Kemal İnal
Son kırk yılda, kapitalizmin yeni
bir sermaye birikim modeli olan neoliberalizmle birlikte girdiği küreselleşme
sürecinde çok güçlü bir “uluslararası
eğitim rejimi” yaratıldı. Uluslar arası piyasalar, politik ve ekonomik üst
birlikler, bölgesel güç yapılanmaları ve kültürel homojenleştirici mekanizmaların
(medya, sinema, spor, eğitim, turizm vd.) etkisiyle üretilen bu rejim, yeni bir
işgücü (ileri teknolojiye uyumlu, rekabetçi, esnek, değişken ve her koşula
uyarlanabilen) talebine/tanımına dayalı insan anlayışını dikte etti. Artık
öncelikle kamusal (toplumsal) değil, özel (şirketler dünyası) taleplere hitap
eden bu yeni eğitim sistemi, böylesi bir konjonktür, bağlam ve rejimde ulusal,
içe kapanmacı ve yerel sınırları yıkan bir ortak modelin içine çekildi. Bu
model artık, Habermas’ın deyimini uyarlarsak, uzlaşmacı, rasyonel ve demokratik
argümanın değil ama en güçlü iktidarların dikte ettiği ve yönettiği bir tür “ideal söz durumu” (konsensus) yarattı.
Örneğin bir uluslararası üst birliğin (AB) ürünü olarak “Bologna Sözleşmesi”, Avrupa’da pek çok açıdan (ders içerikleri,
çeşitli akademik programlar, ders geçme-kredi transfer sistemi, ortak müfredatlar,
öğrenci/öğretim üyesi değişim programları vb.) ortak bir akademik hayat
yarattı. Daha spesifik olarak da PISA, TIMMS, PIRLS gibi ulusal eğitim
sistemlerinin öğrenci akademik başarısını ölçmek-değerlendirmek bakımından temel
ölçüt haline getirilen standart ve ölçme-değerlendirme sistemleri üretti. Bütün
bunlar da eğitim(d)e belli bir tür bakış açısının oluşmasına yol açtı. Neredeyse
bütün ülkeler (Finlandiya gibi birkaç ülke hariç), örneğin eğitimdeki akademik
başarının ölçülmesinde şart koşulan uluslararası karşılaştırmaları yapabilmek
için “büyük veri” (genel
istatistikler, çeşitli rakamlar, ülkelerarası karşılaştırma ölçekleri, kamuoyu
araştırmaları vb.) kullanmaya yöneltildi. Pek çok gelişmekte olan veya
azgelişmiş ülke (Türkiye, Uganda, Arap-İslam dünyası, Güneydoğu Asya ülkeleri
vd.) yapılandırmacı yaklaşım çerçevesinde “öğrenci
merkezli” eğitim modelini benimsemeye itildi. Yine akademik rekabeti
körüklemek için bir “dergi ligi”
yaratıldı (A tipi dergilerin atıf indekslerinde en tepede yer alması ve
akademisyenlerin üniversitelerde kadroya atanmak, terfi almak ve çeşitli
ayrıcalıklardan yararlanmak için kendi makalelerini burada yayınlamaya
zorlanmaları gibi). Eğitim her yerde sosyal, parasız ve kitlesel bir hizmet
olmaktan uzaklaştırılıp metalaştırıldı; paralı eğitim çerçevesinde sınav
sistemleri “merkezileştirildi”.
Eğitimde “dayanışma” yerine “rekabet” bir norm olarak
yerleştirildi. Kamusal eğitim ticarileştirildi, özel şirketlerin eğitim
piyasasına girmeleri sağlanarak “eğitim
örgütleri şirketleştirildi”. Öte yandan neredeyse tüm dünyada kaliteli ve
prestijli okulların “İngilizce eğitim”
yapması gerektiği bir norm olarak kafalara sokuldu. Eğitimin “lingua franca”sı İngilizce oldu. “Kaliteli öğretmen” modeli, BM gibi üst
yapılar tarafından çeşitli “mesleki yeterlilikler”
çerçevesinde yeniden tanımlandı ve bir norm olarak tüm dünyaya sunuldu. “Halk eğitimi” gibi klasik, kamusal ve
emek(çi) yönelimli programlar, “yetişkin
eğitimi” ve “yaşam boyu öğrenme”
isimleri altında yaş, deneyim, yönelim ve talep bakımından özelleştirilip
piyasalaştırıldı. Bütün bu gelişmeler sanki dünyada birbirine çok benzeyen,
ortak bir mantık üzerinden motive olan ve tek bir havuzda biriken sular misali
bir eğitim dünyası yarattı.
***
Aslında, kapitalizmin ekonomik
mantık üzerinden belli bir piyasa rejimi yaratabilmesi için bir tür “ortak akıl” üretmesini sağlayacak
çeşitli standartlara (ortak pazarlar, benzer ölçüler, birbirini andıran
normatif kurallar, aynı kökten türeyen rasyonel ölçme-değerlendirme sistemleri,
birbirine yakın kurumsal düzenlemeler vb.) ihtiyacı olmuştur hep. Kapitalizmin,
Weber’in belirttiği anlamda bürokrasi temelli çok ayrıntılı bir rasyonel
sistemi vardır ki bu, Batı’daki kapitalizmi diğer ülkelerin/bölgelerin gelişmemiş
kapitalizmlerinden ayırmıştır. Marx, bu sistemin işleyiş yasalarını ortaya
koyarken neden, nasıl ve ne için tüm dünyaya yayıldığını, sınırlarıyla birlikte
göstermişti. Kuşkusuz kapitalizm, içkin (immanent) krizleriyle birlikte ilerler
ve her krize kendisini, üretici güçleri geliştirerek yanıt verme ve yenileme
başarısını gösterir. 1973 petrol kriziyle birlikte yine bu yılda Şili’de
sosyalist Alllende iktidarını askeri darbeyle deviren faşist general Pinochet
ile birlikte uygulanmasına başlanan neoliberal kapitalizm, sadece bir piyasa
rejimi olarak gelişmedi. 1980 sonrası küreselleşme, dünyada tüm sınırları zorlar
ve yıkarken bu sınırların yerine yeni bir sınır (ortak standartlar, benzer
yönelimler, çeşitli evrensel trendler vb.) koyma ihtiyacı duyuldu. Böyle yapılarak
en geri, yerel, ilkel, içe kapanmacı ve piyasadan uzak ülke, kültür, rejim,
norm, mitos, kimlik, yapılanma ve formasyonların dönüştürülüp ortak bir dili
konuşmaları hedeflendi; bu aslında son derece “kapsayıcı” (comprehensive) trend, kendi rasyonalitesini kendi
başına yaratmadı elbette. Örneğin eğitimde uluslar arası (küresel) bir rejimin
kurulabilmesi için merkezi bir takım mekanizmalar (ucuz/hibe kredi, uzmanlık,
teknoloji yardımı vb.) kullanıldı ama öncelikle yerel unsurlar arasından kimi
kritik aktörlerin bu yeni ortak akla devşirilmeleri gerekiyordu. 1980’lerde
Türkiye’de bu işi Özal ve “prensler”i
üstlendi (daha sonra AKP, final vuruşunu yaptı bu trendin). 1980’lerin sonları
ve 1990’ların başlarında çeşitli Arap ülkelerinde bu işi yine ABD’ye işletme
masteri yapmaya giden siyasal İslamcılar üstlendi. Bu noktayı, Arap-İslam
eğitimlerinin (neo)liberal dönüşümü bahsinde bir sonraki yazımda ele alacağım.
***
Uluslararası eğitim rejimi,
öncelikle bazı değerler üzerine kuruldu. En temel değer, ABD menşeli “başarı”dır. Başarı değeri, “meritokratik” felsefe üzerinden
işletilmektedir. Buna göre her eyleminden öncelikle kendisi sorumlu olan
bireyin, konum, düşünce ve pratiğinde ilerleyebilmesi (progress) için kendi
çaba, yetenek ve yapabilirliğine (capability) güvenmesi gerekir. Burada
bireysel seçim ile toplumsal koşullar arasında uzlaşmaz bir çelişki değil,
aşılması gereken bir alan vardır. Bu alanı aşmada eğitim, bireyin seçimlerini
ütopik değil ve fakat gerçekleşebilir projeler şeklinde kendi yetenek ve
becerilerine tercüme edebildiği oranda önüne geniş bir fırsatlar penceresi
açar. Birey, kendi yaşam kalitesini yükseltmekle mesuldür. Fakat bunun için de
eğitimin potansiyel gücü, statik yapılanma ve (yerel, ulusal, bölgesel vb.) değerlerin
ötesinde dinamik bir karakter göstermeli; değişim ve hareketlilik
programlarının sağladığı yeni eğitim vizyon ve misyonlarıyla yol alınmalıdır.
Bireyin içine gireceği uluslararası küresel eğitim rejiminde neyi nasıl
yapacağı az-çok bellidir. Bunun için bireyin belli bir formasyon kazanması
gereklidir. Bu formasyon tüm dünyada giderek tektipleşmeye başladı zira ülke
eğitim sistemlerinin temel sorunları birbirine gittikçe benzemeye başladığı
için bireylerin bu sorunları nasıl çözeceği de birbirine benzemeye doğru hızla
yol aldı.
***
Başarıya ancak “reform” ile ulaşılabilir. Ancak burada
ciddi bir sorun var. Finlandiyalı ünlü eğitim profesörü Pasi Sahlberg’in “Finlandiya Eğitim Devrimi. Dünya
Finlandiya’daki Eğitim Devriminden Neler Öğrenebilir” (çev. D. Boyraz) adlı
kitabında belirttiği gibi, küreselleşme aslında kültürel bir çelişkidir; insan
ve kültürleri bir yandan birleştirirken öte yandan da ayrıştırır. “Ulusal
eğitim politikalarını, daha geniş küresel eğilimlere dahil eder. Sorunlar ve
zorluklar, eğitim sistemleri arasında benzerlik gösterdiği için çözümler ve
eğitim reformuyla ilgili gündemler de birbirine benzemektedir. Ortak
göstergeler ve öğrenci başarısının uluslar arası karşılaştırma verileri
kullanarak eğitim sistemlerinin uluslar arası karşılaştırılması sonucunda,
farklı eğitim sistemlerinin ayırt edici özellikleri daha görünür hale
gelmektedir. Örneğin; PISA kendi eğitim politikalarının nasıl yeniden
tanımlanacağını ve okulların nasıl geliştirileceğini öğrenmek için çok sayıdaki
politikacıyı ve eğitim uzmanlarını başka ülkeleri-özellikle de Finlandiya,
Kanada, Singapur, Şanghay ve Kore’yi-ziyaret etmek için seferber etti. Sonuç
olarak küreselleşme; uluslar arası işbirliğini, fikir alışverişini ve eğitim
politikalarını eğitim sistemlerine dahil etme sürecini hızlandırdı” (s. 185). Bunun
sonucunda: “Eğitim bakanlıklarında, kalkınma kuruluşlarında ve danışmanlık
firmalarında küresel politika gelişmelerini ve eğitim reformlarını analiz etmek
yaygın bir uygulama haline gelmiştir. Bu nedenle, dünya genelinde eğitim
sistemleri bazı temel değerleri, işlevleri ve yapıları paylaşmaya ve sonuç
olarak da eğitim sistemleri birbirine benzemeye başlamıştır.” (s. 185)
Sahlberg’e göre eğitimde bilgi değişimi öncelikle İngilizce konuşan ülkeler
(başta ABD, İngiltere ve Kanada olmak üzere) tarafından oluşturulmuş ve
yaygınlaştırılmıştır.
***
Bunun sonucunda belli
platformlarda (dergi, düşünce kuruluş, danışmanlık firması, üniversite ve
enstitüler vb.) eğitimin gelişimini ölçmede kullanılan belli kanıt temelli
yöntem ve tekniklerle hemen hemen aynı becerilerin bir ülke eğitim sistemine
yerleşip yerleşmediğine bakılıp ona göre o ülkeye yardım, uzmanlık ve
danışmanlık verilmektedir. Ülke yönetim, eğitim araştırma-öğretim kuruluşları
ve şirketlerine, belli bir eğitim modelini (tercihen en yenisini) alıp bilinçli
bir tüketici konumuna girmeleri tavsiye edilmektedir. Bu noktada
standartlaştırılmış bilgi içeriklerine eşlik eden rutin beceriler, piyasaca
talep edilen yetenekler, değerli görülen kişisel formasyonlar (Alman menşeli “Bildung” anlamında değil, İngilizce temelli “competent”/yeterlilik-ehliyet
bakımından), gerekli sertifika ve diplomalar, bu küresel eğitim piyasasına
girişte birer ölçüt, değer ve vize haline getirilmektedir. Bu uluslararası
eğitim rejiminde çokça yinelenen bir takım kavramlar (kalite, verim, hesap
verme, standart, yönetişim, sınav/puan odaklı performans vb.) aslında
neoliberal kapitalizmden eğitim literatürüne devşirildi. Akreditasyon, kupon
sistemi/teşvik sistemi (voucher), sözleşmeli/alternatif okullar seçeneği,
okulların performanslarına veya merkezi giriş sınavlarında aldıkları puanlara
göre sıralanmaları ve kaliteli okul liglerinin kurulması (ABD’deki eski
kaliteli okulların sıralandığı Ivy ligi gibi), artan rekabetin bir norm haline
gelmesi, sonuç/sınav odaklı başarı sistemi, öğrenme hedeflerinin
standartlaştırılarak benzerleştirilmesi, müfredat politikalarının
homojenleşmesi… Bütün bunlar, uluslararası eğitim rejiminin temel
ayaklarıdır.
***
Sahlerg, kimi eğitim
teorisyenlerine atıfta bulunarak “küresel
eğitim reformu hareketi” fikrinden bahseder. Bu fikir, sürekli değişen
uluslararası politika ve uygulamaların bir sonucu olarak, (ulusal) eğitim
sistemlerinin geliştirilmesi için birtakım varsayımlara dayalı gayriresmi bir
eğitim gündemidir. Ona göre bu hareket, uluslararası kalkınma ajansları,
uluslararası bağışçılar, çokuluslu şirketler, özel vakıflar ve danışmanlık
firmalarının strateji ve çıkarları ile desteklenmektedir. Aslında bu hareket,
yeni bir öğrenme paradigmasına dayanmaktadır. Biz bu paradigmayı 2004 yılında
AKP tarafından uygulanan “yapılandırmacı
müfredat” ve “öğrenci-merkezli
eğitim”de görmüştük. Buna göre 1980’lerden sonra neoliberal kapitalizmin
daha fazla küreselleşmeye başladığı “yeni
dünya düzeni”nde eski, ezberci, davranışçı ve aktarmacı denilen eğitim
sistemlerinin yerini çeşitli, yeni, pratik ve verimli becerilerin (problem
çözme, bilişsel kavrayış, etkili iletişim, ileri teknoloji kullanımı, duygusal
ve çoklu zeka vb.) alacağı daha pratik, pragmatik bir eğitim paradigması
alacaktır. Bu çerçevede, örgün eğitimlerin yanı sıra yaygın eğitim alanındaki
birtakım yeni kavram ve gelişmeler (“herkes
için eğitim”/”education for all” kampanyası, yaşam boyu öğrenme, yetişkin
eğitimi vb.), piyasalarda beden ve zihnin yeni bir takım teknikler (mistik
bakım/tedaviler, ekstrem sporlar, hobiler vb.) ve eğitmenlerin (koç, guru,
rehber, danışman vb.) verdiği derslerle birbirine karışacaktır.
***
Buna elbette tepkiler gelmekte
gecikmedi. Standart, birörnek ve kalıpçı eğitim sistemleri yerine kendi ülke
koşullarını hesaba katan, dinamik, esnek ve değişken, belli bir bağlam ve
perspektif düşüncesinin hesaba katıldığı çözümler üretilmeye başlandı. Örneğin,
Finlandiya, PISA liginde üst sıralarda yer alsa da, kendine özgü çözümler
üretmeye yöneldi. Büyük veri yerine küçük veri kullandı. Tüm öğrencilerin
sistem içindeki yerini genel, büyük ve karmaşık rakam ve istatistiklerle ölçmek
yerine, tek tek öğrencileri kendi koşulları içinde değerlendirdi. Merkezi
müfredatları kaldırdı. Öğretmen performans sistemini uygulamak yerine
öğretmenin kendi kendisini değerlendirmesini sağladı. Öğrenmede bilişim
teknolojileri yerine öğrenciler arası dayanışma, ekip çalışmaları ve doğal
gözlem ve araştırmalara bel bağladı. Okulda öğrencileri ücretsiz yemek gibi
uygulamalarla destekledi. Öğrenmede rekabet yerine ekip çalışması ve
dayanışmayı öne çıkardı.
***
Sonuç olarak: Kuşkusuz ortak, tek
ve birbirine bağlı bir ülkeler dünyasında, küresel bir evrende yaşıyoruz.
Ülkeler arası işbirliği, barış ve dayanışmanın olabilmesi için diller arası
ilişkiler (tercüme mekanizması), benzer standartlar, belli bir kalite düzeyi ve
verimliliğin ne olduğuna dair bir genel ortak anlayışa ihtiyacımız var. Bundan
kaçış yok zaten. Eğitim sistemleri birbirinden etkilenecek, fikir alışverişinde
bulunacak, danışmanlık alacak ve dışarıdan model transfer edecektir. Bu, iyi,
gerekli ve kaçınılmaz bir şeydir. Ancak küresel ve uluslararası eğitim rejimi,
böylesi bir zihniyet üzerinden işlemiyor. Zira evrensellik, demokrasi ve bilim
(genel çıkarlar) üzerinden değil, piyasa talepleri (özel çıkarlar) üzerinden
kuruluyor. Örneğin eğitimde rekabetin bir pazarlama mekanizması olarak
kurulduğu bu rejimde performatif hedef, mekanizma ve koşulları, eğitim
bileşenleri (yönetici, öğretmen, öğrenci, veli) arasında dayanışmayı değil,
sert bir savaşı kışkırtmaktadır. Bir tür sosyal darwinizmin (beka
stratejilerinin) işletildiği böylesi bir konjonktürde “akıldışı akılcılık” gelişmektedir. Şöyle ki, küreselleşme ile
demokrasinin geliştiği ileri sürülerken, eğitimde komuta, kontrol ve
dışlama/seçim mekanizmaları daha da güçlenerek bireyler artık eğitim
sistemlerinin içinde özneleşmek (özgürleşmek) yerine nesneleştirilmektedirler
(tahakküm altına alınmaktadırlar). Oysa asıl olarak, bir eğitim sistemini
geliştirebilmek için temel sorunları (eğitimde eşitsizlik, adaletsizlik, yanlış
kaynak dağılımı, donanım eksikliği, özerklik, sınıfsal ayrımcılık, kültürel
dışlama vb.) konuşmaya başladığımızda çözümün neler olabileceğini
anlayabiliriz.
Yorumlar
Yorum Gönder