Sol siyasetlerin bir “eğitim düşüncesi” var mı?



Kemal İnal

Başlıktaki soru tuhaf, gereksiz ve atipik gelebilir. Fakat bu tür soruları sormak lazım zira ülkemizde eğitim, pek çok ülke nüfusundan daha fazla olan bir eğitim çağ nüfusunu (ilk ve orta öğretimde yaklaşık 18 milyon, yükseköğretimde de 7.5 milyon civarı öğrenci) ilgilendiriyor. Bu devasa eğitim nüfusuna nitelikli, eşit, adil ve demokratik-bilimsel bir eğitim vermek gibi büyük bir sorun var ortada. Ben bu yazıda, sol siyasetlerin eğitimle ilgilenebilecek iyi-kötü kadro, birikim, gelenek ve tarihi olmasına karşın bugün bir “eğitim düşüncesi”nin olmadığını iddia edeceğim.
***
Önce “eğitim düşüncesi” kavramıyla neyi kastettiğimi açıklayayım.

Bir sol siyaset (siyasi parti, sendika, hak örgütü, fraksiyonel yapılanma, dergi çevresi vb.) eğitimde neler yapacağına dair ayrıntılı bir programı ve bu programı bir takvime bağlamış olabilir. O siyaset, diyelim sık sık çalıştay, kongre, atölye gibi “politika arayışı” toplantıları düzenleyebilir, uzmanlardan görüş alabilir, gelişmelere göre hedeflerini yeniden düzenleyebilir, uluslar arası gelişmeleri takip edebilir, kadrolarını yetiştirebilir, medyayı ve halkı eğitim alanında ne yapacağı konusunda bilgilendirebilir. Bütün bu çalışmalar zaten gerekli olduğu için her siyaset tarafından az-çok yapılır. Bütün bu yapılanlara “yol haritası” diyelim. Batı’yı Batı yapan, malum, akılcılığa dayanan yöntemi ve onun temeli olan felsefesidir. Veya çeşitli felsefeleridir. Ne var ki, elinizde dünyanın en değerli haritası olsa da, o haritayla nereye, neden ve hangi araçlarla gideceğinizi bilmedikten sonra, yol haritaları ve “etkinlik depremi” hiçbir işe yaramaz. Sol siyasetler, sendikalar, sivil girişimler, hak örgütleri sık sık ve bol bol eylem yapar; iyi de yapar ama bu eylemler çoğu zaman “kısır dinamizm” yaratır. Zira o dinamizmin bir temeli yoktur. Sartre’ın deyimiyle ortaya çıkan şey, “practico-inert” (atıl-pratik) olur. Altyapısı sağlam ve yönelimi olmayan düşünce ve pratikler, verimli olamaz. Kısır kalır, çözüm üretemez. Bu tür düşünsel altyapıya ben “eğitim düşüncesi” diyorum. En azından bir sol siyaset için eğitim düşüncesinin birbirini tamamlayan üç unsuru olmalı:
1)      İnsan niteliği (felsefe)
2)      Problem tanıma/çözme (yöntem)
3)      Yönelim geliştirme (Bildung)  
***
“Eğitim düşüncesi”, bir eğitim uygulaması için sistematikleştirilmiş bir yaklaşımlar bütününü, akılcı bir modeli ve uygulanabilir bir çerçeveyi tarif eder. Arkasında güçlü bir ideoloji vardır. Tercih edilecek yaklaşım, model ve çerçeve, o eğitim düşüncesini ete-kemiğe büründürür; nereye, nasıl, ne zaman ve hangi kadrolarla ve kodlarla gidileceğini belirler. Eğitimin düşüncesinin temeli, pedagojik bilgidir. Pedagojik geleneği güçlü olan ülkelerin eğitim uygulamaları da güçlüdür. Örneğin Almanya.   
***
İnsan niteliğinden başlayayım:  Bütün Batılı filozof ve eğitim düşünürlerinin düşüncelerinin temeli, belirli bir insan ve giderek toplum anlayışıdır. Bu anlayış kendini somut olarak sistematik bir “insan niteliği” ve “toplum kuramı”nda var eder. Çünkü o düşüncelerle, bir insan yaratmak (yetiştirmek) ve toplum (oluşturmak) gibi uygulanabilir bir hedef, filozof, bilimci ve eğitim düşünürlerinin ana motivasyonu veya kaynağıdır. Ortadoğu kültürleri, “atıl-pratik” yaratan “tefekkür” ile miskin bir hayat içinde yüzlerce yıl geçirirken Batı, insan hayatını refah yönünde değiştirecek “pratik” boyutuna hep daha fazla değer verdi ama bu pratiği sürekli olarak teori ile de destekledi. Teori ile pratik ilişkisini verimli bir çelişki mantığı olarak diyalektik ile formüle etti. Tefekkür ile teori, aynı şey değildir. Miskin tefekküre sığınır, bilimci ise teoriye. Tefekkürde düşünür kendi iç doğasına dönüp ilahi bir gücün anlamına veya gizemine erişmenin esrik heyecanına kapılırken, teoride ise pratik hayatla (maddi doğa ve insan yaşamı) ilgili bir önermeler bütünü ortaya atılarak doğrulanmaya (veya Popper’ın ifadesiyle doğrulamak için yanlışlamaya) çalışılır. Batı’da geliştirilen bütün akımlar, ahlak temelli bir insan problemini çözmeye dönük uygulanabilir düşünceler içermiştir. Bunun sonucunda da yeni insan modelleri (“akılcı insan”, “yurttaş”, “laik birey” vb.) yaratılabilmiştir. Bu insan modeliyle tutarlı elbette toplum kuram ve modelleri oluşturulmuştur. Batı felsefesi, soyutluk ile somutluk arasında denge kurmayı, insan niteliği/neliği üzerinden başarabilmiştir. Fakat bizim şu anda içine çekilmeye çalışıldığımız “mistik”, “miskin” ve “bedevi” anlayışta böyle bir dert hemen hiç olmamıştır. Örneğin bugün Batılı okullarda çocuklara düşünmeyi öğreten felsefe dersi, bu mistik anlayışta uzun süre günah olarak görülmüştür. Zira felsefenin sorduğu soruların cevapları zaten dinde mevcuttur. Düşünce arayışı yerine, verili çerçeve (kader) içinde kendi hayatını (amellerini) nasıl yaşayacağını kutsal kitap yazmıştır; onu bellemek veya ezberlemek yeterlidir. Oysa Batı düşüncesi ve pratiği örneğin eğitimde “kavram haritaları” çıkarmak, “ideal tartışma yöntemi”ni belirlemek, farklı “yaklaşım modelleri”ni tanıtmak, “soyut/kapalı uçlu soruları açmak”, “normatif meseleleri uygulanabilir etik problemlere çevirmek” gibi en soyut mesele ve yöntemleri bile pratiğe dönüştürebilecek çeşitli “eğitim düşünceleri” geliştirebilmiştir. Bu bakımdan eğitim düşüncesi, eğitim problemlerini nasıl çözeceğinizin bütünlüklü çerçevesini verir size. Belki Cumhuriyet dönemi hariç, uzun zamandır Türkiye’de hiçbir siyasi partinin eğitim konusunda böyle tutarlı, sistematik ve bütüncül bir eğitim düşüncesi olmadı. Kısmi saptamalar ve palyatif çözümlerle eğitim sorunlarının çözülebileceği düşünüldü. Sol siyasetler genelde birbiriyle tutarsız, ilişkisiz ve gerçekte cevabı verilmeyen pek çok (güya) çözüm önerisini ortaya attı.  
***
“Cevabı verilmeyen çözüm önerisi”ne bir örnek vereyim. Yakın geçmişte bir sol siyaset, dershanelerin kapatılmasına karşı çıktı. İddiası şu yöndeydi: Dershanelerin kapatılması, piyasada girişim özgürlüğünün engellenmesi bakımından demokratik olmayan, baskıcı bir devlet uygulamasıdır, kabul edilemez. Bu, dershanelerin işlevsel olduğunun aynı zamanda zımnen kabulüydü. Oysa “kamusal eğitim”i savunan ve özelleştirmelere (her türlü dershane ve özel okul/üniversite, parasız, kitlesel ve demokratik kamusal bir hizmet olması gereken eğitim hizmetinin bir tür özelleştirilmesi, yani piyasalaştırılmasıdır) karşı çıkan bu sol siyasetin, dershanelerin, giderek tüm piyasacı/paralı ve eğitimi metalaştıran özel okulların, özel vakıf üniversitelerinin ve özel eğitim kuruluşlarının kapatılıp kamulaştırılmasını savunması gerekiyordu. Bu siyaset, eğitimi metalaştırıp ülkenin kaynaklarının çoğunun orta ve üst sınıfların okuduğu okullara yönelten bir sistemi sorgulaması gerekirdi ama gereğince sorgulamadı. Kimi sol siyasetlerin bir yandan kamusal eğitimi savunurken, öte yandan özel okul, dershane ve üniversitelerin kamulaştırılması yönünde bir görüş beyan etmemesi, duruş sergilememesi ve bu yönde çalışma yapmaması, en derin dokulara sinen “sermaye yanlısı“ ve “serbest piyasa” savunulu görüşlerin hazin bir göstergesidir. Bugün kamu okullarının niteliğini düşüren mekanizmalarla savaşmak için sadece AKP ile değil, her türlü emeği, işi, hizmeti metalaştıran piyasacılık ile de mücadele edilmesi gerekiyor ama nafile. TÜSİAD’ın savunulduğu bir noktaya gelmek hazin. TÜSİAD’ın tek bir tezi vardır: Küreselleşmeyle birlikte devletler ve şirketler arasında başlayan büyük bir rekabete dayanabilmek için okullarımız, şirketlerin istediği formasyona sahip bir işgücü yetiştirmekten başka bir iş yapmamalıdır. Okurlara, bu konuda bu raporları eleştiren ve Eğitim Sen’in dergisi “Eğitim, Toplum, Bilim”de yayımlanan yazımı okumalarını salık veririm.                 
***
İleri eğitim sistemleri çok basit bir mantık üzerine kuruludur: Problemi tanımlama ve çözme. Yani, eğitim ile biz hangi problemleri, nasıl çözeceğimize karar vermek zorundayız. Bu konuda, Mektepli Gazete’de eğitimde artık dünyanın yavaş yavaş “üçüncü paradigma”ya geçtiğini iddia etmiştim. Bu paradigmanın temeli, “eleştiri”dir. Batı rasyonalitesi, bütün kutsalları, sabiteleri ve mistisizmleri ancak eleştiri ile yerinden sökebildi. Eleştiri, hem bir yöntem hem de düşünme biçimidir. Ortaçağda insan mistikti ve kendini Tanrı gibi kutsallarda eritip var edebiliyordu (ya da yok edebiliyordu) ancak. Daha doğrusu Tanrı için kendini bölebiliyordu. Descartes ile birlikte başlayan modern öznenin kuruluş sürecinde, her ne kadar insanın (ruh ve beden olarak) bölünemezliği (in-dividiual) ileri sürülse de, bu bölünme başka bir tür seyir izledi. Laik/seküler birey, mistik işleri ile pratik dünyasını birbirinden ayırdı.  Bu, kapitalizmin dayattığı bir zorunluluktu. İlkini eleştirmeden, ikincisini temellendirmek mümkün değildi çünkü. Aynı etimolojik kökene sahip iki kelime olan “kriz” ve “kritik” aslında, bir sorunun (krizin: “hastanın durumu kritik”) çözümü adına neyi nasıl yapacağımızın ipuçlarını veriyordu. Giderek her türlü eleştiri (bilimsel, edebi, seküler vb.) yaşamın kendisinin hangi yönlerinin, nasıl “problematize” edileceğinin yöntemini verdi bize. Bilimler bu sayede gelişti, teknoloji ilerledi, gündelik hayatın problem çözen pratik bilgileri arttı vb.
***
Geleneksel eğitim yaklaşımları, sadece verili olanın aktarılması üzerine kurulmuştu; burada yorum, değerlendirme ve değişimin sınırları belliydi. Skolastik eğitim ve medreseler, bunun nasıl yapılacağını belirlemişti. Ne var ki, modern Batılı düşünce gelenekleri, yukarıdan, hazır ve ezbere dayalı bilgi aktarımını yeterince “didaktik” (öğretici) ve “pratik” (uygulanabilir) bulmadığı için, gelişen kapitalizmin rasyonalitesine uygun yeni bir eğitim anlayışı oluşturdu. Burada artık insanın eğitiminde yönelim (ilgi, yetenek ve eğilimlerin belirlenip yönlendirilmesine dayalı oryantasyon ile karışık formasyon), yeni bir anlayışla evrildi. Alman pedagojik geleneğinde buna “bildung” denildi. Günümüzde bütün yaratıcı, yenilikçi, bilgiden yeni bilgiler üretici yaklaşımlarda bildung’un etkisi vardır. Öğrencide merak, arayış, yenilik, yaratıcılık vb. bildung anlayışına göre kuruldu. Öğrenci, birtakım imkânlarla (program, materyal, yöneltme, ortam vb.) kendine dair, kolektif yapılar (ekip, küme, topluluk, grup vb.) içinde diğer öğrencilerle dayanışma ve etkileşimle yönelim çizerken, eleştiri mekanizmasını sonuna değin kullanır. Eleştiri, bir soruna (problematize edilen bir meseleye, krize vb.) verilecek cevabın en akılcı biçimde formülasyonuna imkân tanıyan bir mekanizmadır. Eleştiri, ileriye doğru değişimin kaynağıdır.

***
Bugün “üçüncü paradigma” adını verdiğim eleştirel eğitim, pedagoji biliminin ilerici, radikal ve demokratik bir teorisi ve uygulamasıdır. Kurumsal bir pratik olarak eğitimin nasıl olacağını belirleyen “eleştirel pedagoji”, eğitimin asli görevinin insanın özgürleşerek gelişmesi olduğunu öne sürer. Eğitimle yaşanan süreç, insanı ya köleleştirir ya da özgürleştirir; yalnız eleştiri burada, sadece bir yöntem değil, aynı zamanda bir düşünme biçimidir. “Eleştirel akıl”, gerektiğinde kendisine dönerek ve hatta kendisini de eleştirerek ( “özdüşünüm”) her daim işbaşında olan geleneksel ve modern kısıtlamaları aşmaya çalışır. Bunun için eleştirel pedagoji bilimine göre eğitim pratiği, okulda bilen özne (öğretmen) ve bilmeyen nesne (öğrenci) gibi anti-demokratik ve bilimsel olmayan karşıtlıklar (dikotomiler) kurmak yerine, problem tanımlama/çözme ve bilgi üretiminin öğretmen ile öğrenenin diyalojik ve kolektif çabasına bağlı ortak bir eyleme dayanması gerektiğini ileri sürer. Burada eğitim veya ikna, en akılcı olduğu için normatif bir evrensellik elde edebilecek potansiyele sahip argüman ve ilkelere ulaşmak ve insan “yaşam dünyası”nın gündelik hayatta sömürgeleştirilmesini önlemek adına “ideal konuşma durumu”na (Habermas) dayanır. Öznenin özgürleşmesi artık, öznelerarası demokratik iletişimin en akılcı argümanlar üzerinden kurulmasının yarattığı evrensel imkanların bir sonucu olabilir.
***
Tutarlı, sistematik ve pratik (uygulanabilir) bir “eğitim düşüncesi”, eğitim sorunlarına dair birbirinden kopuk çözüm önerileri, yaklaşım biçimleri ve politika pratikleriyle oluşturulamaz. Sol siyasetlerin çeşitli eylem, demokratik eğitim kurultayları, çalıştay, bilimsel kongre veya atölyelerle bir yapının birbirine benzemez veya oldukça benzer ve fakat benzerlikten dolayı farklılıkların idrakine varamayacak palyatif yöntem ve yaklaşımlarla hareket etmeleri yerine, artık daha profesyonel çalışacak dar grupların uzun süreli, derinlemesine ve ayrıntılı bir çalışmasına yönelmesi gerekir. Örneğin, uzun zamandan bu yana sloganlaştırılmış olan bazı konuları düşünelim. YÖK lağvedilse, eğitimde kayıt ücreti ve bağışlara son verilse, eğitim merkezi örgütü yenilense, okullardaki anti-laik uygulamalar kaldırılsa, mevzuat elden geçirilse ve hatta “Öğretmenlik Meslek Kanunu” çıkarılsa, eğitim imkânları az-çok yoksul halk çocukları için artırılsa, tekli öğretime geçilse, sözleşmeli öğretmenlik uygulaması bitirilse, ataması yapılmayan öğretmenler atansa, zorunlu din dersi kaldırılsa veya seçmeli yapılsa, okul ödenekleri artırılsa, öğretim materyallerinin kalitesi yükseltilse bile, bu çözümler bizi bir “eğitim düşüncesi”ne götürmeyecektir. Eğitimdeki uygulamaların sonuç getirmesi, tutarlı bir pedagojiye bağlıdır. Sol siyasetler, kapitalist eğitim anlayışını besleyen dinamiklerle, örneğin eğitimi/okulları toplumsal sınıflara göre bölen politikalarla, niteliksiz ve fakat parayla eğitim satan eğitim kurumlarıyla, şu anda bir milyon işsiz ve atanamayan öğretmen yetiştiren eğitim fakülteleriyle, sosyal bilim nosyonu ve formasyonu almadığı için eğitimin başka alanlarla bağlantısını kuramayan eğitim fakültelerinin akademisyenleriyle, velilere musallat olmuş bir eğitim anlayışıyla (eğitimin hümanist amaçlardan ve toplumsal hedeflerden ziyade bireyci/bireysel bir sermaye/yatırım olarak görülmesiyle), sermaye ve mal piyasalarının dayattığı işgücü tanımlarıyla mücadele etmedikçe, kamusal bir eğitim sistemi kuramaz. Kaldı ki, kamusal bir eğitim sisteminin demokrasiyi yerleştirmek ve bilimi geliştirmek gibi iki ana görevi olmalı ama bu da, eğitime ilişkin yeni bir pedagojik felsefenin geliştirilmesine bağlı. Bu felsefe, aslında eleştirel pedagojinin devrimci versiyonlarında epey geliştirildi. Bunun bir öğrenme kuramı var (Freire’nin diyalojik pedagojisi), pek çok alanda (örneğin matematikte, sanat eğitiminde vb.) uygulama örnekleri mevcut. Yapılacak şey, bunun Türkiye şartlarına nasıl uyarlanabileceği üzerine kafa yormaktır. Mektepli Gazete’de ileriki aylarda eleştirel pedagojinin Türkiye eğitim sistemi içinde nasıl uygulanabileceğine dair detaylı yazılar yazacağım.    
***
Sonuç olarak: PISA türü değerlendirme programların da ortaya koyduğu gibi, bağlamsal düşünemeyen, okuduğunu anlamakta zorluk çeken, bir yabancı dili öğrenemeyen, pozitif bilimlerde yerlerde sürünen, olaylar arasında bağlantı kuramayan, dünya olaylarına ilgi göstermeyen, sosyal medyadan başını kaldırmayan, mistik düşüncelere inanan, olgu ve olaylara eleştirel yaklaşamayan, sosyalleşmesi büyük ölçüde teknoloji aracılığıyla gerçekleşen milyonlarca öğrencimiz var. Öğretmenlerimiz onca imkânsızlıklar içinde bile işini en iyi şekilde yapmaya gayret ediyor ama formasyonları eksik ve donanımları yetersiz olduğu için tam bir başarı sağlayamıyorlar çünkü eğitim fakültelerinden yeterli gelemiyorlar; buna iktidarın baskı ve yanlış politikaları, altyapı eksiklikleri ve özlük haklarındaki sorunlar da eklenince verimli olamıyorlar. Mevcut halleriyle niteliksiz olan eğitim fakültelerinin hepsi kapatılıp bunlardan birkaçı temelli olmak üzere, öncelikle Türkiye’nin temel problemlerini çözmeye yönelik bir “eğitim düşüncesi” üretmeye dair öğretim verecek, birkaç büyük ilde “Pedagoji Üniversiteleri” kurulabilir. Hep karıştırılır: Eğitim bilimi (education science veya educational sciences) denilse de, aslında bu, pedagoji biliminin uygulama alanıdır. O yüzden, bu alana ilişkin bilim esaslı bir öğretim kadrosu yetiştirmek için eğitim pratikleri, (eleştirel) pedagoji bilimi üzerine kurulmalıdır. Fakat böylesi bir üniversitenin kurulması yetmez; kapitalizmin ve muhafazakârlığın (din bazında) yarattığı maddi koşullar değiştirilmediği sürece, iktidara isterse bugün komünistler gelsin, hiçbir şey değişmez. Sorunun ana kaynağı, ne AKP ne de geçmişteki eğitim felsefesine dönememe meselesidir. Egemen eğitim düşüncesi ve pratiğinin süslü kavramları (kodlama eğitimi, yapay zeka, endüstri 4.0, simülasyon, STEM, robotik uygulamalar, 3D Tasarım, Artırılmış Gerçeklik, ileri teknoloji vb.) bugün kendi mantığı ve gerçekliğini küresel düzeyde epey yaymış durumda ve bundan yoksul veli ve öğrenciler bile etkileniyor. Bu tekniklere karşı değilim, kullanılmalı ama bunlar, eğitimin kendisi değildir. Ne var ki, velileri tavlamaya çalışan özel okullar örneğin, bu tür kavramları, ona uygun okul ortamlarını ve kadrolarını oluşturarak cezp ediyor ve çoğu insan da, nitelikli/kaliteli eğitimi, gelişmiş teknolojiden, birtakım teknik uygulamalardan ve paket programlardan ibaret sanıyor. Oysa bu dijital dünyada insan için aslolan, özgürce eylemesidir. Tüm bu sözde imkânlar, öğrenciyi yırtıcı bir kapitalist ve azman tüketici bireye dönüştürerek doğanın talan edilmesi ve yoksul halkların sömürülmesine meydan veren ortam ve zemini hazırlamaktadır. İleri teknolojiden elbette kaçamayız; onu kullanacağız her alanda ama safi teknolojik ürün, beceri, yetenek, bilgi, uygulama, yöntem ve aletler, bizim sosyal sorunlarımızı çözemez. Bu teknik bilgi, paket program, hazır donanım, pratik yöntem, beceri temelli uygulamalar, bir eğitim düşüncesi için gerekli olan eleştiri ve eleştirel düşünme imkânını sağlamaz. Pedagoji biliminiz neyse, eğitim uygulamanız da odur. Bugün Türkiye’de pedagoji diye bir bilim dalı yok. Eğitim pratiği ise sadece egemen çıkarlara hizmet ediyor. 


Yorumlar