MEB neden değişti?



Kemal İnal
AKP ve MEB, eğitimde daha en başında basit ve yüzeysel değişimlerle yetinmeyeceğini açıklamıştı. Tabir caizse, ilk döneminde fırtına gibi esen parti ve bakanlık, “reform söylemi” eşliğinde “radikal eğitim felsefesi” değişikliğine, hatta “paradigmatik değişim”e cüret edecek denli canlı, tez ve kararlıydı. Bu değişimin neden olduğunu anlayabilmek için AKP’li “politikanın eğitimi”ni (“eğitimin politikası”nı değil-eğitimin politikası olmaz) iki döneme ayıracağım: Birinci döneme “liberal meşruiyet arayışı” (2002-2010), ikinci döneme de “İslami muhafazakar restorasyon” (2010 sonrası) adını vereceğim.
***
Bu yazıda tezim şu: Türkiye’de eğitim, tabiatı gereği, politikadan (hükümetteki ve zaman zaman muhalefetteki parti ve örgütlerden) bağımsız değildir. MEB bürokrat ve uzmanları, hükümetin aldığı makro eğitim kararlarını uygulamakla yükümlüdür. AKP döneminde politika kurumu hep kriz içinde olduğu için eğitim de kriz içinde olmuştur. AKP’nin demokrasi, evrensel hukuk ve laiklikle uyuşmayan politik kararları, eğitimi kalite, bütçe, katılım, erişim gibi pek çok parametre bakımından daha da sorunlu hale getirmiştir. Eğitime ilişkin aldığı kararlar merkeziyetçi, tepeden inmeci, hiyerarşik ve vesayetçi (tarikatların vesayeti) olduğu için Habermas’ın “bütünüyle özgür ve eşit failler arasındaki mutlak anlamda zorlamasız ve sınırsız tartışma durumuna gönderme yapmak için kullandığı ‘ideal konuşma durumu’” (R. Geuss Eleştirel Teori) eğitim dünyasında gerçekleşmemiştir. Doğruya yakın güçlü argümanlar, asgari bir ortak iletişim ortamında ideal bir konuşma durumunu yakalayamadığında, alınan kararlar demokratik olamaz. Yani eğitim kurumu, ne demokratikleşebilmiş ne de toplumu demokratikleştirecek bir güç sergileyebilmiştir.        
***
2002’de başlayan ve 2010’da gerçekleşen anayasa değişikliğiyle meşruiyet arayışı dönemi bitip sert, radikal ve büyük hasarlar yaratan İslami-muhafazakar restorasyon dönemi başladı. Peki, buraya nasıl gelindi? 2003 yılında Erdoğan, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın açılışında yaptığı bir konuşmada, kamu eğitiminden devlet/hükümet olarak olabildiğince çekilip özel sektöre eğitim alanında yatırım yapması için geniş yer, imkân ve fırsatlar açmak istediklerini söylemişti. Bu, özel sektörün eğitimde daha etkin rol oynayacağı bir döneme işaret ediyordu ama kamu eğitiminden de hiç vazgeçilmedi. Böylece “paralı eğitim” veya “eğitimin piyasalaşması” dönemi Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar hızlanıp kurumsallaşacaktı. Elbette, kapitalizmi seven cemaatler, bilhassa Fethullahçılar bu neoliberal eğitim politikası sonucu çok sayıda dershane, özel okul, üniversite ve kurs açarak eğitim sektörüne adeta damgasını vuracaktı. “Eğitimde özelleştirme” bu dönemde ana politika oldu. Örneğin, öğrencilere ücretsiz dağıtılan ders kitaplarını uygun fiyata artık devlet değil, fahiş fiyatlara özel sektör (İslamcı sermaye) basıp MEB’e satmaya başladı. Yine sınıflarda öğrencilere dağıtılan süt ve sonra kuru üzüm yine piyasadan ve fakat belli şirketlerden satın alındı. Kontenjanlarını dolduramayan özel okulları desteklemek için hükümet, çocuklarını bu okullara yazdıracak velilere para yardımı yaptı. Bu dönemde çok sayıda özel üniversite kuruldu ki, bunlar çok kalitesiz eğitim verdikleri halde yüksek kayıt ücretleri aldılar. Üniversite sayısı 200’ün üzerine çıktı ki bunların çoğu, kâr amacıyla çalışan işletmelerden ibaretti. Dershanelere giden ve böylece velinin eğitime mali katılımı denilen pay veya oranlar giderek arttı. Bu tür örnekleri artırmak mümkün.  Artık parasız olması gereken kamu eğitiminin paralı olması gerektiği algısı topluma yerleşti, norm haline geldi ve büyük bir piyasa yarattı. Kamu okullarının paralı hale gelmesi, özel dershaneler biçimini izledi. Kamu eğitiminin kalitesi geriledikçe, özel dershaneler, okullar ve kurslar güçlendi. Öğretmenlere okullarda öğrencilerden zorla para toplatıldı, hâlâ da toplatılıyor. Eğitim Sen’in bir araştırmasına göre kamu okullarında 33 kalem altında öğretmenler para toplamak zorunda bırakıldı. Okul yöneticileri, devletten gelen eksik, yetersiz ve az bütçeden dolayı mecburen bir işletmeci gibi okul yönetmeye başladılar: Bilhassa kent merkezlerindeki kamu okullarının hemen her kısmı (spor salonu, bahçesi, toplantı odaları vd.) özel sektöre kiraya verildi. Okul-aile birlikleri neredeyse kapitalist işletmelere dönüştü. Okullar arasındaki rekabet, daha iyi eğitim için değil, merkezi sınavlarda alınan puanlar ve sıralamaya göre yapılmaya başlandı. Bu sıralama ve “kaliteli öğretmen seçimi” gibi uygulamalar sonucu kamu okullarının içinde velilerin sınıfsal güçlerine göre derslikler/gruplar oluşturuldu.
***
Fakat birinci döneme hâkim olan zihniyet, eğitimde “liberal meşruiyet arayışı” diyebileceğim bir politika oldu. AKP, hükümet olunca ‘acaba iktidarı verirler mi?’ diye ilk birkaç yıl çekingen bir politika izledi. “Vesayet rejimi” dediği, temel aktör kurumlarının ordu, yargı ve bürokrasinin olduğu “müesses nizam” (establishment) karşısında güç birliği yapma ihtiyacı duydu. AB, liberaller, sosyal demokratlar ve hatta “liberal sol” ile ittifak yaptı. Kürtlere de “özel Kürtçe kurslar” açma serbestisi getirilerek bir demet çiçek sunuldu. Böylece ülkede adeta  “demokratik söylem” rüzgârı esmeye başladı. Sanki herkes iyimserdi. AB’ye girmek için “liberal sol politikalar” izlendi. AKP’nin bu dönemdeki politik söylemi, gayet “demokrat”, “ılımlı” ve “uzlaşmacı” idi. Batı kampı (bilhassa ABD ve AB) bir “ılımlı İslam” yaratma umuduyla AKP’ye açık çek verdi. Ülkeye Batı’dan ucuz kredi yağdı; uzmanlık alındı, yabancı danışmanlar geldi ve uluslararası projeler birbirini izledi. Ülkede oldukça liberal rüzgârlar esiyor, Murat Belge bile sandığa gidip AKP’ye oy verme isteğine kapıldığını söylüyor, “Birikim tayfası”, cumhuriyet ile girdiği kavgada AKP’ye yakıt veriyor, entelektüel Tanıl Bora AKP Siyaset Akademisi’nde ders veriyor, sivil toplumcu “yetmez ama evet”çiler iyimser mesajlar yayımlıyor, hemen pek çok aydında Baykal’lı CHP’nin “ulusalcı” adı verilen politikalarına karşı bir muhalefet içinde AKP’nin reformlarının ülkeyi demokratikleştirebileceği iddia ediliyordu. Erdoğan, “milli görüş gömleği”ni çıkarıp attıklarını, “muhafazakâr demokrat” olduklarını söyleyip İspanya ile birlikte “medeniyetler ittifakı”nı kuruyor, Vatikan’da Papa’yı ziyaret ediyordu. Tabii bu dönemde “müessem nizam” ile girilen mücadele ve kavgada, sonradan düzmece delil, olay ve tanıkları ortaya çıkan “Balyoz” vb. davalar sonucu binlerce (eski ve yeni) subay, kamu çalışanı, entelektüel vb. içeri alınıyordu. AKP, Arınç’ın deyimiyle vesayet rejimini alt edip “bağırsaklarını temizliyor”ken öte yandan da Batının istediği gayet demokratik bir rejim kuruluyordu! Politikanın durumu buydu ve eğitim de buna göre şekillenecekti. Siyasal dönüşüm, eğitimde acaba nasıl bir değişim yaratacaktı?  
***
Bu genel panorama içinde AKP, eğitime yönelik politikasını cüretkâr biçimde oluşturdu. 2002-2010 arası eğitimde refrom adı altında pek çok makro değişiklik yapıldı: Sınav sistemleri değiştirildi, F@TİH projesi başlatıldı, yeni müfredatlar üretildi vb. Birbiri ardına milli eğitim bakanları değişirken aslında genel “öz politika” değişmiyordu. AKP’nin ilk döneminin eğitim haritası, gayet liberal, hatta liberal soldur. Tabii muhafazakâr temelli veya destekli. Liberal Erkan Mumcu’nun istifasının ardından Bakan olan Hüseyin Çelik ve Gazi Üniversitesinden Prof. Dr. Ziya Selçuk (Talim ve Terbiye Kurulu başkanı olarak), eğitimde Cumhuriyet tarihinde ikinci radikal değişim hamlesini başlatıyorlardı. 2004’de değiştirilen müfredatlar (buna mukabil ders kitapları, öğretim materyalleri, ölçme-değerlendirme sistemi, öğretmen davranış modeli, zeka yaklaşımı, etkinlik modeli vb.) kendi söylemlerinde şöyle ifade buluyordu: Cumhuriyetin eğitim politikaları artık küreselleşme döneminde sürdürülemez çünkü piyasaların ve toplumun farklı sektörlerinin talep ettiği insangücünü yetiştiremiyor. AKP öncesi dönemde politika her bakımdan vesayet rejimi altındaydı, oysa şimdi “milletin katılımı, talebi ve girişimi”yle tabandan tavana doğru demokratikleştiriliyor; “çevre” (millet), olması gereken yere, “merkez”e (iktidara) yerleşiyordu. Buna mukabil eğitim içeriği de demokratikleştirilmeliydi. Bu çerçevede, Cumhuriyet dönemi ve sonrasında egemen olan mekanik, evrimci ve teleolojik (erekselci, amaçsalcı) öğrenme kuramı olan “Davranışçılık”, verimsiz, tek boyutlu, hatta tekçi, ezberci ve hiyerarşik, otoriter idi. Vesayet rejimi hep kendi “istendik davranış değiştirme” modelini çalıştırmıştı. Bu model, homojen bir kalkınma retoriği altında ulusal sınırlar içinde izolasyonist bir gelişmenin ancak “ulusal” denilen bir insan modeliyle olacağını öngördü ama bu korporatist ve pozitivist “toplum mühendisi” (Nilüfer Göle, Taha Parla gibi liberal sol enlektüeller bu tezi formüle ettiler) kafa başarısız oldu. Çünkü artık küresel şartlar altında başka bir toplum türünde, uluslararası konjonktürde ve bağlamda yaşıyorduk. Newtoncu determinist, evrimci ve mutlakçı, hatta nomotetik (yasa koyucu) evrensel bilim anlayışı, “fark”ı göremiyor ve fakat yanlış biçimde “özdeşliğe” (üniter, tekçi ve merkezi eğitimin kitlesel pedagojik pratiğinin yerleştiği mantık) abanıyor, bireysel irade ve seçimleri pas geçiyor; kaotik, karmaşık, akışkan ve esnek olan postmodern koşullarda birden fazla doğrunun olabileceğini, hakikati bilimin olduğu kadar din gibi farklı bilme, değerlendirme ve yaşama biçimlerinin de temsil edebileceğini, “açıklamak” kadar “yorumlama”nın da (pek çok yorumun ve haliyle evrensel bir anlayışa/fikir birliğine ulaşılamayacağı-Derrida) açıklayıcı olacağına inanmıyordu. Oysa yirminci yüzyılın merkezi, ulusal ve kitle temelli kalkınmacı mantığı ve retoriği, çoğulcu, çokkültürlü ve “akışkan modernite” (Bauman) lehine sahneden çekilmeliydi. (Neo)liberal “somut birey” öne çıkarılmalı, Aydınlanmacı “soyut insan” aşılmalıydı. Aydınlanmanın aklı, kendi aklına mukayyet olabilecek bir açılım sergileyememişti. Reel sosyalizmin çökmesiyle tarihin sona erişi (Fukuyama) madem liberalizmin zaferini ilan ettirdi, o zaman “ideolojik düşünmemeli” (Hüseyin Çelik, kendi politikalarına eleştirel bakan her görüşü ideolojik olmakla yargılamıştı), sınıf temelli “meta-anlatılar” (Marksizm öncelikle) terk edilmeli, zihniyet dünyamız “yerli ve milli” temelli bir küresel modele evrilmeliydi. Nitekim Ziya Selçuk, “bayrak direği” metaforuyla tanıttığı 2004 müfredat değişikliğinde temel eğitimin bayrak direğinin altı gibi rüzgârlara karşı sağlam duracak, direğin esnek olan üst kısmı ifadesini yüksek öğretimde bulacaktı. İkisi birlikte Türkiye’yi tek, ortak ve simgesel bir bayrakta temsil edecekti. “Yerli ve milli” eğitim söylemi böylece başlamış oldu.   
***
Kanımca, Hüseyin Çelik ve Ziya Selçuk, 2. Meşrutiyet’ten bu yana en radikal tartışma dönemini başlattılar ama gerisini getiremediler. Getiremezlerdi zira rakipleri sadece Cumhuriyet değildi; modernizme topyekün meydan okuyorlardı (ama söylemde tabii, içerik olarak AKP son derece modern siyasal İslamcı bir harekettir-nitekim ikinci döneminde gayet modern bir hareket olan Türk milliyetçiliğine eklemlenecek veya o posta yerleşecektir). Çok cüretkâr davranıyorlardı çünkü uluslararası kapitalizmin onlardan temel beklentilerini (tüm toplumun büyük bir piyasaya dönüştürülmesi, Büyük Ortadoğu Projesi’nde rol alma, içeride müesses nizamı geriletme adına her kesimle kurulan ittifakla ülkenin değiştirilmesi, İslamın (neo)liberalleştirilmesi vb.) karşılamaları durumunda içeride her şeyi yapabilirlerdi. Fetöcülük bu bahiste parlatıldı; her türlü imkân bunlara verildi. Cinayetler, kaset meselesi, sınav sorularını çalma, insanları yasadışı dinleme dahil pek çok çirkinliği yaptı bu grup. Cemaat, hizmet veya hocaefendicilikten bir liberal demokrasi üretilebileceği bile düşünüldü. Hocaefendiciler kamuda adeta bir yol temizliği yaptılar. O zaman Milli Eğitim Bakanı olan Hüseyin Çelik’in ifadesiyle, “Fetöcülerin devlette örgütlenmesine kargalar bile güler”di. Kargalar gülmedi ama pek çok insanın hayatı söndü.   
***
Birinci dönemde Batılı iç ve dış çevrelerden aranılıp bulunan meşruiyet anlayışının sergilendiği sahnelerden biri eğitim oldu. AKP, 2004 müfredat reformuyla aslında eğitim modelini radikal ölçüde değiştirecek bir hamle başlattı. “Davranışçılık” yerine benimsenen “Yapılandırmacılık” (constructionism), eğitimde yaklaşım değişimini haber verdi ama değişim aslında köklerde gerçekleşiyordu. Müessem nizamın eğitim anlayışı çeşitli gerekçelerle sürekli eleştirildi: Bu eleştirilere göre 1920’lerin, 30’ların  kalkınmacı modeli, devletin eğitimi sert bir toplum mühendisliği çerçevesinde bir üretim bandı (tezgah) gibi kurmasına neden oldu. Üretimdeki Fordist bant sistemi, işletmedeki Taylorizm modeli, yurttaş üretimi amaçlı bir insan ilişkileri modeli olarak devlet tarafından dolayımlandı. Okullar adeta bir fabrika gibi çalışacak, sanayileşme hamlesine soyunacaktı; bu dönemin eğitimi bunu yapabilmek için öğretmenleri asıl ve neredeyse tek misyonları kabaca “davranış değiştirici” modeline indirgenen role doğru itecekti. Kitle toplumu kurulurken bu kitle içinde eriyecek ve fakat hakları kadar ödevlerini de bilecek yurttaş yetiştirme, öncelikle yurttaşın ekonominin mantığı üzerinden politik olarak üretildiği bir mecra yaratacaktı. Kabaca, Cumhuriyet dönemi modern bir yurttaş-insan yaratacaktı. Yani modernleştirecekti. AKP ise, devletin yukarıdan ve merkezi/hiyerarşik olarak davranış değiştiren/geliştiren modeline karşı, birey-tüketicinin kendi bilgisini yapılandırırken daha aktif olabileceği bir model öngörecekti. Yani eğitim, demokratikleşirken demokratikleştirecekti!   
***
Öğrenci, rehber/kolaylaştırıcı öğretmenin eşliğinde verilen bilgilerden yeni bilgiler yapılandırırken aktifleşecekti. Aktifleşme, pek çok mekanizma (yaratıcılığı sağlayacak projeler, etkin kılacak performanslar, çeşitli beceri edinimine yönelik faaliyetler vb.) eşliğinde olacaktı. Dikotomik, ırkçı ve etno-kültür temelli IQ yerine demokratik ve işlevsel “çoklu zeka yaklaşımı” ve sayısal temelli ölçme değerlendirme yerine demokratik, bilimsel ve kapsayıcı “otantik değerlendirme” getirilecek; önceden otorite(r) olan öğretmenin sesinin yükseldiği dersliklerden bu kez aktifliğin simgesi olarak öğrencilerin sesleri duyulacak, karne gibi tek yönlü, mutlak ve sonuç odaklı değerlendirme belgelerinin yerini “öğrenci ürün dosyaları” (portfolyo) alacak, öğretmenler her gün etkinlik geliştirirken internette araştırma yaptıkları için gelişeceklerdi vb. Oysa bu ideal görüntüyü güç durumda bırakan bir gerçeklik vardı: Neoliberal eğitim sistemi. Dersler (instruction) gayet yaratıcı, yapılandırmacı ve otantik olabilirdi ama “kaliteli okul” sayısı az idi ve buna yönelik korkunç bir rekabet vardı. Kaliteli okulları (liseleri) kazanmak için de, dershanelere gidip takviye eğitim almak, yaratıcı şeylerle uğraşmak yerine çoktan seçmeli testlerde yer alan problemleri bolca çözmek gerekiyordu. Kabaca: Öğretim (teaching) sistemi güya değiştirilmişti ama ölçme-değerlendirme sistemi başka bir söyleme göre şekilleniyordu. Sonunda dersler ile sınav (merkezi giriş sınavları) arasındaki bu boşluk (gap) doldurulamadı ve bu yapılandırmacı sistem terk edildi. Aslında burada liberalizm (teaching-yapılandırmacılık), neoliberalizm (competition-kaliteli okullar için rekabeti düzenleyen sınav sistemi) tarafından alt edildi.
***
2010 sonrası artık müesses nizam (ordu, yargı ve bürokrasi) yenilmiş, içerideki ilerici muhalefet zayıflatılmış (bilhassa 2013’de Gezi’den sonra) ve ekonomi de az-çok rayına oturmuştu. İnşaata abanan iktidar kendi İslamcı ve neoliberal rantiye sınıfını yaratıyordu ama bu kulvarda hızlanmalıydı. Liberal/demokratik söyleme ihtiyaç kalmamıştı. Ayak bağı oluyordu. Şimdi restorasyon zamanıydı. Liberaller terk edilecek ve artık yalnız yürünecekti. 2002-2010 arası bilim ve demokrasi söylemi yerini hızla ideolojik muhafazakâr (yerli ve milli, muhacire ensar olmak, kindar/dindar nesil yetiştirmek vb.) bir söyleme bıraktı. Liberal İslamcılığın yerine “Neo-osmanlıcılık” parlatıldı, “stratejik derinlik” hesaplarıyla ve komşularla “sıfır sorun” (Davutoğlu) politikasıyla İslam dünyasına liderlik hayalleri kuruldu.  Fakat 2013 Gezi, 2015 sonlarında Fethullahçılarla yaşanan sorunlar, 2016 askeri darbe girişimi, önce hukuku, sonra ekonomiyi hızla rayından çıkardı. Demokrasi zaten yoktu, söylemi de çoktan terk edilmişti. Büyüme durdu, gerileme başladı. O zaman Lale Devri’ne geçilebilirdi; saraylar inşa edildi, rantlar havada uçuştu, İslami kesim lüks ile tanıştı. Fakat üretim yavaşlarken tüketim de yavaşlamalıydı. Yavaşladı ve ekonomik gerileme her şeyi sil baştan yaptı.
***
Bu dönemde eğitimde restorasyon süreci başladı: Erdoğan, kamu eğitimine tek bir görev verdi: Kindar bir dindar nesil yetiştirmek. İmam-Hatip okullarının hem sayısı hem de mali etkisi arttırıldı. Okullarda dini uygulamalar (ibadet, din dersleri, dinsel vakıfların etkinlikleri vb) yoğunlaştı. Laik eğitim zayıfladıkça zayıfladı. Evrim kuramı ders kitaplarından çıkarıldı, seçmeli din dersleri konuldu; Atatürkçülük derslerden ya temizlendi ya da sembolikleştirildi. Ülkenin simgesel okulları, “proje okulları” adı altında kadro, program ve yapı bakımından değiştirilmeye başlandı. Yandaş sendika Eğitim Bir-Sen, okullarda mutlak hâkimiyet kurdu. Hükümet aleyhine konuşmak yasaklandı. Fetöcülerin okulları kamulaştırıldı ve bu okullara personel olarak AKP’liler yerleştirildi.
***
Restorasyon dönemi, aslında eğitim zihniyetinin kökten değiştirildiği bir dönem olamadı fakat ciddi hasarlar yarattı. Kamusal eğitimin nitelik kaybı hızlandı, PISA gibi uluslar arası değerlendirme programlarında öğrencilerimizin vasat durumu ortaya çıktı, üniversiteler giderek kalitesizleşti. Bütün bu gerilemenin ardındaki mantığın bazı pratik görünümleri saptanabilir. MEB ile eğitim niye bu hale geldi? Kanımca AKP, eğer eleştirileri dikkate alıp gerçekten eğitimde reform yapsaydı, bugün bambaşka bir yerde olabilirdik. Ama merkeziyetçi, vesayetçi (tarikatların vesayeti) ve neoliberal (piyasacı) yapısıyla bu olamazdı zaten. AKP’nin ilk döneminde eğitimde çevrenin, paydaşların ve muhaliflerin görüşleri dikkate alınır gibi göründü. Oysa böyle olmadı. Merkez, bildiğini okudu. Bu dönemdeki “paydaşlık politikası” son derece aldatıcı oldu. MEB, eğitimde reform yaptığı iddiasıyla ürettiği politikaları kesinleştirdikten sonra paydaşlara sadece soruyor, aslında onlara fikrini onaylatıp meşrulaştırıyordu. Paydaşlarla paylaşılan şeyler biçimseldi; merkezden alınan kararlarda da gelen eleştiri ve öneriler ancak boşlukları doldurmak için kullanıldı. Bu dönemde muhalif kanatlardan gelen pek çok eleştiri, ideolojik, militanca ve kısır diye kodlanıp göz ardı edildi. Örneğin 4+4+4 sisteminin sakıncaları bir bir anlatıldı ama AKP ve MEB, buna kulak asmadı. Dönütlerin değerlendirilmesi, ana politikaları hiçbir zaman değiştirmeye yetmedi. “2004 müfredat reformu”, “yapılandırmacılık”, “öğrenci merkezli eğitim”, “F@TİH projesi”, “4+4+4”, “SBS” vb. pek çok uygulamada kaynaklar ve emekler boşa harcandı, epey zaman kaybedildi ve eğitimin sorunları içinden çıkılmaz hale geldi. Merkezden şablonlar hazırlanıp onay almak adına açılan tartışmalar hiçbir zaman ikna etmenin ötesine geçmedi. Şu günlerde MEB’in Diyanet, müftülük ve dini vakıflarla yaptığı protokollerin eğitimi daha da gerileteceği dikkate alınmıyor. Fetö vakası, MEB’i akıllandırmış görünmüyor. Batı, eğitimde neleri gerçekleştirirken biz, dini yapıların eğitime kalite getireceği yanılsaması içinde yaşıyoruz. Hâlâ eleştiriler, radikal direniş, çarpıtma ve ideolojik olarak yaftalanmaya devam ediliyor.
***

MEB ve AKP, buradan nereye gider? Hiçbir yere. Buradan gidilecek hiçbir yer yok. Para bitti, Batı desteği de artık yok; halk, çocuklarının berbat kamu okullarındaki halini görüp AKP’lilerin (siyasal İslamcıların) lüks ve şatafat içinde yaşamasına tanık oldukça bu partiye desteğini de bir süredir çekmeye başladı. Popülist politikalar da bir işe yaramıyor. Kanal İstanbul, Libya seferi vb. AKP’ye daha fazla oy kaybettirecek popülist politikalar olacak.
***
Batı eğitimde sistem, model, yaklaşım, materyal ve uygulamalarını habire değiştirip eğitim felsefelerini yenilerken bizim MEB, diyanet, müftülük ve dini vakıflarla (tarikatlarla) protokol üzerine protokol yapıyor. Ortadoğu’yu, Arap halkları ve tüm İslam dünyasını mahveden bu yaklaşımdan medet ummak, büyük bir gaflettir. Dünya ve Türkiye toplumu başka bir yere doğru giderken, AKP bizi Ortadoğu içine çekmeye çalışıyor. Bu toplum bu tarafa doğru gitmez, gidemez.
***
Bir sonraki yazımda, AKP dönemindeki “eğitim reformları”nı uluslar arası düzenlemeler ve güçler (birlik, örgüt, devlet, sermaye vb.) açısından genel bir çerçeve içine oturtmaya çalışacağım.

Yorumlar