaktan önce, kendi mahallesinin kahramanı olmaya soyunan, aynı hamamda aynı tasla yıkanmaktan başka bir şey bilmeyen, satılabilir fikir üretmeye çalışan yavan kişilere dönüşürler. Tartışma programları, giderek nasıl tartışılmayacağının güzide örnekleri haline gelir.  
***
Bu programlarda “bağlamsal düşünme” ile “perspektif değerlendirme” (baktığın yere göre değişen bir görecelilik) genellikle birbirine karıştırılır. Bağlamsal düşünme, modern bir tarzdır. Olgu ve olayların nesnelliğini kabul etmekle birlikte inceleme konusunun belirlenmesinde, tartışılan konunun hangi araçla ele alınacağının saptanmasında, hangi verilerin kullanılacağında, ne tür bilgilere dayanılacağında bağlamı (tarihsel dönem, nesnel koşullar, zamana özgü tipik aktörler ve pek çok şart) dikkate alır ve değerlendirmelerinde mutlakçı olmamaya çalışır. Bağlamsal düşünme, temkini elden bırakmaz. Ortalama Batılı bir aydın, konuşmalarında “bildiğim kadarıyla”, “hafızam beni yanıltmıyorsa”, “normal şartlar altında” diye kayıt koyarak konuşur ve değerlendirme yapar. Bu, hata yapmaktan sakınmanın bir ifadesidir; anti-mutlakçıdır. Bizde ise tartışmacılar konuştuğu her şeyden emindir, kesin biliyordur, hakikatin tek sahibidir, dünyanın kendi etrafında döndüğünü bile dönüşür. “Vallahi-billahi” veya “inşallah” (Allah istiyorsa) öyledir. Konuşmacılarımız çoğu zaman hem “cahil cesur” hem de anakroniktir (Hz. Nuh’un oğluyla cep telefonu/drone ile haberleştiği tezini hatırlayalım veya depremlerin, gayretullaha dokunmaktan dolayı olduğunu). Bu, tuhaf bir megalomanidir aynı zamanda. Öznellik ile nesnellik arasındaki ince dengeyi kurmaktan aciz bir tarzdır. Üstelik çelişkilidir, hem de dibine değin. Hem bilimin gücüne inanır hem de kadercidir. Kendi yazma gücü ile kendisi için yazılanı kolayca bağdaştırır (oysa “kaderim buysa, yaşamak zorundayım” diyenin kendisi olduğunun farkında bile değildir). Özne olarak kendine büyük bir güç atfeder ama kadercidir. Hem “okumuş” hem de “okunmuş”tur. Depremi hem bilimle hem de ilahların gazabıyla aynı anda açıklar. 
***
Hızlı tartışma, anında yanıtlama, laf yetiştirme, ezberlerine sığınma, rutinlerini aşmama ile malul bu tarz tartışma, tutarlı bir anlatı bütünlüğü içermez, yaratamaz. Mantıksal sıralama yapamaz ve gelişimsel dizilimler üretemez. Tartışmada hemen her şey kaygan, değişken ve istikrarsızdır. Ezberler ile egemenin konumunu güçlendirmeye yönelik yeni açılımlar birbirine karışır.  Bauman’ın dediği gibi böylesi bir ortamda (bir tür “Akışkan Modedernite”) parçaların hegemonya kurma tehlikesi vardır; bütünlüğü savunanlar, kısmi değerlendirmecilere çoğu zaman yenilmektedirler. Bauman’a göre bu akışkan modernitede artık bağlar kopmakta, süreksizlik yerleşmekte ve akışkan modern kültür, her şeyin unutulduğu bir kültüre benzemektedir. İktidarın baskıcı ve ideolojik aygıtları ile kurduğu totaliter tarzı ile onu savunan tartışmacıların her türlü rezilliği savunması veya unutturmaya çalışması arasında çelişki yok; zira nihayetinde ikisinin de amacı, mevcut iktidarı korumak. 
***
Malum, TV’deki tartışma programlarına iktidar adına kimlerin katılacağını saray listeler. Birkaç muhalif kanal dışında her TV’de bu listeler var. Tuhaf olan, sarayın bu programlara katılmalarını uygun gördüğü bir takım muhalif (şucu-bucu veya hiçbir şeyci) isimleri de belirlemiş olmasıdır. Ne dediğimi, bu tür programları birkaç hafta izlerseniz anlarsınız. Hep aynı yüzler. Bir konuşmacı, haftada dört-beş farklı programda görünebilir. Her iki tarafın konuşmacıları, programlara katılmayı bir sermaye değerlemesi olarak addediyor olabilirler. Ekranda ne kadar çok görünürsen, fiyatın o derece artar. Kural bu. Görünür olma, gösterme iddiasından kaynaklanır. Peki, bu konuşmacılar bize neyi gösterdiği iddiasındalar? Tuhaf ama her şeyi. Asıl tuhaf olan şu: Bir güvenlik uzmanı, mesela hukuk, enflasyon, tatil, deprem, doğal veya medyatik afetler (ünlüler) konusunda rahatça çıkıp konuşabilir. Fakat daha kötüsü, uzmanlardır. Uzmanlık, birden detaylı, iddialı ve soyut bilgilerle kendini görünürleştirebilir. Ortalama izleyici bir şey anlamasa da, anlatılanın önemli olduğuna inanır.    
***
Kakafonik (kısır) tartışma, belli bir vulgarizasyonun izleyiciye dayatılmasıdır. Uzmanlık, önemli unvanlar, detaylı bilgi vb. bu vulgarizasyonun ortaya çıkmasını engellemez. Konuşmacılar genellikle bir sosyal bilim nosyonu almamış, kavramsal terbiyeden yoksun, tartışmayı kaba bir polemik sanan kişilerdir. Atışma ve bağrışmalar arasında kimin ne dediğinin birbirine karıştığı, sunucunun çoğu zaman ortama hâkim olamadığı, gerilimli atışmalardan çıkışı kapitalizmde (“bir ara vermek zorundayız”, reklamlar) gördüğü bir garip, tuhaf ve ne idüğü belirsiz bir orta oyunu bize demokratik tartışma diye yutturuluyor nicedir. Sözde karşıt tarafların karşılıklı (iki tarafı temsilen) oturtulması, verili mizansenin bir başka tuhaflığı ve gülünçlüğüdür. Tuhaf çünkü o atışma-tepişmeler esnasında çoğu zaman taraflar aynı şeyi söylerler ancak farklı şeyler söylemiş gibi yaparlar. Bu, tam bir “üzüm üzüme bakarak kararır” olayıdır.  Milli çıkar, ülkenin menfaatleri ve eşyanın tabiatı gereği aynı terazide eş tartılmalar (aynı sıklette çekme), iki taraf için de sorun değil. Atışma-tepişmeler genelde onca farklılığa, polemiğe ve dışlamaya rağmen ortak bir mecrada sürer ve sonuçlanır. Böylece her konuşmacı, program bitiminde stüdyoyu terk ederken imanını bilemiş, mahallesine mesajını vermiş ve kimliğini yeniden üretmiş olur. Biz de bunu demokrasi oyunu veya demokratik tartışma olarak “izlemiş gibi” yaparız. Sonuçta, hiçbir şey değişmez. Zaten amaç da budur; hiçbir şeyin değişmemesi için pek çok değişim yapmak gerekir.
***
Habermas, “tamamlanmamış proje” dediği modernitenin tamamlanıp Aydınlanmanın tam/olgun haliyle yaşanabilmesi için öznelerin en güçlü, rasyonel ve ikna edici argümana dayalı eylemlerinden oluşacak “ideal konuşma durumu”nun oluşmasını, evrenselliğin normatif söylem üzerinden gerçekleşmesi olarak alkışlar. Ona göre “öznel dünya” içtenlikle, “nesnel dünya” hakikatle ve “toplumsal dünya” (yaşam-dünyası) normatif doğruluk ile geçerlilik kazanır. Bir ülkenin demokratikleşmesi için “ideal iletişim topluluğu” türünden bütünleşmiş yapıların ortaya çıkmasını öngörür. Bu çerçevede ahlakı, evrenselleştirilebilir normatif yapı olarak ele alır. Oysa etik, özel bir yaşam biçimine değer verir ve belirlenmiş bir kimliği ifade eder. Bizde kimlik, Alain Touraine’nin belirttiği gibi özneleşmeyi engelleyen bir tür toplumsallık/toplumsallaşma biçimi (ya da kalıbı) rolü oynar. İnsan, kimliksiz yapamaz; kabul. Ama bizde kimlik, evrenselleştirilmeye uygun normatif bir yapı yaratmak yerine bizi paramparça eder. TV’deki tartışma programlarının nihai hedefi, varılacak/üretilecek rasyonel bir argüman üzerinden uzlaşmaya dayalı normatif bir yapı kurmak değil. Kakafonide (stüdyoda) sesler birbirine karışırken ortam, çoksesliliğe değil, çeşit çeşit ürünü satmaya çalışan satıcıların seslerinin ahenksiz biçimde birbirine karıştığı “çıfıt çarşısı”na dönüşür. Stüdyo, kamusal alan değil, bir tür kısır “er meydanı” halini alır. Cazgır, güreşi başlatmadan önce epey bir sayar döker, güreşçileri tanıtır ve müsabakayı yönetir. Bu meydanda incelik, detaycılık, verimlilik vb. olmaz; atadan ne görüldüyse, gördüğümüz de o olur.
***
Türkiye, Aydınlanması’nı tam yaşamamış tuhaf, garip ve acınası bir ülkedir. Bunun bir nedeni veya temel göstergesi de,  eksik, yanlış ve cahilce bilenlerin, en çokbilmiş konuşmacılar arasında yer almalarıdır. TV tartışmalarında aslında Habermas’ın anladığı anlamda bir tartışma yoktur. Çünkü konuşmacılar hep “aynı farklı şeyleri” söylerler. Farklıdırlar ama karşıt değillerdir. Deleuze Fark ve Tekrar adlı kitabında şöyle der: “…modern düşünce, özdeşliklerin kaybolmasından ve özdeşin temsili altında işleyen tüm kuvvetlerin keşfinden olduğu kadar, temsilin iflasından doğmuştur. Modern dünya simulakranın dünyasıdır.” Belki de asıl sorun budur: Bizi temsilen TV stüdyolarında tartışma programlarına katılanlar, gerçek demokratik temsilin iflasını gösteren bir simülasyon olabilir. Yapay, danışıklı ve skoru önceden belli, şikeye dayalı bir er meydanı maçını başka nasıl yorumlayabiliriz ki?!

Yorumlar